DEVA İstanbul İl Başkanı Erol: Lice'de acıyı gördüm, bizde bu olmaz

DEVA Partisi İstanbul İl Başkanı Dr. Erhan Erol: “Lice'nin yakılmasına şahit oldum. Ranzada ağlayarak dua ederdim, 'Allah’ım sen bu mazlumları koru' diye...”

İstanbul İl Başkanı Dr. Erhan Erol: İstanbul'da geriye göçü teşvik etmezseniz, dikey mimari yapacak arazi de kalmaz.
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - DEVA Partisi ikinci yaşını kutlarken, İstanbul İl Başkanı Dr. Erhan Erol ile teşkilat yapılanmasından, seçime yönelik çalışmalarına, Bingöl’de doktorluk yaparken Türkçe bilmeyenlerin tedavisinde karşılaştıkları zorluklardan, Lice’de askerlik yaparken yaşadıklarına kadar pek çok konuda söyleştik. 

İstanbul'un Gaziosmanpaşa ilçesinde hem İlçe Sağlık Müdürü hem de iki dönem belediye başkanlığı yaptınız. Dolayısıyla İstanbul'u ve sorunlarını iyi biliyorsunuz. Sizce bugün şehrin acilen çözülmesi gereken en önemli sorunu nedir?

İstanbul'un en büyük problemi deprem riskidir. Bugün ülkenin genel problemlerinden İstanbul'un etkilenmesi, o problemlerin İstanbul'a yansımaları var. Ekonomi, trafik, göç... Hepsi var. Ben Düzce depreminde Sağlık Bakanlığının koordinatörüydüm. Oradaki çalışmalarımdan dolayı Türk Tabipler Birliği'nden 'Yılın Hekimi' ödülünü aldım. Depremle ilgili İstanbul'da yapılacak yerinde, adil bir kentsel dönüşümle diğer problemler de çözülür. Ulaşım ve otopark sorunu da çözülür beraberinde. Okul arazisi yok. Kamu hizmet alanı yok. Bu problemlerin hepsi çözülür. Ama hedef ve odak deprem olmalı. Bilim insanları bağırıyor. Her an İstanbul'da deprem olabilir. Doğu’daki fay hatları kırıldı. Ege’de fay hatları kırılıyor. İstanbul'un bir deprem gerçeği var. Burada bir deprem olduğu zaman merkezi hükümetin gücüyle bile tolere edilebilme imkânı çok düşük. Siz de görmüşsünüzdür. Son zamanlarda çöken binalar oluyor. 5 bina, 10 bina... Bunların enkazı bile 30 günde kaldırılamıyor. Deprem denince herkes çöken binalarda kaç kişinin öleceğine odaklanıyor. Benim tahminime göre İstanbul'da olası bir depremde, maksimum 50 bin kişi ölür. Biz bunun hesaplamalarını yaptık. Ama İstanbul’daki binaların 100 binde biri bile kullanılamaz hale gelse, bu on binlerce bina demek. On tane binanın enkazını bir ayda kaldırıyorsun. On binlerce binanın enkazını nasıl kaldıracaksın? Biz Gaziosmanpaşa’da bir çalışma yapmıştık. Böyle bir deprem olursa enkaz, belediye veya özel sektörün imkânı birleşerek 4 yılda kaldırılır. Peki ne olur? Bir sokakta yüz ev var. İkisi kullanılamaz halde hasarlı. Bu enkazı siz kaldıramazsanız, o sokakta kanalizasyon hizmeti çalışmaz. Su veremezsiniz. Elektrik veremezsiniz. Doğalgaz veremezsiniz. İnsanlar evlerinde yaşayamaz. Yaz şartlarında ve kış şartlarında bir düşünün. Yazın salgında, kışın soğukta. Su yok. İnsanlar ne içecek? Ne yiyecek? Nerede yatacak? Tuvalet ihtiyaçlarını nerede giderecek? Çöpünü nereye atacak? Şöyle planlar yapılıyor İstanbul'la ilgili: Polis güvenliği sağlayacak, sağlık ekipleri çalışacak. Kaç kişi sokakta çocuğunu bırakarak 3 ilçe ilerdeki bir görev yerine gidip kamu hizmeti verecek? Ben Düzce depreminde gördüm. Düzce'deki hiçbir polis ve devlet yetkilisinin, Düzce'ye katkı sağlayacak hali yoktu. Kendi çocuğu ölmüş, ailesi sokakta, ne yiyecekleri belli değil, nerede yatacakları belli değil. Bu insanlardan depremde görev almaları beklentisi olamaz. Böyle bir deprem yaşandığında İstanbul'da insanların derhal tahliye edilmesi lazım. Böyle planlar yapılması lazım. Bunlar olmazsa, güvenlik sağlayamazsanız, ilk anda belki 50 bin kişi ama 3 ayda milyonlar ölür. Yalova depreminde bile daha ölmemiş insanların canlı canlı kolları kesilerek bilezikleri alındı. Bir de bu kadar kozmopolit bir şehirde yaşandığını düşünün bunların. Ve ekonomik sıkıntıları olan bir Türkiye'de, düşünün. İTÜ'den bir profesör, 'deprem olursa, eğer sağsanız, yürüyerek bile olsa bu şehri terk edin' dedi. Çünkü çıkamazsanız, bambaşka şeyler yaşarsınız. Bu şehirde güvenlik sağlamak çok zordur. Bu olay üç günde düzelmez. Yıllarca ve dev bütçelerle ancak çözülebilir. Altyapıyı, yer altında odalar olacak şeklinde yapalım. Her sorunda yolu kazmayalım. İSKİ'de, elektrikte yolu kaz. Kanalizasyonda yolu kaz. Doğalgazda yolu kaz. Bıktık artık. Gaziosmanpaşa'da 3 bin dairelik bir proje oldu. Bütün sokakların altında tüneller yaptık. Bir arıza mı var? Kapağı kaldırıyorlar, sorunu kolayca gideriyorlar. Her projede bunu yapmalıyız. Bunu ancak dönüşümlerle yapabiliriz.

"Türkiye'de hangi parti iktidara gelirse gelsin mültecileri bu ülkeden atamaz. Avrupa Birliği'nden para almışsınız,
parayı yemişsiniz, 'e ben bunları göndereceğim' diyorsunuz. Öyle bir şey yok."


Peki İstanbul'un göç sorunu nasıl çözülecek?

İstanbul'dan geriye göçü teşvik etmek çok önemli. Bir kere İstanbul'un metrekaresi, yüz ölçümü belli. 17 milyonluk bir şehir. Böyle giderse 30 milyon olacak. İstanbul'un arazisi bunu kaldırmaz. İstanbul'da geriye göçü teşvik etmezseniz, dikey mimari yapacak arazi de kalmaz. Peki geriye göçü nasıl teşvik edeceksiniz? İstanbul'daki bütün fonksiyonları içinde taşıyan pilot şehirler yapmanız lazım. Marmara'da, Ege'de, Batı Karadeniz'de, Trakya'da pilot şehirler yapılmalı. Dikkat edin İstanbul'da ne kadar çok özel eğitim var. İstanbul'a 100 kilometre ilerde bir şehir yapacak devlet. Özel üniversitelere arsa verecek, 50 yıllığına. Buraya üniversiteni, yurdunu yap. İngiltere'deki gibi bir eğitim şehri yap. Çocuklar ucuza yurtta kalsın. Eğitim masrafları düşük olsun. 200-300 bin nüfusluk bir şehir oluşturun. Kuzey Ege'de Edremit’te çok güzel bir uluslararası havaalanı var. Yapın bir pilot şehir. Türkiye'nin, şehirlerin yüz ölçümüne, nüfusuna, tomografisine bakarak pilot şehir üretmesi lazım. İstanbul'da olmaması gereken birçok sektörü, burada nüfus yoğunluğuna neden olan alanları oraya aktarın. İstanbul'da merdiven altında ayakkabı üretiliyor, yanında da kongre yapılıyor. Bir tarafında turizm var. Öbür tarafta bütün özel üniversiteler var. Bütün özel sağlık kuruluşları burada. Milyonlarca nüfusun İstanbul'dan çıkarılması lazım. Trakya'da birçok yer var. Buralarda denize yakın şehirler oluşturun. Deniz nakliyesi oradan gelsin. Trakya'ya bir lojistik rol biçin. İstanbul'un lojistik yükünü buradan alın.

Mülteci göçü ile ortaya çıkan sıkıntılar nasıl halledilmeli sizce?

Biz göç politikalarına en samimi ve reel yaklaşan partiyiz. "Biz bunları göndereceğiz" diyen çok parti var. Kimse gönderemez. Zerre kadar hukuk biliyorsanız, gönderemezsiniz. Sosyaliteye de uymaz. Bunun realitesi yok. Nasıl göndereceksiniz? Almamak kolaydı. Alırken farklı şeyler düşünülebilirdi. Pilot ve tampon bölge oluşturulurdu, burada kentler kurulabilirdi. Bir deli bir kuyuya taş atar, 40 akıllı çıkaramaz. Bugün mültecilerin geri gönderilmesi için harcanan enerjinin, yüzde birini zamanında harcasalardı, bu duruma gelmezdik. Türkiye'nin bu durumu yaşamasının en büyük nedeni, uygulanan Suriye politikasıdır. Bir ay evvel sarmaş dolaş olanlar, bir ay sonra birbirlerini hain ve şeytan ilan ettiler. Olayın temeli burada. Bu nedenle, 'kapının önüne koyacağız'ın gerçekliği yok. Burada uygulanacak yol şudur: Birincisi, derhal Suriye devletiyle ilişkiler düzeltilmeli. Bugün Ukrayna'nın düştüğü durumu görüyorsunuz. Batının gazıyla ne duruma geldiler. Bizler de bilmiyoruz kimin gazıyla Suriye'ye girdik. Ama bu insanlar keyfinden gelmedi. Vatanları, toprakları gitti. Atalarının yaşadığı köyleri, topraklarını bırakıp geldiler. Bu insanları anlamak lazım. İnsanlar mazlum. Siz mazlumun yanında olmazsanız, bu insanlara karşı nefretle yaklaşırsanız, benzer şeyleri yaşamamanızın garantisi yok. Bu insanlar burada kaldığı müddetçe, bunlarla ilgili yapılabilecek ne varsa, insani sınırlar çerçevesinde yapılmalı. Bu insanlar mağdur edilmemeli. Evinize misafir aldığınız birine dilencilik yaptırır mısınız? Bu ülkeye bu insanları aldınız, bu insanlara dilencilik yaptırdınız. Bu insanları geçim sıkıntısı nedeniyle zaman zaman bazı yerlerde gayrı yasal alanlara ittiniz. Gelişmiş medeniyetlere bakmak lazım. Almanya aldığı insanın kendi ülkesine zarar vermeden, onlara da zarar görmesine izin vermeden yaşayabileceği standartlar belirledi. O insanlara sahip çıkıyor. Sahip çıkmak budur. Aldınız insanlara, kollarında çocuklarıyla dilencilik yaptırdınız. Bizim bu insanlara devlet olarak yapmamız gereken ne varsa yapmamız gerekiyor. Sonrasında Suriye ile çok iyi bir politika belirlemeliyiz. Birleşmiş Milletler'in insan haklarına ilişkin kararlarına uyarak gitmek isteyenlerin güvenli gitmesini kolaylaştırmalıyız. Geri kalanlar ise sisteme entegre edilmeli. 'Atacağız, kovacağız'... Bunların hiçbirini kimse yapamaz. Bugün Türkiye'de hangi parti iktidara gelirse gelsin o insanları bu ülkeden atamaz. Avrupa Birliği'nden para almışsınız, parayı yemişsiniz, 'e ben bunları göndereceğim' diyorsunuz. Öyle bir şey yok. İnsanlar iş bulmuş, esnaf olmuş, çocuğunu okutmuş. Bu insanları sisteme entegre etmeniz lazım. Avrupa’ya karşı koz olarak kullanmak da bu insanlarla geleceğimizi sıkıntıya sokacak bir durum. 'Siz bize samimiyetle sahip çıkmadınız. Bizi kullanmak için buraya aldınız' psikolojisini oluşturdunuz. Bu, ülkenin geleceğine zarar verir. Bu insanlara sahip çıktıysanız, gereklerini de yapacaksınız. İnsanları sınıra itip, ona buna dövdürtüp, öldürülmesine sebep olunur mu? Bunların hiçbiri yakışmaz Türkiye'ye.

'ERDOĞAN'IN DOKTORLARLA İLGİLİ AÇIKLAMASI BİLGİSİZLİĞİN DİBİ'

Bir hekim olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son olarak gündeme oturan doktorlara yönelik 'giderlerse gitsinler' açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bir hekim olarak çok üzüldüm. Anlamayabilirsiniz. Bilmeyebilirsiniz. Ama insanlara biraz saygılı olmalısınız. Bir doktorun nasıl yetiştirildiğini bir de anne ve babaya sorun. Ben kendi anne ve babamın beni okutmak için çektiği sıkıntıyı biliyorum. Öğrencilikte sınıf arkadaşım ve ev arkadaşım olan bir doktor vardı. Eşi Almanya'da yaşadığı için son sınıflarda Almanya'ya gitti. Orada okulu tamamladı Türkiye'ye geldi, Gaziosmanpaşa'da bir özel hastanede çalışıyordu. İki çocuğu da Çapa Tıp Fakültesi'ni kazanmıştı. Birkaç yıl ondan haber alamadım. Geçenlerde bana mesajı geldi. '3 yıldır İsviçre'deyim' diyordu. İsviçre vatandaşı olmuş. Çok vatansever bir insandı. 'Benim Türkiye hikayem kapandı' dedi. Daha da dönmedi. Tıbbı hiç bilmeyen, anlamayan, bir kişi kalkıyor, 'Giderse gitsinler. Genç doktorlar alırız ya da yurtdışından doktor getiririz' deniyor. Bu nasıl bir kafa? Domates mi alıyorsun? Bu bilmemenin dibidir. Anlamamanın dibidir. Korona sürecini Türkiye en az hasarla atlattıysa bu insanlar sayesinde atlattı. Ben arkadaşlarımın neler çektiğini biliyorum. Ölen arkadaşlarım var. Bu mudur saygınlık? Emeğe saygı göstermezseniz zaten başka hiçbir şeye saygı göstermezsiniz. Sen ödün patlayarak evinde otururken, görüşmelerini bile Zoom'dan yaparken, bu insanlar o hastanelerde mücadele ettiler. Biz bir bedel ödedik. Aldığı maaş kaç para? Bir tane uzman hekim arkadaşım var. Kulak burun boğaz uzmanı. Babası nakliyeci. Çocuklarını okutamadığını söylüyor. Eşi de doktor. Ne yapacağını sordum. Nakliyeciliğe döneceğini söyledi. Bu insan uzman hekim. Türkiye'de yüzde 1'le tıbba girmiş. Girdiği yerde on doktor içerisinde onda bir uzmanlık yapmış. Bu kadar kolay mı? Bu insanları bu kadar hafife alamazlar. Yazıktır bu ülkeye. Tıp fakültesinden, dışardan getirmeyle olmuyor bu işler. Biz bu seviyeyi 20 yılda yakalayamayız. Dünyada doktoru ambulansta çalıştıran ülke yoktur. Biz ambulanslarda yıllarca doktor çalıştırdık. Bu sağlık personelinin ne kadar hoyratça kullanıldığının göstergesidir. Şimdi de gitsinler diyorsun. Zaten bıraksan hepsi kaçıp gidecek. Bu hükümetin en çok kullandığı laf güvenliktir. Bu memleketin gençlerinin yüzde 80'i fırsat bulsa ülkeden gideceğini söylüyor. Bir ülke için bundan büyük güvenlik problemi mi var? Doktorları kaçır, sonra bakarsın ki bir doktor nasıl yetişiyor.

İlçe kongreleriniz devam ediyor. Bunlar ne zaman tamamlanacak? İstanbul’da kaç üyeye ulaştınız?

İstanbul'da 30 bini geçti üye sayımız. Ülke genelinde de 130 bini geçti. Ben 6 ay önce göreve geldiğimde İstanbul'daki üye sayımız 480 kişiydi. İstanbul'daki ilçelerin yarısının kongresi daha yapılmadı. Kongre yapılmadan ilçeler 400 üyenin üzerine çıkmıyor. Şu anda İstanbul'daki ilçelerin yarısı mevcut üye sayılarıyla bekliyor. Bir buçuk ay sonra bütün kongreleri bitirmiş olacağız. O zaman üye sayımız patlayacak. Şu anda 38 ilçede teşkilatımızı tamamladık. 19'unda kongre yapıldı. Geri kalan kongre bir buçuk ayda bitecek. İstanbul'da teşkilat çalışmalarında ciddi bir yere geldik. Bizden önce 8 ay hiç kongre yapılmamıştı. Hiç üye kaydedilmemişti. Teşkilatlarımızdaki arkadaşların yüzde 80'i daha önce siyaset yapmamışlar. Siyasi tecrübe çok anlamlı mıdır? Tecrübe bazen kötü alışkanlıkların toplamıdır. Her tecrübe makbul değildir. Ama bu arkadaşlarımıza biraz motivasyonla ilgili yol göstermemiz lazım. 20 yaşındaki bir gence bir şey öğretebilirsiniz. Ama iş insanı, akademisyen, hiç siyaset yapmamış 40'lı yaşlarda olan insanlara siyaset öğretmek çok kolay değil. Yine de ciddi bir seviyeye geldik. Hedefimiz 3 ay sonra 50 binlerin üzerine çıkmaktır. Bu çok hızlı yayılacak. Benim daha evvel siyasi tecrübelerim var. Saha önemlidir. Siyaset sokaktadır. Birçok partinin sahasını gözlemledim. Bugünün Türkiye ve İstanbul'unda insanların siyasetten kaçtıkları bir dönemdir. İnsanların siyasilere çok büyük öfkesi var. Hem iktidar hem muhalefet tarafından kandırıldıklarını düşünüyorlar. Herkesin oy verdiği partiyle ilgili ciddi eleştirileri ve suçlamaları var. Böyle bir dönemde sahaya çıkıyoruz. Ben ilk başlarda çok tedirgindim. AK Parti'nin kalesi Sultanbeyli'ye gidiyoruz. CHP'nin kalesi Beşiktaş ve Kadıköy'e gidiyoruz. Neyle karşılaşılacağını bilmiyoruz. Genel Başkanımız daha önce İstanbul'da hiç sahaya çıkmamıştı. Başta çok tedirgindik. Ama müthiş gidiyoruz. Ali Bey'in farklı bir aurası var. Kendisiyle diyaloğa geçen insanların bir buz dağının erimesi gibi nasıl değiştiğini görüyorsunuz. AK Partililer 'hain' diye suçluyor. CHP tarafı ‘siz AK Parti'nin devamısınız’ diyor. Ali Bey'in bunları makul yanıtları, bu insanlarla samimi konuşması bakışlarını değiştiriyor. Ali Bey ekonomi konusunda da, ‘ben bunu yaparım’ demiyor. ‘Ben yardımcı olmaya çalışırım. Ama yapabilmem için ekonominin o günkü şartlarına bakmam lazım. Söz borçtur, bu sözü bana 15 yıl sonra sorarlar' der ve sokakta hiç atıp tutmaz. Böyle bir modelle çalışıyoruz. Türkiye ise böyle bir modele alışık değil. Çıkıyor, 'su bedava, elektrik bedava, onu yapacağım, bunu yapacağım' diyor geçiyor siyaset yapanlar. Ali Bey böyle biri değil. Sayıştay beni didik didik aradı belediye başkanlığımda. On sene boyunca. Bana çıkan toplam zimmet 5 bin 500 lira. O da hesap işlerindeki personel, mesaiyi hesaplarken birine 200 lira fazla vermiş. Başkasına 300 lira fazla vermiş. Ama kurumun başında ben olduğum için bana zimmet olarak çıkmış. Normalde o fazla alanlar ödeyecek ama belediyenin yasasına göre belediye başkanı ödeyecek. 10 yıl boyunca Türkiye'nin en büyük ilçesini yönettim, çıka çıka bu çıkmış. Şimdi bakıyorsun millete neler çıkıyor. Benden sonrakilerin Sayıştay raporlarını okudum, şok oldum. Ali Bey de kendi döneminde 12 yıl bakanlık yapmış. Bir şey olsaydı, 50 defa sızdırırlardı. 2002'de milli geliri 3 bin 500 dolardan devralmış, 12 bin dolara çıkarmış. Bu ülkeye yabancı sermaye girişini 1 milyar dolardan 25 milyar dolara çıkartmış. Bu ülkenin ihracatını 36 milyar dolardan 136 milyar dolara çıkartmış. Soruyorum nasıl yaptınız diye, 'hukuk, hukuk, hukuk' diyor. Ekonomi demiyor. ‘Hukuk’ diyor.

Takip edebildiğimiz kadarıyla Esenyurt, DEVA Partisi'ne ilginin yüksek olduğu ilçeler arasında önde geliyor. Sizce bunun nedeni ne?

Esenyurt çok fazla göç alıp çok hızlı büyüyen bir ilçe. Yüzölçümüne göre nüfuzu çok fazla. Çok kozmopolit bir yer. Anadolu'nun farklı illerinden gelen ve diğer ülkelerden gelen göçmenler, sokaklarda kendi kültürlerini yaşıyor. Bunu 20 sene evvel Gaziosmanpaşa yaşıyordu. Nüfusu yılda 40 bin kişi yükselen bir ilçeydi. Gelenler hemen kendi köy ve ilçelerinin ya da illerinin derneğini kuruyorlardı. Özellikle kadınların üç sokak aşağısından haberi yoktu. Kadınlar çocuklarını okula gönderiyor, pazar, manav derken hepsi küçük bir alanda yaşıyorlardı. İlçedeki kültür merkezlerinden kimsenin haberi yoktu. İstanbul'da böyle bir hayat yaşanıyor düşünün. Burada yaşamanın bedelleri var. Mutfak ekonominiz eğer köyünüzde 10 liraysa burada 20 lira. Daha fazla çalışıyorsunuz ama emeğinizin karşılığını alamıyorsunuz. Bu yüzden bu insanlar daha tepkisel. Yeni modeller görüyorlar. Anadolu'da insanlar köyde yaşar, bütün ülkeyi köyü gibi zanneder. Ama burada senin çocuğun çıkıyor, AVM'nin yanından geçiyor. Görüyor ve istiyor. Buradaki insanlar daha gergin, daha mutsuz. Çocuk geldiği zaman, 'baba bu arkadaşımın şusu var' dediği zaman siz de alamıyorsanız böyle bir hayat mutsuz eder. Bu nedenle Esenyurt gibi göç alan ilçelerde tepki çok fazla. Vatandaş barut gibi. Bir de farklı kültürlerle sıkışmış ortamlarda yan yana yaşıyorlar. Bunun da stresi var. Sen ekonomik sorunlar yaşıyorsun, bir de farklı kültürlerle çok hızlı temas içerisindesin. Bir senede binlerce Suriyeli komşunuz oldu. Bugün Urfa ile Van arasında bile kültürel farklar vardır. Beslenmesinden, adetlerine kadar. Siz tüm bu kültürü bir araya getirdiniz. İnsanlar bu yüzden Suriyelilerle çatışma yaşıyor. Bu sıkışmışlıklar yüzünden. Dedikodu ve yanlış anlamalar çok fazla. İletişim kuramıyorsun. İletişim dilin ve tarzın aynı değil. İletişimi sadece dil belirlemez. Gelenek ve görenek belirler. Birinin kültürüne göre normaldir, senin kültürüne göre yanlıştır, terbiyesizliktir. İnsanlar niye şiddete başvuruyor? İletişimle sorunu çözemiyorsa, en son yoldur şiddet. Esenyurt gibi yerlerde bunlar yaşanıyor. Toplum sıkışmış, barut gibi. Biz orada sahaya çıktığımızda sahada da görüyoruz. Herkes gergin. Herkes uca çekilmiş. Bomba gibi bir ilçe. Sorunun çözülmesini istiyorlar. Sokaktaki gerginliğe bakıyorsunuz, herkes birbirine şüpheyle bakıyor. Bu insanların büyük bir çoğunluğu hükümeti suçluyor. Hatta muhalefet tarafında olanlar da muhalefetin üzerine düşeni yapmadığını söylüyor. Bu, ülkeyi yönetme erkine sahip olanlara karşı bir tepkiydi. Bu insanlar haklı. Bu insanları Esenyurt'a bu ülkeyi yönetenler sıkıştırdı. O kadar büyük bir nüfus, bu kadar küçük bir alanda... Çok lüks kafelerin önünden geçip çok kötü şartların altında yaşıyorlar. Vitrinlerde çok güzel şeyler görüyorlar ama onları alamıyorlar ve yanından geçiyorlar. Bu başka bir yere evrilecek. 50 yıl önce Doğu Karadeniz'den çok büyük göçler geldi. 7-8 çocuklu 10 kişilik bir aile geldi, iki odalı bir eve yerleşti. Bir kişi evde kaldı, 9 kişi çalıştı. Yer sofrasında beraber yemek yediler. Biri pazarda, biri inşatta, farklı yerlerde çalıştılar. Aralarında hangisi işinde iyi ise biriken parayı oraya aktardılar. İnşattaki müteahhit oldu. Pazarcı market sahibi oldu ve zenginleştiler. Sonra mesleki ve hemşeri STK'larını kurdular.  Sonra bununla yetinmediler, siyasete girdiler. Siyasetin önde unsurları oldular. İstanbul'daki bu yapı yıllarca siyasetin belirleyicisi oldu. 20 yıl önce Doğu ve Güneydoğu'dan gelmeye başladılar. Aynı yapı. Bugün İstanbul'daki STK'larda ciddi sayıda Doğu ve Güneydoğu'nun ağırlığı var. Siyasi partilerde de aynı şekilde ağırlıkları var. Süreç böyle işlerse ne olur? 15 yıl sonra Suriye'den gelen kardeşlerimizi buralarda göreceğiz. İstanbul'un iş hayatını, politikalarını etkileyen isimler onlar olacak. Aynı mantık. 8-9 çocuk, aynı evde, çalışıyorlar ve biriken parayı bir yere aktarıyorlar. İstanbul göstere göstere her seferinde aynı şeyi yaşıyor. Kendini sürekli tekrar ediyor.

İstanbul'da sağlık ve sosyal hizmet alanlarında 20 dilde hizmet veriliyor ancak Kürtçe bu diller içinde değil. Aynı şekilde İstanbul'daki 62 kamu hastanesinde de yine Kürtçe hizmet yok. Siz hem bir hekim olarak hem de bir siyasetçi olarak nasıl bakıyorsunuz bu duruma?

Ben Bingöl'de doktorluk yaptım. Özellikle yaşlı vatandaşlar geliyorlardı, Türkçe bilmiyorlardı. Ben hizmet edemiyorum. Halkın içinden insanlar çağırdık. Bir hastalıkla ilgili herhangi bir vatandaş ne bilebilir? Ben bunun acısını ve yetersizliğini yaşadım. Devlet beni hizmet vermem için oraya göndermiş, ben insanlarla konuşamıyorum. Sağlık memuru, hemşire dışardan gelmiş. Sonra Kürtçe bilen bir hemşire geldi de rahatladım. Bu bugünün değil, bu toprakların tarihinden gelen bir sorun. En rahatsız olduğum şeylerden biridir. THY'yi arıyorum, Türkçe, İngilizce ve Arapça konuşuyor. Böyle bir şey yok. Bir kere insan haklarına aykırı bir şey. Mesela İsviçre ya da Almanya'ya gittiğinizde, dilin yoğun konuşulmasına göre ayarlanıyor. Bu ülkede tüm kamu hizmetlerinde herkesin anlayacağı dil, nüfus yoğunluğuna göre belirlenir. Türkiye’de ise en fazla Türkçe ve Kürtçe konuşuluyorsa, tabelasından iletişim diline kadar bu sağlanmalı. Bunu bileceksin. Bingöl'de hizmet verenler Kürtçeyi bilen insanlar olacak. Bunu sağlayacaksın. Uyaracaksın, yönlendireceksin. Bu insanlar senin asli vatandaşların. Eğer bölgede nüfus çoksa, Arapçayı koyacaksın. Herkes bunu öğrenmeli. Sen devlet olarak oralarda insanlara anadilde eğitimi ver. Yanında Türkçeyi de öğret. Ama insanların anadillerinde yaşamaları ve anadillerini kullanma hakkı var. Bu ülke aynı Diyanet gibi. Hıristiyan’dan vergiyi al, cami imamına ver. Böyle bir Diyanet olur mu? Eğer Hıristiyan vergi veriyorsa, Alevi vergi ödüyorsa, o Diyanet bunları da temsil edecek. Din diyorsan, dinin kökeninde böyle bir şey yok. Medeniyet diyorsan, medeniyetin kökünde böyle bir şey yok. Bu ülkede devlet, insanların dil yoğunluğuna göre hizmet vermeli. Kendi insanına ulaşamıyorsun. Bin yıldır bu kafayla ulaşamamışlar. Hele sağlık alanında. Hasta gelmiş, acil ama doktor dilini bilmiyor. Bu olmaz. Buna göre planlayacaksın. Kürtçe anadilde eğitim mi almak istiyor. Okulda onun nüfusunu oluşturacaksın. Yanında yine Türkçeyi öğret.

İstanbul'daki Kürt seçmene nasıl ulaşıyorsunuz?

Geçtiğimiz günlerde televizyonda Ayhan Bilgen'i dinledim. ‘Türkiye'deki politikaları ırksallıklardan çıkaralım’ dedi. Kürt hakları, temelde insan haklarıdır. Bir insanın anadiliyle konuşması, hizmet talep etmesi insan hakkıdır. Bu talebi, ülkemizdeki Araplar da söyleyebilir. Gürcü de söyleyebilir, Boşnak da söyleyebilir. Bu ülkede HDP'ye oy verenlerin yüzde 3,5'i Türk kökenlidir. Bu insanlar HDP'ye insan hakları için veriyor oylarını. Demokrat Partili bir arkadaşımla konuşurken, kime oy vereceğini sordum. HDP dedi. Ben AK Parti'nin güçlü olmaması için HDP'ye oy veren çok sayıda Türk biliyorum. Selahattin Demirtaş'ın uzlaşmacı tavrı, verdiği enerji, HDP'ye birçok kişinin oy vermesini sağladı. İnançsal, ırksal şeyleri bu topraklarda kafamızdan atmalıyız. Kirlerimizden arınalım. Bunlar bizim kirlerimizdir. Bunlar defolu düşüncelerdir. İnsanlar ırkını belirleyemez, istediği inancı da seçme hakkına sahiptir. Biri hiçbir şeye inanmıyorsa, vergisini Diyanet'e vermeyeceksin. Bu hakka sahip olmalı insanlar. İnancın temeli de budur. Bizim partide çok Kürt arkadaşlarımız var. Bu işe insan hakları olarak bakıyoruz. Kendi vatandaşımızın insan haklarından mahrum kalmasına izin veremeyiz. Burada kimsenin ırksal ve inançsal bir eleştiri yapmasına asla izin vermeyiz. Bu ilkel düşüncelerle geçmişimizde bu ülkenin nasıl kandırıldığını yaşadık. Ben çocukken Ankara'nın doğusundakilerin hepsinin Kürt zannederdim. Lahmacun ve kebap kültürü yoktu İstanbul'da. Şimdi geldi, kötü mü? Kürt düşmanlığı yapanlara soruyorum, sevdiği türkücüleri soruyorum, 10'undan 6'sı Kürt. Sevdiği 10 yemeği soruyorum, 7 tanesi Kürtlerin. Kardeşim nasıl bir düşmanlık o zaman bu? Biz AK Parti'de çok kandırıldık. Milli ve dini nedenlerle siyaseti yönlendirmelerini gördük. Bu ülkenin temelinde iki yanlış var. Din ve tarih yanlış anlatılır. Biz buraları irdelemezsek bir şeyleri çözemeyiz. Ali Bey beni ilk çağırdığında gittim, siyaseti düşünmediğimi söyledim. Hele milli ve dini endeksli siyasetle hiç işim olmaz. 'Vatan millet Sakarya, din kitap dediniz mi, ben uzak dururum' dedim. Ali Bey de 'Biz de zaten bunun için buradayız' dedi. Hiç unutmuyorum, belediye başkanıyken bir mülakat yapıyordum. Zabıta alacaktık. Herkes geldi, biri vardı, biraz yetersizdi. Elemiştik. Birisi, 'başkanım bu Kürt'tür' dedi. Bir dakika dedim. Birincisi, bunu bir daha duymayayım. İkincisi, sen benim bireysel performansla değerlendirip almayacağım kişiye böyle diyemezsin. Şimdi ben bunu almazsam hayatım boyunca vicdan azabı çekerim dedim. O arkadaşı hemen işe aldım. Böyle bir şey olmaz. Bizim etrafımızda da böyle bir şey olmayacak. Benim zaten Güneydoğu'da askerken gördüklerim, hayatımı ters düz etti.

Ne gördünüz?

Orada yaşanan acıları gördüm. Bir gün orada yaşananlarla ilgili kitaplar yazılacak Nobel ödülü alacak, filmler çekilecek Oskar ödülü alacak. Ama çocuklarımız ve torunlarımız bize, 'bunu gördünüz ve sesinizi çıkarmadınız' diyecekler. Bunun hesabını vereceğiz. Ben 90'lı yıllarda oradaydım. Diyarbakır Lice'de paralı askerlik yapmaya gittim. Bahtiyar Aydın vurulduğunda oradaydım. Lice'nin yakılmasına şahit oldum. Askeri ranzada gece ağlayarak dua ederdim. 'Allah’ım sen bu mazlumları koru' diye. Halkın yaşadıklarını gördüm. Bu ülkede Türk olan vatandaşlara, devletin yönlendirmesiyle çocuğunu oraya gönderen, çocuğu ölen, babası ölenlere bir şeyleri anlatmak kolay değil. Her iki yanda da çok büyük hasarlar var. Bölgede yaşananlarla ilgili Türk vatandaşların çok büyük vicdani sorumlulukları var. Görmezden geldik. Duyduklarımıza inandık. Okuduklarımıza inandık. Oraya gidip kısa süre kalmamla bile gördüklerim vicdanımı çok rahatsız etti. Ben orada da bunu söyledim. Subaylar yanıma geldiler, beni tehdit ettiler. 'Bak doktor, sayılı günlerin var, çekip gideceksin, rahat dur burada' diye tehdit ettiler. Askerlere yapmayın dedim. Bu yaptıklarınız askerlik değil. Yarın vicdanınızı rahatsız eder. Köyünüze, memleketinize döndüğünüzde bunlarla yaşayamazsınız. Doğru değil bu yapılanlar. Elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Bu süreçte HDP'yi ve HDP'ye giden seçmeni anlamak lazım. Herkesin yanlış öğretileri var. Yanlış tarih öğretileri var. Ben gördüklerimi 10 yıl sonra çok yakın arkadaşlarıma söyledim. 20 yıl sonra daha fazla kişiye anlattım. Yaşadım, üzüldüm. Allah’a şükür, kendi üzerime düşen ne varsa yaptım, uyardım, yapmayın dedim. Aydınlanmam için orayı görmem lazımmış. Bu ülkenin entelektüeli kitabi aydınlardır. Hayatın içine girmemişler. Lice'de yapılanlar Doğu Karadeniz’de yapılsaydı, herkes çok büyük tepki gösterirdi. Bunlar zulümdür, antidemokratik davranışlardır. Dil hakkı insan hakkıdır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, dünyadaki en iyi modeldir. Demokrasi ile seçilmiş adamı görevden alıyorsun. Madem alıyorsun, belediye meclisi kendi içinden birini seçsin. Kayyum atıyorsun, bu nasıl bir şey? Bizim partide böyle şeyler olmaz.

Lice'de yaşadıklarınızı ve gördüklerinizi biraz daha detaylandırır mısınız? Neler gördünüz? 

Oradaki hukuk dışı uygulamalardı...

Ne gibi hukuk dışı uygulamalar?

Gördük orada. Kimin ne yaptığı belli değildi. Birçok olay oluyordu.

Tam olarak ne oluyordu, ne gördünüz?

Vatandaşın içinde dolaşırken, askeriyenin sert tutumları, agresif tutumları. Askeri olmasa bile nereye bağlı olduğu belli olmayan yapılar. Hissediyorsunuz. Öyle dediler, böyle dediler. At izi it izine karışmış yapılar vardı. İnsanlara aşırı şiddet uygulanıyordu. Ben belediye başkanıyken, bizim Karayolları Mahallesi vardır. O mahallede bir gün polis çevirme yapıyor. Milleti indiriyor. 14-15 yaşlarındaki çocuklar. Yanlarında anne ve babaları. Sert tavırlarla kontrol yapıyorlardı. 'Ne yapıyorsunuz' dedim. Genel çevirme yapıyorsan şu sokakta yap. Özellikle bu mahallede niye bu şekilde yapıyorsun? Bu çocuğun yanında bunu anasına ve babasına yaparsan, bu çocuğu bir yere itersin. Karayolları mahallesinde bir okulda 13 yaşındaki çocuk, Türk bayrağını indiriyor direkten. O çocuğu aldım, belediyenin spor kulübüne yazdırdım. O çocuk 19 yaşında Kick Boks Avrupa Şampiyonu oldu. Omuzunda Türk bayrağıyla ringde dolaştı. Bu bayrağı sevdireceksin. Bu devlet, Kürt, Arap bütün vatandaşlarına, bu ülkenin insanı olmayı sevdirmeli. İterseniz birinin kucağına itersiniz. Bu ülkede tarih boyunca uygulanan politikalarla insanlar bir yerlere itildi. Doğu ve Güneydoğu'da haklarını arayacak bir devlet bulamazlarsa, nereye gidecek insanlar?

Siz iki dönem Gaziosmanpaşa'da belediye başkanlığı yaptınız. Şimdi DEVA Partisi il başkanısınız. Sokağa indiğinizde insanlar nasıl karşılıyor?

Ben doğduğumdan beri oralıyım. Gaziosmanpaşa ile beraber büyüdük. İnsanlarla temasım var. Benim çok iyi ilişkilerim var. Mesela Ali Bey ile dolaşırken, Gazi Mahallesi'nden geçirdik kendisini. Ben Gaziosmanpaşa'da İlçe Sağlık Müdürüyken her yere çok rahat girebiliyordum. Herkes "Erhan bizim çocuğumuz" derdi. Her türlü görüş vardır. Kürt var, Boşnak var, Gürcü var. Çocukluğumuzda bu kültürle büyüdük. Hep etrafımızda farklı diller konuşulurdu. Farklı inançlardan arkadaşlarımız vardı. Şimdi gittiğimde bazı arkadaşların sitemleri oluyor. Orada benim muhalefetim CHP'lilerdi. Ben belediye başkanlığını bırakırken CHP'liler beni ziyaret ettiler. 'Sizinle çalışmaktan şeref duyuyoruz' dediler. Bunu övündüğüm olaylardan biri olarak anlatırım. Hâlâ da beni ziyaret ediyorlar. AK Partililerden daha fazla ziyaret ediyorlar. AK Partililer korkuyor biraz. AK Partililerin ya kızı ya da oğlu devlette bir yerde, bu yüzden çekiniyorlar. Ben tek başıma çok rahat bir şekilde kendi ilçemde çıkıp dolaşıyorum. İlk başlarda ilgi biraz azdı. Şimdi Türkiye'nin şartları nedeniyle daha da çoğaldı. Gaziosmanpaşa'da parti teşkilatı kurulurken, birçok AK Partili genç geldi. Bize zaman zaman partimize katılmak isteyen gençler geliyor. O kişilerin babaları AK Parti'ye çok yakın insanlar. Hatta Tayyip Erdoğan'ın bire bir tanıdığı insanlar. Süleyman Soylu da Gaziosmanpaşalıdır. Soylu'nun yakını olanlar da bize geliyor. Babası Süleyman Soylu'nun en yakın arkadaşı olanlar var. Biz şöyle bir tavır sergiliyoruz. 'Baban ne der?' Babası duyunca kızacağını söylüyorlar. "Babanın gönlünü al, bizim kapımız her zaman açık" diyoruz. İl başkanlığı düzeyinde bile gelenler var. O gençler farkında değil ama babası zarar görür. Maalesef ülkedeki şartlar böyle. 28 Şubat'ta yapılan haksızlıklar benim siyasete girmeme neden oldu. İkinci kırılma noktası, Ayvalık'ta yaşarken Kadıköy'de bir genç kız, maske takmadığı için iki polis tarafından Kadıköy'de yere yatırılarak ters kelepçe takıldı. O gün, bu kız tesettürlü olsaydı ve Bağcılar'da olsaydı, o iki polis bunu yapabilir miydi? Linç ederlerdi. Ali Bey, 'bugün bunun için siyaset yapmak zorundayız' dedi. Demokrasi böyle bir şeydir. Bugün Türkiye'nin gittiği yer hiç iyi bir yer değil. Bir yere geliriz ya da gelmeyiz. Biz doğruları söyleyelim, mücadelemizi yapalım. Zamanımızı, imkanlarımızı doğru kullanalım.