Devrimini bekleyen sosyal devlet

Cumhuriyetin yüzüncü yılına etkin ve hak temelli bir sosyal devlet inşa edememiş bir toplum olarak giriyoruz.

Google Haberlere Abone ol

Yüksel Taşkın*

Bu yazıda yirmi yılı aşan AKP iktidarları döneminde şekillenen ama geçmişle de bazı süreklilikler barındıran bir “sosyal yardım/hizmet” anlayışını ele alacağım. Dikkat edilirse “sosyal politika anlayışı” ifadesini bilinçli olarak tercih etmedim. Olanı tariflerken olması gerekene dair de bazı öneriler ortaya koymaya gayret edeceğim. Sol/sosyal demokrat siyasetin, ikinci yüzyılda bu önerileri hayata geçirmeyi hedeflemesi büyük önem taşıyor.

Böyle bir yazıda Cumhuriyet döneminde sosyal politikaların detaylı bir incelemesi mümkün görünmemektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan 1945 yılına kadar devletin denetiminde bir toplumsal değişim süreci yaşanmıştır. Toplumsal ve sınıfsal hareketlilik sınırlıdır. Büyük kentlerde hareketli ve talepkâr bir işçi sınıfı oluşmamıştır. Devlet sanayileşme programı çerçevesinde ortaya çıkan sınırlı sayıda işçiye yönelik kapsamlı ve himayeci politikalar izlemiştir.

Çocuk Esirgeme Kurumu’nun öncüsü olan "Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti"nin 30 Haziran 1921’de kurulması gibi çarpıcı örnekler de vardır. Kurum savaş yaralarını sarmak için Cumhuriyet'ten önce kurulmuştur. Özellikle kadın ve çocukların çalışma şartlarına ilişkin düzenlemeler içeren ve bu anlamda ilk kapsamlı sosyal politika paketi olan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu da 1930 yılında yürürlüğe girmiştir. Halkevleri’nin kuruluş amaçlarından birisi yoksullukla mücadele etmektir ve bunun yolu da genellikle gönüllülük esaslı yardım faaliyetleri olarak görülmüştür. Elbette Cumhuriyet'in eğitim kurumları, köylü çocuklarının özellikle öğretmenlik gibi mesleklerle topluma kazandırılmaları ve aynı misyonu kendilerinin de sahiplenerek topluma yaymalarıyla dikkate değer toplumsal değişim öncüleri olmuşlardır. Kırsal kalkınma konusunda belki de en dikkate değer çaba köy enstitüleriydi.

'SENDİKAL HAKLARIN VARLIĞI ELZEM'

Konumuz açısından asıl kırılmanın 1945 sonrasının Batı dünyasına uyum sağlamak isteyen ülkemizde 1961 Anayasası ile yaşandığını vurgulayabiliriz: 1961 Anayasası’nda Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında “sosyal hukuk devleti” ilkesine ilk kez yer verilmiş, “Sosyal ve İktisadi Haklar ve Ödevler” yine ilk kez Anayasa hükümleri ile düzenlenmişti.

Ülkemizde ilk defa 1945’te İşçi Sigortaları Kurumu oluşturulmuş ama bu uygulamanın yaygınlaşması da 1960 sonrası dönemde mümkün olmuştur. Ocak 1950’de 5434 Sayılı yasa ile kurulan Emekli Sandığı ile de memurlarla ilgili sosyal güvenlik politikaları tek bir kanun altında toparlanmıştır. Bu gelişmelerin çok partili hayata özgü rekabetçi dinamiklerden ve ithal ikameci kalkınma modelinin yarattığı olanaklardan bağımsız algılanması ise mümkün değildir.

Bir ülkede hak temelli sosyal politikalardan bahsedilebilmesi için sendikal hakların varlığı elzemdir. Bu açıdan önemli bir kırılma noktası, Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanı olduğu 1963 yılında 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev Lokavt Kanunu'nun kabul edilerek yürürlüğe konulmasıyla yaşanmıştır. Böylece sosyal hakların, “devletin uygun görmesiyle değil”, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle elde edilebileceği ve aşağıdan yukarıya tanımlanabileceği bir toplumsal ortam oluşabilmiştir.

Ekonomik kalkınma, sendikal mücadeleleri tetiklerken, sosyal güvenlik alanı da bu gelişmelerden etkilenmiştir: 1964 yılında 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu kabul edilmiştir. “İşçi Sigortaları” kavramının yerine “Sosyal Sigortalar” kavramının tercih edilmesi de dikkat çekicidir. 1971 yılında 1497 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigorta Kurumu Kanunu ile bir başka kesimin sosyal sigortalar kapsamına katıldığı görülür.

Dönemin ruhuna da uygun olan sosyal güvenlik anlayışı, primi temel alan sosyal güvenlik sistemidir. Buna göre primlerini ödeyenler sosyal güvenlik haklarından ve de emeklilikten yararlanabilirler. Primsiz sosyal yardımlar ise o dönem için gölgede kalmaktadır. Bu durumda temel bir sorun, hiçbir sosyal güvencesi olmayanlara ne olacağıdır. Bu bağlamda 1976 yılında önemli bir düzenleme yapılır: 2022 sayılı “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun.”

ÖZAL'IN PALTOSU

12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında Turgut Özal’ın ANAP iktidarları, prim eksenli sosyal güvenlik sistemine küresel bir saldırının da başlatıldığı döneme rastlar ve dönemin ruhunu ülkemize taşımaya büyük heves gösterir. Bu nedenle çalışma hayatına dahil edilmeleri umudu olmayan veya enformel olarak çalıştırılanlar için “sosyal yardımlar” devreye girer.

Özal sosyal yardımlarla yoksulları yakalamaya çalışırken, kent yoksullarına imar konularında bir serbestlik/kuralsızlık tanıyarak onları kent rantına kısmen ortak etmeyi de önemser. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan’ın “Özal’ın paltosundan çıktığı” ama süreci çok daha ilerilere taşıdığı söylenebilir. Böylece “güvenceli istihdamı” ancak rüyalarında görebilecek yoksulların sağ partilere oy verecekleri kentsel ortamlar belirginleşmeye başlar.

1980’lerde yükselişe geçen neo-liberalizm, sosyal devlet anlayışına ve somut düzlemde de refah devletinin kazanımlarına büyük bir saldırı başlattı. Bu süreçte “sosyal güvenlik devleti” gerilerken, devletin iç ve dış güvenlik alanındaki rollerini ciddi ölçüde arttıran “milli güvenlik devleti” yükselişe geçti. Güvenlikçiliğin yükselişi, çoğu zaman kamucu politikaların gerileyişinin de bahanesi oldu.

“Primsiz sosyal yardımlar rejimi” diyebileceğimiz politikalar bütünü sahiden de ANAP’la başlar ve AKP ile çok daha tutarlı ve kapsamlı bir içeriğe kavuşur. Böylece sağ partiler, kent yoksullarıyla güçlü bir bağ kurarak sol partileri bu seçmen tabanından koparmayı büyük ölçüde başarırlar. Üstelik burada anlatılan Türkiye’yle sınırlı olmayan küresel bir dönüşümdür.

Yoksulların Soğuk Savaş'a özgü sosyal devlet ve kazanımlarından asla yararlanamayacakları, güvenceli istihdam ve onu tamamlayan emeklilik sistemini yaşayamayacakları açıkken, onların siyasi rızalarını devşirebilmek aslında ciddi bir başarıdır ve bunun olabilmesi için de etnik ve dinsel fay hatlarının devreye girmesi kaçınılmazdır. Bunu devreye sokan da Özal değil Erdoğan ve sağ popülist politikaları olacaktır.

Sahiden de 1986 yılında “Fak Fuk Fon” olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu (SYDTF) kurulmuştur. Fonda toplanan paraların yoksul ve ihtiyaç sahibi kişilere dağıtımını ise tüm il ve ilçelerde kurulacak olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları (SYDV) üstlenmiştir.

Burada söz konusu olan dönüşümü esas alan, yani yoksulluktan çıkarmayı hedefleyen bir politika anlayışı değildir. Yoksul nüfusun kalıcılaşacağı, daha da artacağı, hatta üretimden kopacağı yakın geleceğe hazırlık söz konusudur. Devlet yoksulluk alanında giderek aktifleşir ama söz konusu olan yoksulluğun aşılması değil idare edilmesi, hatta siyasal amaçlarla istismar edilmesidir. Vakıf kültürü, hayırseverliği, gönüllülüğü öne çıkarır. Öncelikle aile, sonra hayırseverler sorumludur. Sosyal devlete sıra gelmez. Medyatik hayırseverlik, yoksulları rencide edecek aşırılıklara ulaşır, yoksullar gösteri toplumunun nesneleri haline getirilir!

Bu bağlamda 1992’de devreye sokulan "Yeşil Kart" uygulaması da kritik öneme sahiptir. Yoksullara neredeyse ayrı bir kimlik verilerek primsiz sosyal güvenlik sisteminden istifade etmeleri sağlanır. Bunlar görünüşte elbette bazı kazanımlar barındırırlar ama kart fikrinin kendisi bir tür kalıcılık da ima eder: Yoksulsun sen yoksul kal! AKP’nin yaptığı bu sistemi alıp Genel Sağlık Sigortası (GSS) adını vermek ve kapsamını genişletmek olmuştur. Bugün bu kapsamda 9 milyona yakın kişi bulunmakta ve devlet bu yoksulların GSS primlerini üstlenmektedir! Burada asıl sorulması gereken soru ise çoğunlukla ihmal edilir: Bu kadar çok insan nasıl olur da hiçbir primli sosyal güvenceye sahip olamadan “yaşamaktadır?”

SOL PARTİLERİN GEÇ GÖRDÜĞÜ REALİTE

AKP, 1976 tarihli “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun’a”, 2005 yılında engellileri de ekler. Önceleri sadece “kanunen bakmakla mükellef kimsesi bulunmayanlar” kapsamdayken, AKP daha gerçekçi bir düzenleme yaparak gelir testi uygulamasını getirir. Böylece geliri belli bir düzeyin altında olanlar kapsama alanına girebilirler ve elbette bu kanundan istifade edenlerin sayıları da ciddi olarak artar. Bu artışın AKP iktidarının seçimlerde artırdığı oy oranlarına paralel seyretmesi de maalesef sol partilerin oldukça geç gördükleri bir realite olmuştur.

AKP döneminde Özal’la başlayan ideolojik tercihlerin çok daha derinleştirildiğini vurgulamıştık. Bu sürecin de bir Dünya Bankası projesiyle başlaması manidardır. 2001 Krizi’nin toplumsal sonuçlarının hafifletilmesi amacıyla Dünya Bankası’ndan 500 milyon dolar kredi alınmış ve 2002 yılından itibaren, bugün halen devam ettirilen pek çok yardım programı devreye sokulmuştur. AKP zamanla bu yardım programlarının seçimlere yönelik getirisini görmüş ve maharetle kullanmıştır.

Ama asıl dönüşümün küresel olduğunu bir kez daha anımsatalım: Prim esaslı ve istihdama dahil edilenlerin sağlık ve emeklilik gibi haklardan yararlandıkları sosyal güvenlik sistemi artık geride bırakılmıştır. Sosyal demokrat partilerin tam ve güvenceli istihdam hedefleri anımsandığında, bu darbenin aslında sol partileri zor durumda bıraktığını da net bir şekilde görebiliriz. Artık güvenceli istihdamın parçası kılınamayacak “yığınlar” primsiz sosyal yardımlarla idare edilmektedir. Sözgelimi, Genel Sağlık Sigortası ödemeleri bile devlet tarafından karşılanacaktır. Daha da önemlisi, devlet veya iktidar partileri, sosyal yardımları nesnel ölçülerle değil, sadece seçim kazanmak veya toplumsal öfkeyi dindirmek gibi amaçlarla da kullanabilir. Amaç dönüştürmek değil yerinde tutmak ve itirazı da engellemektir. Solun hedeflerinin bunun tam tersi olması gerektiğini söylemeye bile gerek yoktur…

'HER TEMAS İZ BIRAKIR'

“Bu siyasal tercihlerin alternatifi ne olmalı?” sorusuna geçmeden önce AKP’ye çok sayıda seçim kazandıran sosyal yardım rejimine biraz daha yakından bakalım:

AKP iktidarının sosyal yardım stratejisi, milyonlarca haneyi “muhtaç” konumuna indirgemek, burada sabitlemek, özellikle nakit yardımlara ve yardım beklentisine bağımlı kılmak üzerine kurulu. Nakit yardımlar toplam içerisinde yüzde 90 civarında. Yardımların yüzde 62’si doğrudan ev kadınlarına ulaştırılıyor. Yardımlar aslında çok küçük oranlarda ama yardım çeşitliliği dikkat çekiyor. Buna göre Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın (ASHB) Aile Yardımları, Sağlık Yardımları, Eğitim Yardımları, Engelli-Yaşlı Yardımları, Barınma-Gıda Yardımları başlığında toplam 45 kategoride yardım yaptığı görülüyor.

Dağıtım mekanizması da önemli: Türkiye’de 1000’in üzerinde Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakfı, bu yardımların dağıtılmasında görev alıyor. Böylece yardım dağıtım sürecinde çok sayıda aktörün devreye girmesi mümkün oluyor ve sivil toplum da işin içerisine bir şekilde dahil ediliyor. Buradaki muğlaklık, yardımları AKP örgütünün ve ona yakın dini yapıların dağıttığı algısının derinleşmesine hizmet ediyor. Bu tabloya yerel yönetimler eliyle yapılan ayni ve nakdi yardımları da eklediğimizde ortaya çok aktörlü bir yapı çıkıyor. Neticede her temas iz bırakır.

Evet yardımlar çok küçük ama bir o kadar da çeşitli demiştik. Doğru; bu kriz ortamında yardımlar sadece günü kurtarmaya yetiyor. Buna rağmen yardım sürecine katılan çok sayıda aktör, “muhtaç” ailelerle temas halindeler ve beklenti yaratmayı gayet iyi biliyorlar. Yoksullar sahada kimi görürlerse onlara yaslanmak zorundalar.

AKP için, mevcut ekonomik krizi yapısal önlemlerle çözerek farklı kesimlerin refahtan pay alması bir seçenek değil. Bu hem ideolojik tercihleriyle bağdaşmıyor hem de topyekun refah üretecek araçları yok. O zaman en kolay seçim kazanma yöntemine abanmaları gayet anlaşılırdır:

En yoksul 6 milyon haneyle muhtaçlık ilişkisi üzerinden bağ kurmaya çalışmak. Bu haneler toplumun yaklaşık yüzde 30’una karşılık geliyor. Bir başka ifadeyle toplumun yüzde 30’u sosyal yardımlar olmadan hayatını devam ettiremiyor. AKP açısından en kırılgan kesimlerin siyasal sadakatini devşirmenin diğerlerinden daha kolay olduğu açık. AKP’nin bu bağlamda Roman toplumuna ayrı bir önem verdiğini ve bu kesim yirmi yıldır hiçbir alanda olumlu değişim geçirmediği halde, AKP’ye ciddi oy desteği verdiğini de vurgulayalım…

Evet seçimler kazanılıyor ama Türkiye’de son 20 yıldır yoksulluğun azalmadığını, üstelik derin yoksulluk dediğimiz en acımasız biçiminin de artış gösterdiğini görüyoruz. TÜİK’in 2020 verilerine göre en zengin yüzde 20, gelirin yüzde 47,5’ini alırken, en yoksul yüzde 20 sadece 5,9’unu alıyor. Yine TÜİK’in verilerine göre bu rakamlar 2011’den beri neredeyse hiç değişmedi.

Servet dağılımının bundan bile kötü olduğuna dair veriler var: İsviçre Bankası Credit Suisse’nin 2020 servet raporuna göre ülkemizde en zengin yüzde 1’in servetten aldığı pay yüzde 42,8’e yükselmiş durumda. Buna karşın yüzde 95’lik kesimin servetten aldığı pay sadece yüzde 37,8.

İSTİHDAM ODAKLI ÜRETİM, GÜVENCELİ İSTİHDAM VE HAK TEMELLİ BİR SOSYAL DEVLETİN İNŞASI ZORUNLUDUR

Yukarıda sağ popülizmin yelkenlerini şişiren ve yoksulluğun aşılmasını değil idare ve istismar edilmesini merkeze alan sosyal yardım rejiminin detayları ortaya konuldu. Şimdi de sahici bir alternatifin ne olduğu konusuna odaklanacağım.

Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, sosyal politikalar alanının kendi başına ele alınmasının yanlış olduğudur. Eğer istihdam getiren üretim artışıyla ve güvenceli istihdamla insanların primli sistemin bir parçası haline getirilmesi amaçlanmıyorsa orada ciddi bir sorunumuz var demektir. Önce insanlara güvenceli, kayıt dışı olmayan istihdam sağlamalıyız. Yoksulluğun bilinen en net çözümü, elbette güvenceli istihdamdır. “Güvence” kavramı, elbette sendikal hakları da içermektedir. Emekçilerin ulusal gelirden aldıkları payın artmasıyla, sendikal haklarını kullanabilmeleri arasında açık bir doğrusal ilişki olduğunu söylemeye bile gerek yok.

Güvenceli istihdam dışında yoksulluktan çıkışın bir başka sağlam yöntemi, kamusal eğitimden yararlanan yoksul bireylerin kendi hayatlarını inşa edebilmeleridir. Yoksul bir çocuğun sosyal devlet eliyle eğitim olanaklarından eşit biçimde yararlanması, aslında onu sosyal politikaların edilgen nesnesi olmaktan da çıkarır. Hayatını kurtaran bu birey, kendi yoksul ailesine de olumlu etki edecektir. Dolayısıyla yoksulluktan çıkışın iki klasik aracının iş ve eğitim sahibi olmaktan geçtiğini tekrar vurgulayalım. Kamusal eğitim ne kadar güçlenirse, yoksulların sayısı da bir o kadar azalacaktır.

Ancak bu adımlarla beraber etkin ve hak temelli bir sosyal devletin inşası birlikte tahayyül edildiğinde güçlü bir alternatif mümkün olabilir.

Yoksulluktan çıkışın mümkün olabilmesi için dönemin ruhunu yansıtan Evrensel Yurttaşlık Geliri tartışmalarından ilhamını alan bir modele ihtiyaç vardır. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Aile Destekleri Sigortası (ADS) önerisiyle topluma bir model önermiştir. Fakat bu kendi başına yeterli olmayacak, bir takım tamamlayıcı reformlara ihtiyaç duyan bir yoksullukla mücadele stratejisidir. Bu tamamlayıcı reformlardan en önemli ikisi, bakım emeğini güçlendirme eksenli bir sosyal hizmetler devrimi ve kadın istihdamının artırılmasıdır. Bu üç unsur birbirlerini güçlendirici etkiye sahiptir.

Aile Destekleri Sigortası’nın (ADS) detaylarını paylaştıkça bazı soruların ortaya çıkması doğal ve elbette sağlıklı. İçerisinde bir miktar ideolojik önyargı da barındıran sorulardan birisi, “Maaşa bağlanan yoksulların çalışmaktan kaçacağı” yönünde.

Bu kesimin üretimle ilişkisi zaten kopuk olduğundan yardımlara bağımlı olduklarını unutmayalım. Milyonlarca insan, sosyal yardım aldığı için istihdamı terk etmiş değildir. İstihdam imkânı bulamadıkları için sosyal yardımlara muhtaç kılınmışlardır.

ADS, asgari ücret üzerinden hesaplanan belirli bir yoksulluk sınırının altında kalan ailelere sadece nakdi gelirle sınırlanmayan destekler sağlamayı amaçlamaktadır. Amaç bu ailelere doğrudan kadının hesabına yatılacak nakdi destekle “maaş” bağlamak değildir. Evet, doğrudan kadının hesabına yatacak bir Aile Geçim Desteği mevcuttur. Bu ikisi farklıdır. Ayrıca sosyal hizmet boyutunu dikkate alan “destekler” de söz konusudur. Yoksul çocuğa okulda kahvaltı hizmeti sunulması, barınma, ısınma destekleri gibi…

SOSYAL HİZMETLER DEVRİMİ

Şimdi “yoksullar destek alırlarsa çalışmazlar” diyenleri yine anımsayalım. Derin yoksulluğa savrulan muhtaçların günü kurtarmak dışında bir seçenekleri yoktur. Oysa desteklenen aileler, biraz güçlendiklerinde hayata katılım yönünde güçlü bir arzu duyarlar. Çocuklarının daha iyi eğitim görmelerine odaklanırlar. Bu nedenle daha iyi yaşam talepleri, dolayısıyla istihdam istekleri de artar. Meseleye bir de buradan bakmakta yarar var…

ADS, sadece Aile Geçim Desteği’ne veya bu ailelere verilecek elektrik/doğalgaz gibi desteklere de indirgenemez demiştik. Yoksulların kamusal eğitimden eşit derecede yararlanabilmeleri için gereken sosyal destekler son derece yaşamsal öneme sahiptir. ADS kapsamındaki çocukların ilkokul ve ortaokul düzeyinde gıda desteği almaları sağlanmalıdır. Artık bir insan hakkı olan internet gibi eğitim araçlarına ulaşmaları mümkün kılınmalı ve eğitimlerinin her aşamasında destek verilmelidir. Böylece iş sahibi bireyler olarak hayata katılacaklar. Yoksul bir ailenin çocuğunu kendi ayakları üzerinde durabilir hale getirmekten daha etkin bir yoksulluktan çıkış yolu var mıdır?

Gelelim sosyal hizmetler devriminden ne kastettiğimize:

Sosyal devlet, bakım emeğini güçlendirerek kırılgan kesimlerin hayat kalitelerini arttıran devlettir. Bakım emeğinin ücretsiz olması ve sadece kadınların sırtına yüklenmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin önündeki en önemli engellerden birisidir.

ADS kapsamında sosyal hizmet uzmanlarının sayısının arttırılması öngörülmüştür. Sosyal hizmet uzmanları, mahallelere sadece ayni/nakdi yardım miktarını belirlemek için arada bir ve korku salarak girmeyecekler. Mahalle odaklı bütünleşik sosyal hizmet anlayışı gereği mahallere Sosyal Hizmet Merkezleri (SHM) açılmalı, kalıcı temas mekanizmaları güçlendirilmelidir. Buradaki sosyal hizmet uzmanları, madde bağımlılığından aile içi şiddete kadar bir dizi sorunun teşhis ve çözümü için de etkin hale gelecekler.

Kreşler, anaokulları, okul sonrası eğitim programları, yaşlılar ve engelliler için gündüz bakım merkezleri ve bakım evleri, hastalar, yaşlılar ve engelliler için evde bakım hizmetleri, Sosyal Hizmet Merkezleri nicelik ve nitelik bakımından güçlendirildiğinde hem kırılgan kesimlere hizmet hem de ciddi bir istihdam mümkün olacak ve bu istihdam başta atanmayan gençler olmak üzere, genç ve kadın ağırlıklı olacak.

Hesaplarımıza göre böyle bir sosyal hizmetler devrimi, en azından yarım milyon (Yerel yönetimler dahil) istihdam demek. Böylelikle uzun süredir ihmal edilen beyaz yakalıların istihdamına da ağırlık verilebilecek.

Sosyal hizmetler devriminin bir başka ayağı da yerindenlik ilkesi gereği, yerel yönetimlerin bu alandaki kapasitelerinin arttırılması olacak. Bu başlı başına ayrı bir yazı konusu, şimdilik detaylarına girmeyelim. Yine de güçlü bir yerel yönetimler reformunun etkin ve hak temelli sosyal devletin inşasının önemli bir tamamlayıcısı olduğunu vurgulamakla yetinelim…

Bu adımlarla bakım emeğinin güçlendirilmesi sağlanmış olacak. Bakım emeği güçlendikçe kadınların ücretsiz bakım yüklerini azaltacak, kamu hizmetleri aracılığıyla ücretli emeğe dönüşümünü destekleyeceğiz.

Görüldüğü gibi bakım emeğinin güçlendirilmesi, yoksullukla mücadele stratejimizin en önemli bileşenlerinden birisi olan, (özellikle) yoksul kadınların kayıtlı ve tam zamanlı istihdama kazandırılmaları bakımından tetikleyici ve kilit unsurdur.

2022’nin ilk çeyrek rakamlarına göre kadın istihdamı 7,5 milyonken (Yüzde 29,5) Kayıtlı ve Tam Zamanlı (KATİ) istihdam 5,8 milyondur (Yüzde 18). Oysa çalışma çağındaki kadın nüfusu 32,5 milyondur! Görüldüğü gibi kadınlar kayıt-dışı sömürüden de en fazla etkilenen kesimdir.

Beş yıllık bir plan dahilinde 4 milyon kadının güvenceli istihdama kazandırılmasıyla KATİ’nin yüzde 30’a çıkarılması hedeflenmelidir. Bu iddia yaşamsal öneme sahiptir; çünkü, sadece Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Endeksi’nde değil; İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde de yukarıya tırmanabilmemizin kilidi, kadın istihdamını arttırmaktır. Bu olmadan demokrasi ve refah hedeflerine ulaşamayız veya bunları kalıcı kılamayız…

Kırsal bölgelerde tarımda çalışan gençlerin ve kadınların sigorta primlerini devletin ödemesi, tam da kayıt-dışılığın en can alıcı olduğu alana önemli bir müdahale olacaktır. Kırsal alanda üretimden kopartılan milyonların kent varoşlarına akarak atıl ve muhtaç hale gelmelerini de engelleyecek önemli adımlardan birisidir bu. Tarım son derece stratejik bir sektördür ve çok önemli bir sosyal politika aracıdır. Sadece ucuz ve güvenli gıda sağlanmasıyla yoksullara ve nispeten geliri yüksek kentlilere katkı sunmaktan bahsetmiyoruz. Tarımdan geçinebilen ve primleri ödenenlerle beraber, yaşadıkları yerde üretimin bir parçası olan üretken bireylerden bahsediyoruz.

Yine ev işçiliğinde kayıt dışılığı giderecek adımlar atılması da şarttır. Evlere temizliğe giden, çocuk bakımında çalışanların (sözde değil gerçekte) prim usulü çalışabilmeleri için etkili adımlar atılmalıdır. Çocuk bakımında oluşan büyük talebin karşılanması için sonuç verici eğitimler verilmelidir. Bazı gençler bu alanda geçici veya kalıcı istihdam olanağı bulabilmeli. Yine sokak ekonomisinden geçinen özellikle Romanlar gibi kesimlerin, alacakları yardımları bu ekonomik faaliyetleri sürdürmelerine bağlamak da kritik öneme sahiptir.

Yine evde engelli bakımını üstlenen yarım milyonluk (çoğunluğu kadın olan) nüfusun emekliliklerinin kolaylaştırılması da şarttır. Böylece ücretlendirilen bakım emekleri, emekliliği de kapsayacak. Elbette buraya kadar açıklananlar yoksul kadınların kreş v.b. gibi bakım hizmetleri sayesinde ve kayıt-dışıyla etkin mücadeleyle güvenceli istihdam alanına kazandırılmalarıdır.

Maddi ve ideolojik saldırı altındaki orta-sınıfların güçlendirilmeleriyle ilişkili olarak, istihdam boyutu da olan çalışmaların yürütülmesi de şarttır. Özellikle eğitimli orta sınıfların güçlendirilmesini amaçlayan politikalar geliştirilmezse, “ortadirekten” derin yoksulluğa doğru bir gerileyiş yaşanması bile mümkündür. Orta sınıfları güçlendirmenin, kamusal eğitimden vergi reformuna, özgürlükleri güçlendirmeye kadar bir dizi aracını tartışmak mümkündür ama bu yazının sınırlarını aşmaktadır…

Bu noktada unutulmaması gereken önemli bir konuyu da paylaşmakta yarar var: Sosyal devlet sadece “muhtaçlara” yardım etmekle sınırlı değildir. Bir gencin edebiyata veya resim sanatına yeteneği olduğunu varsayalım. Bu gencin sanatsal üretimini sürdürmesi koşuluyla aylık bir destek alması da sosyal devletin konusudur ve maalesef bu boyut Türkiye’de neredeyse hiç konuşulmamaktadır. Bir gencin Kültür Kartı’yla sanatsal ve sosyal etkinliklerden ücretsiz yararlanması, en az barınma desteği alması kadar temel ihtiyaçtır. Belki bu dönemde bu tartışmaları açmakta da yarar olacaktır.

Yukarıda kısaca özetlediğimiz öneriler, sosyal demokrat/sol siyasetin olmazsa olmaz hedefleridir ve böyle hayalleri ve hedefleri olmayanlar başkalarının gündemine kapılır gider. Oysa ideolojik hedeflerimizi unutmadan ama toplumla ve özellikle kırılgan kesimlerle bağ kurma çabalarımızdan asla vazgeçmeden, yoksulluğun aşılmasını değil idare ve istismar edilmesini önceleyen anlayışı tarihe havale edebilmemiz mümkün değildir.

Bu dönem, özellikle sağ popülizmle ideolojik farklarımızı kalın çizgilerle belirlemek, netleştirmek ve çözümlerimizi halkla birlikte inşa etmekten asla vazgeçmemek gibi önceliklerimiz vardır. İddialarımızın aşağıdan yukarıya inşa edilmeleri için yerelin, yerel yönetimlerin hayati öneme sahip olduklarını da unutmamalıyız…

*Prof., Siyaset Bilimci, CHP PM Üyesi ve İzmir Milletvekili