Orta Avrupa’da göç ve tarihi unutmak

Bireylere uluslararası bir yasal statü kazandıran savaş sonrası liberal-demokratik düzenin gelişimi, Arendt’in 1930’lara ilişkin çalışmasında tespit ettiği sorunları ele almak üzere tasarlanmıştı. Günümüzde vatansız göçmenlere ve mültecilere yapılan saldırılar ise, ülke ile devlet arasındaki gerginliğe ilişkin Arendt’in temel kaygılarının henüz bir çözüme kavuşturulamadığını gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Peter Verovsek

Küresel finans krizi, Avrupa siyaseti üzerinde derin bir etki yarattı. Buna benzer zor dönemlerde sıkça rastlandığı üzere, bu olaylar kabilesel ve yabancı düşmanlığına yol açan içgüdülerde bir yükselişe yol açtı. Bu durum, özellikle de Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa’ya doğru artan göçmen akışına karşı açık bir tepki olarak görülüyor.

Bu etkiler en çok “hoşgörü karşıtı eksenin” yükselişe geçtiği Doğu-Orta Avrupa’da göze çarpıyor. Resmin bütününe baktığımızda, komünizm sonrası bölgelerde hoşgörüsüzlük bir sorun haline gelmişken, Victor Orban’ın Fidesz ve Jaroslaw Kaczynski’nin Yasa ve Adalet partileri, seçimleri ve piyasa ekonomisini hile, seçim kurallarının manipülasyonu ve medyanın kontrolünü içeren kimi gerici unsurlarla birleştiren rejimler yaratmayı başardı. Bunlar, birey olarak insanların ve sosyal azınlıkların haklarının reddiyle birlikte gerçekleşiyor. ‘Visegrad Grubu’ adıyla anılan bu partiler, “Batı Avrupa dogmaları” dedikleri hoşgörü ve çok kültürlülüğe karşı bir karşı-devrim başlattılar.

Böylesi gelişmeler, İkinci Dünya Savaşı’na bir yanıt olarak oluşturulan insan hakları rejimine bir tehdit teşkil ediyor. Kendilerini “Hıristiyanlık surlarının” savunucuları biçiminde lanse eden Visegrad ülkeleri, etkisi git gide artan küreselleşme karşısında geleneksel Avrupa kimliği ve kültürünün savunucusu olduklarını iddia ediyorlar.

VATANSIZLIK VE ULUS-DEVLET

Komünizm sonrası Avrupa’daki bu hareketin -kıtanın en sağcı kesiminde yarattıkları sempatinin meyvelerini toplamalarının yanı sıra- elde ettiği başarı, şok edici bir tarihsel hafıza kaybına da eşlik ediyor. Büyük savaşa (İkinci Dünya Savaşı) dair kişisel anılara sahip Avrupalılar –ve sonraki nesillere aktardıkları büyük kültürel miras- bu dünyadan göçtükçe, Avrupa geçmişin hatalarını tekrarlama riskiyle karşı karşıya kalıyor. Göçmenlerin ve vatansız mültecilerin bir defa daha “çağdaş siyasetteki en çok konuşulan grup” haline geldiği bir dönemde, hem insan hem de azınlık haklarının hoşgörülü biçimde korunmasını sağlamanın önemine şahitlik eden 1930’ların bizlere bıraktığı dersleri hatırlamamız gerekiyor.

Vatansız bir mülteci olan Alman-Yahudi politika kuramcısı Hannah Arendt, Totalitarizmin Kökenleri’ne ilişkin araştırmasında, göçmenlerin maruz kaldığı siyasi güçlüklerin ulus-devlet özelinde temel bir gerilime işaret ettiğini vurguluyor. İlk terim –‘ulus’– etnik aidiyetin önemine işaret ederken, ikincisi –‘devlet’– milliyetten bağımsız olarak tüm ülke sakinlerine eşit biçimde uygulanması gereken hukukun üstünlüğüne odaklanıyor. Göçmenlerin maruz kaldığı zulmün, “ulusun devleti fethettiğinin”, yani çoğunluk olan halkın iradesinin, azınlıkların ve göçmenlerin insani haklarını ezmeye çalıştığının bir göstergesi olduğunu savunuyor.

Bu problem, -modern bakış açısıyla - “insan haklarını”, vatandaşlık kavramı üzerinden “insanların iradesine” bağlayan Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ne (yayınlanma yılı 1789) kadar uzanır. Bu sistem “devlet halkı”, yani kendi devletlerine sahip olan vatandaşlar için bir işe yarasa bile, istenmeyen bireylerin ve azınlıkların “oldukça demokratik yollarla, yani çoğunluk kararıyla” “bir topluluğa dahil olmama” hakkından ya da vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmasından korumuyor. Bu gerçeklik, Arendt’in “haklara sahip olma hakkı [...] bir çeşit organize topluluğa ait olma hakkı”nın korunması çağrısına temel teşkil eder. Onun temel görüşü, savaşlar arası krizin körüklediği milliyetçi yangın sırasında “tüzel kişinin” öldürülmesinin, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı daha büyük felaketlere yönelik ilk adım olduğu yönündedir.

ARENDT’İN GÜNÜMÜZE İLİŞKİN DERSLERİ

Bireylere uluslararası bir yasal statü kazandıran savaş sonrası liberal-demokratik düzenin gelişimi, Arendt’in 1930’lara ilişkin çalışmasında tespit ettiği sorunları ele almak üzere tasarlanmıştı. Günümüzde vatansız göçmenlere ve mültecilere yapılan saldırılar ise, ülke ile devlet arasındaki gerginliğe ilişkin Arendt’in temel kaygılarının henüz bir çözüme kavuşturulamadığını gösteriyor.

Savaş sonrası Avrupa düzeninin temel anlayışlarından biri, bireylerin ve grup halindeki azınlıkların haklarının korunmasının, ulus-devletin ötesinde temellendirilmesi gerektiğiydi. Bu durum, hem ulusal yasaların yerini alan bir Avrupa hukuk düzeninin oluşturulmasında hem de bireylerin, ulusal hükümetleri kendi haklarını korumaları konusunda doğrudan dava etmelerine olanak sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kuruluşunda görülebilir. Avrupa Birliği, Visegrad hükümetlerini cezalandırmak konusunda sahip olduğu mekanizmaları kullanmaya direnmesine rağmen, Avrupa Parlamentosu’nun çoğunluğunu oluşturan (sağcı) Avrupa Halk Partisi’ne mal olsa bile bunu gerçekleştirmeli.

1930’lu yıllarda, Doğu-Orta Avrupa’dan gelen göçmenlerin ve vatansız insanların durumu, yaşanacak daha büyük felaketlerin habercisi olmuştu. Benzer tehlikeler günümüzde de Avrupa siyasetini etkiliyor. Her ne kadar halkın egemenliği ve demokratik seçimlerle ifadesini bulan halk iradesi mühim olsa da, bu, demokrasi madalyonunun yalnızca bir yüzü. Diğer yüzüyse, bir oylamaya meşruiyet sağlayan birey ve grup haklarının korunmasıdır.

Avrupa, geçmişte, sınırlandırılmayan demokrasinin yaratığı tehlikeleri zaten yaşadı. Gelecekte benzer neticelerden kaçınmayı arzuluyorsak, o dersleri bugün de hatırlamamız gerekiyor.

* Yazının aslı Social Europe sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)