Dil tavırdır, korku üretilir, sosyalistler ne yapmalı?

Muhalefet gündelik hayatın sorunlarına yeterince cevap verememektedir. Nedeni muhalefetin güçsüzlüğü değil, söylemidir. Gündelik hayat her biçimiyle radikalleşmiştir.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Türkay*

Türkiye’de bir korku iklimi yaratıldı ve tahkim ediliyor. Girilen seçim sürecinde artacağını söylemek abartılı olmayacaktır. Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının tutuklanması, Gezi Davası ve Türk Tabipler Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı kararıyla görünür hale gelen süreç, Ekrem İmamoğlu kararıyla devam etmektedir ve büyük bir olasılıkla yaygınlaştırılarak muhalif tüm kurumlara yönelecektir. Genel olarak muhalefetin kamuoyu nezdinde en görünen yüzü Millet İttifakı olarak karşımızda durmaktadır. Bu ittifaktan sosyalistlerin genel ve doğal olarak bir beklentisi olması elbette beklenemez. Çünkü özünde sermayenin ayak izlerini takip eden bir siyaset anlayışı riyakârdır, doğası gereği ‘sağ’dır. Ancak sosyalistlerin siyaset yapmaya çalıştığı bu toprakların mayası maalesef budur ve asli olarak bir taraftan siyasal İslam diğer taraftan, her ne kadar bazı itirazları olsa da, kadim sermayenin hüküm sürdüğü bir süreci yaşıyoruz. Umalım ki olmasın; ama yaşanacak süreç daha vahim müdahalelerin ayak seslerinin duyulduğu bir dönem olacak.

SOSYALİST SOLUN GERÇEKLİKLE YÜZLEŞMESİ ZORUNLU!

Gelinen bu aşamada ne yapılmalı? Türkiye’de HDP’yi dışında tutarak düşünürsek sosyalistlerin ayrı ayrı ittifak kurmalarının mantığını anlamak, bilinmeyen temaslar dışında, siyaseten mümkün görünmüyor. Toplum bir yangın yerine çevrilmişken kadim siyasi ayrılıkların tartışılması tarih karşısında zayıf düşmektedir. Kendini sosyalist ve/veya komünist hisseden tüm tarafların gerçeklikle yüzleşmeleri ve ortak bir dil tutturmaları yaşanan süreç açısından elzemdir. Elzemdir çünkü yaratılan korku iklimiyle baş edilmesi asli bir sorun olarak önümüzde duruyor. Korku, insani bir durumdur ancak toplumsal korku insani olanı da içine alan iktidarın yönettiği bir araca dönüşür. Korkunun dili tarihseldir. İktidar her zaman ve mekânda değişen olanaklar çerçevesinde bunu kullanmıştır ve kullanmaktadır. Bir referans vermekten ziyade görünür hale gelmesi için 2012’de Sendika Org.’daki “Korkunun Dili ve Sosyalistler” üzerine yazdığım metinde bazı değişiklikler yapıp bugüne uyarlayarak devam etmek beni de bir yanıyla tekrardan koruyacaktır; ama yetmeyecektir. Bu, 2012’deki gerçeklikle baş edemediğimizle ilgilidir. Yaşanan baş edememezliğin anlamı ve/veya sonucu korkuya yol verilmiş olmasıydı.

Çünkü, korku telaffuz edilmeye görsün, kendini üretmeye başlar. ‘Sıradan olan’ herhangi bir insanın herhangi bir korkusu anlaşılır. Sorun, bir şey yaptığını düşünüp ya da sanıp korkmaya başlayanlardadır. Faşizm sıradan insanların üstüne basar, bu yükselmesinin ilk ve önemli adımıdır ama sadece adım atmıştır, onu kurumsallaştıracak olanlar da sıradan olmadığı sanılan profesyonellerdir. Korku ve bağlı olarak dağılma halini, kurgulanan hegemonyanın kanaat önderleri profesyonelce ve profesyonelleri kullandıkları bir saldırıya dönüştürürler. Korkanlara niye korkuyorsunuz derken, korkmayanlara yapıştırmaya çalıştıkları yaftalarla korkutmaya çalışırlar. Korku yerinde durmaktadır.

TARİHSEL ZORUNLULUK: FAŞİZME KARŞI DURMAK! 

Bu durumda, bir uzlaşıya dikkat çekmek gerekmektedir. Liberal muhafazakârlık ya da muhafazakâr liberallik olarak da tanımlayabileceğimiz hâkim hegemonya, liberalizmin ‘bireyciliği’ ile muhafazakârlığın ‘mutlakçılığının’ mayaladığı bir korku iklimini, faşizmi biçimlendirmektedir. Liberalizmi tarihsel bir perspektifle ele aldığımızda, liberalizmin 18.yüzyıldaki özgürlükçü söyleminin o tarihte feodalizme karşı durmaya ait ve bu anlamda geriye dönük bir niteliğe sahip olduğunu görürüz. Çünkü liberalizm kapitalizmin politik ve iktisadi anlamda kurucu ideolojisidir. Ve her durumda mümkün tüm olanaklarla mevcut sistemi koruma refleksine sahiptir. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler Almanya’sına karşı verilen mücadele de bu anlama gelir. Ancak her durum kendi tarihselliğinde anlam kazanacaktır. Erken kapitalistleşen ülkelerin kendi aralarındaki hegemonya mücadelesinin ortaya çıkardığı faşizm ve karşı refleks ancak İkinci Dünya Savaşı’yla son bulmuş ve dünya ölçeğinde yeni bir “liberal” düzen kurulmuştur. Bu süreç elbette bir cephe politikası gereği sosyalist direnişçilerin desteğini de almıştır. Bu tarihsel bir zorunluluğa işaret eder. Çünkü sosyalistlerin o süreçteki tavrı liberalizmi korumak değil yükselen faşizme karşı durmaktır. Liberalizmin özgürlükçü yanının tıkandığı, kendini farklı biçimlerde var eden bir faşizme döndüğü günümüzde korkunun ifade bulduğu bu durum, yaşananlar karşısında susmak kadar kendini korumaya dönük konuşmaktır ki, bu durum faşizmi besleyen en önemli zemindir. Korkutana biat, korkuyu normalleştirme sonun başlangıcına işaret eder. İnsanlık tarihinde güçlü olana ‘biat’ etme ve bu durumu ‘normalleştirme’ her zaman mevcuttur elbette. Ancak, bu tür durumlarda özgün olanın altını çizmek ayrı bir öneme sahip görünmektedir. Zira daha sonra yaşanacakların ilk elden referansı durumunda olacaklardır.

KORKUNUN NORMALLEŞMESİ!

Böyle bir perspektiften hareketle Türkiye’de yaşadığımız gündelik hayat, yaşanan ve büyük oranda korku tarafından biçimlendirilen, gerçekliği anlamamızı zorlaştıran bir hıza sahip hale gelmiştir. Malum, bir şeyi unutmak isterseniz hızlanırsınız, hatırlamak istiyorsanız yavaşlarsınız. Toplumların refleksi de benzerdir. Bir kısmı unutmak için hıza, yani güçlü olana, iktidara yönelir. Unutmak istemeyip hatırlamak isteyenler muhalefete yönelir. Yaşanan hız, anlamayı zorlaştırdığı ölçüde insanların korkularını normalleştirmelerini de mümkün kılmaktadır. Bu anlamda yaşananların anlaşılmasındaki zorluk, daha önce vurgulanan ‘korku’nun hayatın bütün alanlarına sızması ile doğrudan bağlantılıdır. Burada bir başka insan tipolojisiyle, ancak tek tip olmayan farklı sınıf ya da toplumsal pozisyonlardan bir var oluşla karşı karşıya gelinmektedir. Korkunun ve cesaretin toplumsal ve bireysel yanları elbette her durumda farklı ağırlıklarda olacaktır, ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, toplumsal olan ile bireysel olanın her zaman bir karşılıklı etkileşim içinde olduklarını akılda tutmaktır ve bu yaşanan süreci anlamak açısından temel bir öneme sahiptir.

Toplumsal nedenlerle karşı çıkılamayarak biat edilir, ya da bireysel nedenlerle karşı çıkamayarak biat edilir. Elbette bu tespit, toplumsal olanla bireysel olanın çakıştığı durumun iyi bir durum olduğu anlamına gelmemektedir. Çakışma halleri verili kapitalist toplumsallığın doğasına içkindir ve böyle anlam kazanır. Çünkü korku, verili toplumsallığın ürettiği bir eksiklik hissinden, tutunacak bir dal kalmadığı hissinden türer ve birey bu eksikliği içselleştirdiği oranda daha fazla korkmaya başlar. Korkunun hayatın her alanına sirayet etmesinin kanalları söz konusu verili olan kapitalist çelişki ve çatışmaların gündelik hayata yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü eşitsizlik üzerinden kendini yeniden üreten bir toplumsallık için korku yaymak en uygun manipülasyon aracıdır. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde korkunun ilacı karşı çıkmaktır.

RADİKALLEŞEN GÜNDELİK HAYAT!

Peki bu karşı çıkışın taşıyıcısı kim olacaktır? Elbette sosyalistlerin mevcut durumdaki gücü buna yetmeyecektir. Ancak, geniş tanımlı konjonktürel bir muhalefetin sürece müdahalesi önemlidir. Ancak, henüz bunun hayata geçmediği de bir vaka olarak karşımızda durmaktadır. Genel olarak muhalefet gündelik hayatın sorunlarına yeterince cevap verememektedir. Nedeni muhalefetin güçsüzlüğü değil, söylemidir. Gündelik hayat her biçimiyle radikalleşmiştir. Mahalledeki bakkalın süpermarkete karşı var oluşunda, çalışılan kurumun hiyerarşik işleyişinde, güvencesiz çalışmada, insanların birbirlerine tahammülsüzlüğünde, kadınlar ve LGBT+’lara şiddette, gelecek korkusunda vb. birçok sorunda toplumsal bir var oluş olarak radikalleşmiştir. Toplumsal bir sonuç alınmak isteniyorsa tek başına radikalleşmenin kendi başına bir anlamı yoktur. Çünkü vurgulandığı gibi hayatın kendisi radikalleşmiştir. Böyle bir durum gerek bireysel gerekse toplumsal var oluşa dair bir kaygı ve korku iklimini de beraberinde getirir.

Ancak her biçimiyle korku, toplumsallaşan bir duruma işaret etmektedir. Bu duruma uyum sağlayanların refleksi anlaşılabilir, fakat kabul edilmesi gerekmez. Elbette burada kabul etmemeyi akılda tutarak, ‘korkunun’ adı konmamış ama toplumsal niteliği, kendiliğinden, kapitalist bir toplumsallıkta yaşanan yabancılaşmanın, hayatın farklı mecralarında radikallikten sinikliğe uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilmesini gerektirir.

SOSYALİST SOL DOĞRU DİLİ BULMAK ZORUNDA

Korkunun etkisi nasıl kırılır? Bu, sosyalistlerin önünde, üzerinde düşünülmesi gereken acil bir durum olarak durmaktadır. Elbette böyle bir mücadelede başarılı olmak, hatta mücadeleye başlamak bile önce tüm muhalif kesimlerin, karşılığı olan bir zeminde kendi aralarında güven tesis etmenin bir yolunu bulmalarıyla ve ortak bir dil üzerinden alan açmalarıyla mümkün olabilir. Böyle bir alanın şimdiye kadar açılamamış olması Türkiye’de en genel haliyle sosyalist hareketin baş edemediği temel sorunlardan olan, kullandığı dil ile ilgilidir. Sosyalistlerin gittikçe marjinalleşmesinin arkasında yatan temel sorunlardan birisidir ‘doğru’ dili tutturamamak. Elbette burada ‘doğru’ olana kim, nasıl karar verecek sorusu önem kazanmaktadır. Bu soruyu gerektiği gibi cevaplayabilmemiz için bir hatırlatma yapmak gerekir ki; o da sosyalistlerin yaşananlara ya da yaşanmış olanlara tarihsel bakma zorunluluğudur. Tarihsellik doğru olanın kendisini değil, farklı açığa çıkma biçimlerini görmemizi, fark etmemizi sağlayan bir perspektiftir. Ancak bunun gerçekleşmesi, gündelik hayata çevrilmesini mümkün kılacak bir dil ile mümkündür. Siyaseten yukarıdan konuşmayan, gündelik hayatın gerekliliklerine cevap veren, sorun çözme enerjisini içinde barındıran ve mümkün kılan bir üslubun kullanılabilmesine bağlıdır. 

Bu perspektiften dil sorununa yaklaştığımızda sosyalistlerin dinamik, hızla uyum sağlayabilen bir dil kurgusuna ihtiyacı olduğu görünür hale gelir. Çünkü kullanılan dil pratiğe yansıyacaktır ve gündelik pratiğin arkasına düşen bir dil boşluğa konuşmak olacaktır ki bu birçok durumda Türkiye’de sosyalist hareketlerin önemli bir kısmının içinde bulunduğu duruma işaret eder. Söz konusu hareketler için haklı olarak bu kadar gönül vermişlik ve mücadele, farklı bir karşılık görme hissini de elbette beraberinde getirir. Durum buysa ve bu durumun karşılığı ortaya çıkmıyorsa bir yerde sorun vardır. Sorun teşhis edilemediği zaman, korkuya yer açılmaya başlanır. Bu daha önce vurgulandığı haliyle ‘dil’ sorununa bir başkasının da eklenmesini önümüze getirir ki bu da söylenenin değil eyleyenin dilidir, yaşanan pratiğin kendisinin dilidir. Ancak pratiğin etkisinin de olamadığı bir zamandayız. Dil neylesin.

MUHALEFETE DESTEK DEĞİL FAŞİZME KARŞI ÇIKMAK

Yaşanan süreci Türkiye özelinde tanımlayan kritik özellik ise günümüzde kapitalizmin meşruiyetinin hiç olmadığı kadar din üzerinden yeniden üretiliyor olmasıdır. Bu noktada daha önce vurgulanan dil sorunu kendini gösterecektir. Sosyalistlerin kendilerini mümkün en geniş kitleye anlatabilmesinin koşulu, mayası muhafazakârlık olan bu kitlenin diline en azından aşina olmasından geçmektedir. Bu aşılması zor bir sorundur ve elbette yaşanılan koşullarda sosyalistlerin tek başına baş edebilecekleri bir durum değildir. Bu anlamda konjonktürel ve pragmatik bir ilişki olarak yeni gelişmelere, en geniş kitlenin gündelik hayatının sorunlarına cevap üretmek için bir mutabakat, yeni bir hareketlenmenin oluşmasına da yardım edecektir. Mevcut tarihsel koşullar, böyle bir gelişme için gerekli ve olumlu bir atmosfere sahip görünmektedir.

Her gerçeklik öncelikle asli anlamını kendi tarihselliğinde bulur. Daha önce tartışılmaya çalışılan dil ve beraber davranma kültürünün hayata geçirilmesinin koşullarının yaratılması bir görev olarak kendini dayatmaktadır. Bugün Türkiye’de yaşanan muhafazakâr dönüşüm kendi gerçekliğini yaratmış, kurumsal olarak güçlü ancak siyaseten zayıflayan bir görünüme sahiptir. Bu durumda sosyalistlerin tavrı İkinci Dünya savaşında olduğu gibi mevcut muhalefete destekten ziyade faşizme karşı çıkmak olarak anlamlandırılmalıdır.

Bu durum aynı zamanda sosyalistlerin güçlenecekleri bir zemine de işaret edecektir. Aziz Nesin’in deyişiyle ‘yaşamın gerçeği, mizahın kurmacasını da aştı’. Yaşamın gerçeğini gündelik, bireysel süreçlerde yaşanan güvensizlik, şiddet ve hissedilen bireysel/toplumsal korku üzerinden izlemek mümkün. Ancak bu gerçeklik karşısında Türkiye’nin mizahın kurmacasına da ihtiyacı var.  Çünkü mizah’ın korkunun yenilmesinde her zaman önemli bir yeri olmuştur ve Türkiye’de iyi mizahı hep sosyalistler yapmıştır. Çünkü mizah doğası gereği iktidar karşıtıdır.      

Sonuç olarak şu söylenebilir; Türkiye 12 Eylül darbesiyle başlayan projenin olgunlaştırıldığı, hayata geçirildiği bir sürecin son aşamasına gelmiş görünmektedir. Türkiye’de sosyalistlerin ehven-i şerre, kötünün iyisine maruz kaldığı tarihsel bir dönem yaşanmaktadır. Ve gereğinin yapılması tarihsel bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır. 

*Prof.Dr. (E)