Amerikan sosyalizminin şafağında

Rus Devrimi, tarihteki en ütopik sol projeydi ve bir felaketle sonuçlandı. Sovyetler Birliği 1991 yılında çöktüğünde pek çok Batılı gözlemci, eski Marksist rüyanın sonsuza kadar öldüğünden emindi...

Google Haberlere Abone ol

Ryan Cooper *

Ama erken karar vermişlerdi. Tarih henüz sona ermedi ve Sovyet rekabeti ortadan kalktıktan sonra, Batılı kapitalist ülkeler (özellikle de ABD) korkunç bir şekilde eşitsizliğe teslim oldular. Keder içindeki toplumlar ve ekonomik durgunluk bu ülkelerde yerleşik hale geldi. 21. yüz yılın başlarındaki sosyalistler, 20. yüz yılda neredeydilerse yine orada duruyorlar: Bu, politik alanda marjinalize edilmiş olsa da ekonomik olarak her geçen yıl daha da akla yatkın hale gelen bir düşünce.

Geçmişte Amerikan soluyla ilgili iki önemli akımı ele almıştım. ‘Brandeis’çılar Amerikan kapitalizminde tekelcilik karşıtı ve rekabeti denetim altına alan politikalarla bir reform yapmayı amaçlıyorlardı. Sosyal demokratlarsa vergileri yükselterek çok daha cömert bir sosyal devlet yaratmayı arzu ediyordu. Bu iki grup arasında aslında pek çok kesişim kümesi bulunuyordu ve sanılanın aksine, çatışmaktan ziyade, birbirlerini tamamlamaları daha olasıydı.

Sosyalistlerse iki gruptan da biraz uzakta duruyor. Üretim araçlarının ortak mülkiyeti konusunda, geleneksel sosyalist yaklaşım etrafında yeterince kenetlenmiş değiller. Mevcut sınırlarını sola itme konusunda hem Avrupa hem Amerika’da çekimserler. Güçlü ve onay gören Sosyalist isim sayısı da oldukça az. Amerika’nın mevki sahibi en solcu politikacısı olan Bernie Sanders, kendisini ‘demokrat sosyalist’ olarak adlandırıyor; ancak pratikte temel kaygısı ABD’yi gelişmiş dünyanın en üst standartlarına sahip ülkesi haline getirmek, bunun ötesine geçirmek değil! Konuşma ve yazılarında, Amerika’nın dünyanın en zengin ülkesi olarak hayat standardı açısından Avrupa’nın altında kalıyor olması, sık sık üzerinde durduğu bir konu.

Sosyalistler bunun üzerini hedefler. Avrupa tipi bir refah devleti inşa etmeye çalışmak yerine dünyadaki en bonkör devleti inşa etmek isterler. Kamusal talep olması durumunda, doğrudan barınma hakkı için evler inşa ederler. Sadece sermayeyi vergilendirmek yerine, ulusal zenginliğin kayda değer büyüklükte bir bölümünü doğrudan demokratik kontrole açmayı amaçlarlar.

1930’lardan beri ilk kez sosyalistler gerçekten politik bir geçiş dönemi deneyimliyor. En azından tabandaki heyecan bağlamında... Jacobin’den Bhaskar Sunkara ve Amerika Demokrat Sosyalistleri’nden (DSA) Joseph Schwartz’a göre, ilk önce yapmak istedikleri şey, sol-kanattaki hareketliliği organize edebilmek. DSA ve diğer sosyalist gruplar son iki yılda son derece hızlı büyüdüler; ancak hâlâ oldukça küçükler. Eğer sosyalistler gerçek bir etki yaratmayı biraz bile hedefliyorlarsa, ilk olarak işçilerin sadece kendini korumanın ötesinde derin politik bağlar kuracakları gruplar ya da sendikalar oluşturmayı başarmaları gerekiyor. Bu, kritik bir görev.

Peki bu gücü elde ettiklerinde ne yapacaklar? Örneğin sağlık politikasını ele alalım. Pek çok insan ABD’nin diğer ülkelere kıyasla sağlık hizmetlerine en fazla para harcayan ilkelerden biri olduğunu ancak oldukça vasat sonuçlar aldığını söylüyor. Sosyalistler, bu argümanı, ABD’nin yalnızca sağlık sistemini gelişmiş ülkelerin standartlarına çekmekle kalmayıp, tüm dünya için yeni seviyeye yükseltmesi gerektiği üzerinden yeniden kuruyor.

Fizikçi Adam Gaffney’nin öne sürdüğü gibi, Amerika’nın üzerinde uzlaşacağı ulusal sağlık sistemi, en bonkörü olmalı ve hastaların sosyo-ekonomik statüsünden tamamen bağımsız olarak hizmet vermeli. Masrafları paylaşma yönünde öneriler söz konusu olmamalı. Yenilikçi bir vergilendirmeyle en kaliteli ve en pahalı tedaviler evrensel erişime açık olmalı. (Bu gibi argümanlar muhtemelen Bernie Sanders’ın sağlık programı hakkındaki yasa tasarısının oldukça cömert olmasının nedenleri arasında yer alıyor.) ABD’nin sağlık hizmetlerine OECD’nin yaklaşık iki katını harcadığı düşünülürse, bu plan imkânsız olmayabilir. Sistemin muazzam ve son derece şiddetli bir reformdan geçmesini gerektirir ama para zaten orada duruyor.

Diğer bir sosyalist öneri: Devlet elindeki teşebbüslerin iyileştirilmesi ya da yeniden inşa edilmesi. Çoğu ülkenin, devletin kontrolünde olan bir havayolları veya demiryolları ağı var ve çoğunlukla bunlar düzgün işliyor. Gözden çıkarılmış ve bakımsız Amtrak’ın üzerinde çalışılması gerekiyor. Avrupa’da devletin sahibi olduğu pek çok tren ağı İngiltere’deki özelleştirilmiş trenden çok daha iyi çalışıyor ve çok, çok daha ucuz. Hatta Avrupalı devletlerin demiryolu şirketleri, İngiliz ihalelerini uzun zamandır ele geçiriyor ve kolayca kâr elde ediyorlar.

Belirli alanlardaki devlet teşebbüsleri, aslında ortalama ekonomik koşullarda bile şaşırtıcı şekilde iyi işliyor. Çeşitli kolların özel sektöre muhtaç olmadan da ekonomik olarak kârlı olabileceği bu alanlara bakıldığında görülebiliyor. Ulusal demiryolu ağının ya da posta servisinin sektörde kalabilmek için yenilenmesi gerektiği doğru ama aynı zamanda, ulusal üretkenliği ve zenginliği arttırıyor ve güçlendirilmiş bir vergi tabanı ile ‘kendi parasını çıkarır’ hale de gelebilirler. Ama Sanders bile, devlet teşebbüsleriyle ilgili bir portfolyo yaratmaya yanaşmadı.

Diğer bir sosyalizm hedefi, kamusal barınma anlayış  , ulaşılabilir fiyatlarda yeni apartman. Sosyalistler doğrudan kamuya ait topraklara yeni evleri inşa ederek sorunu çözmeyi hedefler. Evler mütevazi olacaktır ama geniş bir sosyo-ekonomik yelpazeye açık olacak ve buna göre fiyatlandırılacak. Bu, pek çok hedefi gerçekleştirmek açısından önemli. Öncelikle sosyo-ekonomik olarak entegre yeni mahalleler yaratırken, aynı zamanda radikal şekilde ev stoku arttırılacaktır. İkincisi, şehirler genelde pek çok araziye sahip ve görece ucuz şekilde bu toprakları kiraya verebiliyorlar ki bu da finansmanı kolaylaştıracaktır. Üçüncüsü, bu bloklarda yoksullar değil normal alım gücüne sahip insanlar oturacağı ve pazar fiyatlarına yakın ücretler ödeyecekleri için yatırım kendi masrafını karşılayacaktır. Bilakis, güncel olarak sıkışmış haldeki emlak piyasalarının durumu düşünülünce, talep oldukça yüksek olacaktır. Dördüncüsü, bu uygulama özel sektörün üzerindeki baskıyı da hafifletecek, kiraları biraz düşürmelerine imkân sağlayacaktır.

Bernie Sanders kamusal barınma ile ilgili pek çok girişimi destekliyor ama geniş kitleler için ev inşa edilmesi bu girişimlere dahil değil.

YA ÖZEL ŞİRKETLER?

Peki kapitalizmin kalbine gelirsek, ya özel şirketler? Bu konuda geleneksel sosyalist yaklaşımın evrilmiş haline ‘bağımsız varlık fonu sosyalizmi’ diyebiliriz. Yani basitçe söylersek; devletin ekonomi üzerindeki aidiyetini yüksek sayıda hisse senedi alarak sağlaması. Sermaye sahipleri de bu sahiplikten gelir elde edecek ki bu genelde ulusal gelirin üçte birine tekabül eder ve çok büyük bir rakamdır. Müstakil bir varlık fonu, devletin bu paranın bir kısmını elde tutmasını ve ülkenin yararına kullanmasını sağlar. Topluma yeniden dağıtılabilir ya da kamusal hizmetlere vergi arttırmaya gerek kalmaksızın harcanır. Buna bir örnek, küçük bir boyutta da olsa, 49'uncu  eyalettir. Petrol geliri ile yaratılan Alaska varlık fonunda 55 milyar dolar bulunmaktadır ve bir bölümü Alaska’da yaşayan halka yıllık olarak dağıtılmaktadır. 2016’da bu rakam 1022 dolardı.

Muhafazakârlar ve liberaller, tabi ki, sosyalistlerce öngörülen yelpazede bir ulusal varlık fonunun ekonomik büyüme yaratan rekabeti baltalayacağını öne süreceklerdir. Brandeis’çılarla da büyük bir ayrılık yaşanacaktır; zira onlar da özgürlüğü arttırmak için iş dünyasının mutlaka özel teşebbüs kontrolünde olması gerektiğine inanıyorlar. Bernie Sanders bu konudan hiç bahsetmedi bile.

Bu mesele, sosyalizme yönelik ebedi bir eleştiridir: Özgürlüklerin kısıtlanması.

Ne var ki var olan tüm ülkeler içinde Norveç çizmeye çalıştığım sosyalist vizyona en fazla yaklaşan ülke oldu ve özgür olmadığı söylenemez. İşçilerinin yaklaşık yüzde 35’i devlet tarafından istihdam ediliyor ve yüzde 70’i sendikalı. Gayrisafi Milli Hasıla’nın yüzde 88’ine tekabül eden bir gelir, devletin sahibi olduğu şirketler tarafından yaratılıyor (bu oran ABD’de yüzde 0.4). En önemlisi de Norveç’in değerli petrol rezervleri var ve buradan elde edilen gelir inanılmaz büyüklükte bir varlık fonu yaratmak için kullanıldı. Fonda şu an 950 milyar dolar bulunuyor, bünyesindeki şirketlerin yüzde 1.3’ü dünya borsalarında kayıtlı.

New York Times’ın ‘kızıl’ yazarı Bret Stephens’ın iddiası, sosyalizme biraz yaklaşan herhangi bir şeyin Sovyetvari bir yıkım ile sonuçlanacağı yönünde. Buna göre Norveç de totaliter bir cehennem. Ancak tam aksine Norveç, dünyadaki en mutlu ve özgür toplumlardan biri. 2017’de Birleşmiş Milletler tarafından dünyanın en mutlu ülkesi seçildi. (Ülkenin yılın büyük bölümünde ne kadar karanlık ve soğuk olduğunu düşünürsek, inanılmaz bir başarı.)

Bernie Sanders ve diğer sosyal demokratlar, genelde, Amerika’nın Danimarka’nın (Norveç’ten daha az sosyalist bir ülke) standartlarına ulaşması gerektiğini söylüyorlar. Ama sosyalistler bunun ötesine geçmeyi hedeflemeli, hatta Norveç’in ulaştığı doruk noktasını da aşmalı.

İMKÂNSIZ DEĞİL

19. yüz yılın ortalarından sonra sosyalizmin tarihsel olarak en dibe vurduğu yıl olan 1994’de Ralph Miliband, sosyalizmi iki temel prensipte açıkladı: “Kapitalist demokrasinin kaldırabileceğinin ötesinde demokratikleşme ve eşitçilik; yani kapitalist demokrasilerin parçası olan tüm ağır eşitsizliklerin radikal biçimde ortadan kaldırılması.” Sosyalistlerin hedefleyeceği gelecek ütopyası bu olmalı; gri bir Sovyet sefaleti değil. Bütünüyle özgür ve demokratik, ekonomik teknolojinin meyvelerinin tüm topluma eşit dağıtıldığı bir sistem. John Maynard Keynes’i biraz da değiştirerek açıklamak gerekirse, böyle bir gelecekte “günleri ve saatleri erdemli ve verimli şekilde kullanmayı bize öğretenleri, vadideki zambakların keyfine varanları onurlandırmalıyız.”

Bu mümkün olmalı. Amerika küresel ekonominin temel taşı olmayı sürdürüyor. Ekonomisi dünyadaki tüm ekonomilerden daha büyük ve hükümeti diğer tüm pazarlara kıyasla daha fazla stratejik avantaja sahip; yani küresel kur dalgalanmalarına ve sermaye kaçışına daha dayanıklı. Zenginliğin demokratik dağılımına küçük bir Avrupa ülkesinden daha yakın olmalıyız. Dünyadaki en eşitlikçi ve düzgün ülke olarak yeni bir standart yaratmalıyız. Ve bunu yaparken mevcut üretkenliğimiz ve teknolojimizden ödün vermemeliyiz.

Eğer Brandeis’çılar ve sosyal demokratlar ilerleyen yıllarda belli başarılar elde edeceklerse, daha fazlası için ne kadar ısrar edilmesi gerektiği bariz bir mesele olarak ortaya çıkacak. Amerikan neo-liberalizminin korkunç performansına bakılırsa, denemeye değer. Cüretkâr davranalım ve bu birleşmeyi ne denli mükemmelleştirebileceğimize odaklanalım.

Yazının aslı The Week sitesinden alınmıştır.(Çeviren: İdil Karşıt)