YAZARLAR

Daha karpuz keseceğidik

Mesele seçimde yenilmiş olmak değil, seçimde yenilmiş olmanın biçimi ve bunun yaşatılma şekli. Mesela seçim gecesi ne oldu, veriler aktı mı akmadı mı, kaç sandıkta müşahit vardı/yoktu, ıslak imzalar, CHP’nin seçim sistemi simülasyonu ne oldu ve tüm bu skandalların müsebbibi olarak gösterilen Tuncay Özkan gibi isimler neden hala konumlarını koruyabiliyor, yenilgiye yenilgi bile diyemeyecek olgunluktan yoksun Kılıçdaroğlu hâlâ makamını koruma derdinde?

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri genel, yerel seçim ve referandumların toplamı 15. Bunlara ek olarak şunları da sayabiliriz: yenilenen Siirt seçimi, yenilenen İstanbul seçimi, 2007 ‘deki cumhurbaşkanlığı seçimi, 2000 yılında Fazilet Partisi içinden AKP’nin doğmasına yol açan yenilikçi-gelenekçi gerilimli Fazilet Partisi seçimi, 2005 yılında Baykal ile Sarıgül arasında, 2018 yılında Kılıçdaroğlu ile İnce arasında geçen gerilimli CHP kongresi ve 2016’nın yaz bahar aylarını kapsayan ve 15 Temmuz darbe girişiminden sadece 2 hafta önce 19 Haziran 2016’da sonradan İYİ Parti, Sinan Oğan ve Zafer Partisi olacak olan MHP’li muhaliflerin düzenlediği Tüzük Değişikliği Kurultayı’nın yaklaşık bir yıl sonra 20 Haziran 2017’de Ankara 3. Asliye Mahkemesi tarafından iptal edilmesi.

Ve geride bıraktığımız genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tur seçimi.

23 yılda, kimisi nicel olarak küçük, kimisi nicel olarak da büyük ama, hepsi memleketin sinir uçlarına temas ettiği için, ülke gündemini kilitleyen irili ufaklı 20’den fazla seçim, kongre, referandum vb.  yanı sıra siyasi literatüre eklenip normalleşen, seçim yenileme, hülle seçim vb. gibi süreçler. Dahası, doğru olması muhtemel, ya da bazılarına doğru gelen seçeneklerin hapsedilmesi (HDP), değişik rezervlerle askıya alınması (Kürtlük, Alevilik) ya da İmamoğlu örneğinde olduğu gibi hukuken kuşatılarak kıpırdayamaz hale getirilmesi.

Dolayısıyla, burada seçim dediğimiz şeyin içinde doğru seçeneğin seçtirilmemesi siyasi bir zanaatkarlığın ötesinde, hukuk marifeti ya da trollerin maharetiyle çizilmiş siyasi mühendislik sayesinde, olması gerektiğinden daha büyük bir alanı işgal ediyor.

Ama sonuç bu. İktidar seçimi kazanmakla kalmadı, meşruiyetini yeniledi ve büyük bir muharebeden galip çıktı. Şimdi sarayın gündemi, eline geçirdiği otokratik gücü oligarşik ya da pederşahi hale getirerek, bir sonraki nesle (hem aile içinde hem de muhafazakar blok olarak) miras bırakabilmek.

Buna galiplerin hukuku deniyor.

Zaten göstermelik bir şey olmuş olan hukuk sistemi, galip hukukuyla hepten bir boşgösterene döndü ve muhalefetin arkasında duramadığı hak-hukuk düzlemine, yani bir boşgösterene referans vermeye devam etmesi, artık yalnızca iktidarın kurduğu güç denklemini güçlendirmeye ve sağlamlaştırmaya yarıyor.

Ama dahası var.

Malum 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimleri sonrası, Kılıçdaroğlu ve pek çok kurmayı öyle düşünmüyor ama, birileri bir zafer kazandığına göre birilerinin de mağlub olmuş olması lazım. Dolayısıyla, muhalefet cephesi, her şeye rağmen büyük bir yenilgi aldı. Buradaki yenilginin büyüklüğünü ise oy oranları üzerinden nitelemiyorum. Buradaki meseleyi, özellikle ana muhalefete bel bağlamış geniş kitlelerin Türkiye vatandaşlığından mülteciliğe, muhaliflikten apolitikliğe, umuttan depresyona doğru büyük geri çekilme dalgası üzerinden görüyorum.

Buradaki mesele seçimde yenilmiş olmak değil, seçimde yenilmiş olmanın biçimi ve bunun yaşatılma şekli. Mesela seçim gecesi ne oldu, veriler aktı mı akmadı mı, kaç sandıkta müşahit vardı/yoktu, ıslak imzalar, CHP’nin seçim sistemi simülasyonu ne oldu ve tüm bu skandalların müsebbibi olarak gösterilen Tuncay Özkan gibi isimler neden hala konumlarını koruyabiliyor, yenilgiye yenilgi bile diyemeyecek olgunluktan yoksun Kılıçdaroğlu hâlâ makamını koruma derdinde? Dolayısıyla, iktidarın bize takdim ettiği post-truth düzlem, muhalefetin gerçeklik yitimi ile degaje edilince, süreç daha depresif hale geliyor.

***

Bir de tabii değişim rüzgarı var.

Bu rüzgarı siyasetin yüksek yerlerinde koltuğu olanlar, herhalde “rüzgar yapma koçum” iç sesiyle karşılıyorlar. Ama koltuğu olmayanlar ya da daha yüksek bir mevkinin koltuğuna göz dikenlerin tutumu harika. AKP’nin lügatındaki tensip kelimesi (yani reis tarafından nasiplendirilmek peh peh…) burada “halkımız tarafından tevdi” edilmesi durumunda “görevden kaçmama” ya dönüşüyor. Yani Türkçeye şöyle çevirelim; delege adama diyecek ki, biz seni CHP’nin başkanı olmak üzere Bolu’dan (tevdi/veda, yolculama) yolcu ediyoruz, sen CHP başkanı olunca İş Bankası’nın tevdiat hesaplarından filan huzur hakkı alacaksın, elbette bu vatan hizmetinde çok yorulacaksın, bize başkanlık ettiğin ve bu güzel gelirleri reddetmediğin için biz sana minnettar olacağız, dahası sana karşı kendimizi ahlaken borçlu hissedeceğiz.

Ama bu tensipli lordlar kamarası dilini, tevdi etmeli avam kamarası yan cebime koy kibiri ile mukabele etmenin antropoloji literatüründe bir karşılığı var. Epey zaman önce, büyük kolonyalist Henry Conrad Karanlığın Yüreği isimli çalışmasında buna “beyaz adamın angaryası” (White man’s burden) dedi.

Alengirli hukuki işler Arapçasında da, misyon civilatrice Frenkçesinde de, iktidar ve onun hilafına olduğunu söyleyenler müttefik. Dolayısıyla, efendim yüzde 48’i gördük 50’ye ne kaldı işi biraz, Nasrettin Hoca’nın kışı aç geçiren müteveffa eşeğine hınç, elem, esef arasında “bahara ne kaldıydı” diye hayıflanması gibi.

Hani, tek adam rejimi kazanırsa bir daha sandık yüzü görmeyecektik?

Aslında öyle görünüyor ki, asıl bu kafa sayesinde, biz sandıktan başka bir şeyin yüzünü göremeyeceğiz.

Şimdi muhalefettekilerin, Hoca Nasrettin gibi hayıflanmak yerine, kendisine şu soruyu sorması lazım; Abdülhamit’i, düşman işgalini, tek partili rejimi, 27 Mayıs'ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı yaşayan ama her defasında coşkuyla sandığa giden bu halkı biz sandığa küstürmeyi ya da en azından küsmeyi tartıştırmayı nasıl başardık?

Bunun pek çok yanıtı var: Efendim ben aday değilim, halkımız tevdi ederse, bana görev gelirse tarzı çiğliklerini konuşanlar ile her fırsatta Avrupa demokrasilerine ya da Japonya kalkınmasına gönderme yapan kişilerin aynı kişiler olmaları oldukça belirleyici. Ama hadi harakiri, ya da ritüalistik uzuv kesme şöyle dursun başarısızlık ya da yenilgi sonrası, iş istifaya geldiğinde bu kişilerin ölü taklidi yapmaları, mide bulandırıcı olmadı mı?

Bir diğer önemli mesele, siyaset, yurttaşlık ve demokrasinin, özellikle 2015’ten bu yana yeterince iyi korunamadığı ayyuka çıkmış olan, sandığa indirgenmiş olması. Ve bu indirgemenin hallederizci esnaftan siyasete sirayet etmiş “o iş bende” jestiyle başlayıp, mütemadiyen batırılması.

Bir de tabii mutfak meselemiz var. Evin mutfağı güzel, ama ya siyasetin mutfağı?

Burada, (ki kendisi bence seçim sürecinde eşitsiz koşullarda başarılı bir performans sergilemiştir) CHP’nin ya da herhangi bir muhalefet partisinin yöneticiliğine ilişkin ismi geçen insanlarla ilgili temel mesele şu, tek adam iktidarına karşı tek adam muhalefeti (ve evet kelimenin birinci anlamıyla da ADAM muhalefeti) çıkarmaya çalışmaları, üstelik bunu güya 2015’ten beri giderek artan tonda bir tek adam eleştirisi üzerine muhalefet inşa etmelerine rağmen yapmaları.

Birkaç karar organında, zaten bir vesile harcanacak olan birkaç ismi vitrinden alıp, ilkbahar yaz kreasyonu değiştirir gibi yerlerine yeni birkaç manken koymak, ve tüm bu olayların müsebbibi olduğu söylenilenlerin çöreklendikleri yerde suyun bulanık yerlerini gözetmeye ve gözetlemeye çalışarak zevahire oynamaları çekilir gibi değil.

Madem ki, demokratikleşme ve değişim konuşuluyor, en azından CHP açısından yapılacak şey çok basit; karar organının yeni modaya uygun dizaynı ve Öztrak gibi ikonik olanların devamının ötesinde, partinin delegeler dahil bütün karar mercilerinin istifası ve üyeler, delegelerden itibaren, aşağıdan yukarıya doğru partinin yeniden inşa ve dizayn edilmesi. Ama olmaz. Çünkü, tek adam ya da anti-demokrasi eleştirisi, AKP ve Erdoğan’a kadar.

Hem köydeki üyenin oyuyla, meclisteki vekilin oyu bir mi ki, delegeler yeniden yapılandırılıyor. Buralar hep halka rağmen halkçılık.

Şimdi, bütün seçim süreci boyunca iktidara halktan korkmayın, buraya kulak verin diyen muhalefet özellikle ana muhalefet, halktan bile değil, kendi üyelerinden korkmasın. Seçim kazanılmış olsaydı, demokratlık güzel olacaktı ama olmadı, bu haliyle sürdürmeye çalıştıkları şey demo-pedi.

Ama tüm mesele partiler ve lider kültleri değil. Nazım’ın dediği gibi “demeye dilim varmıyor ama…” iradeni ve aklını iktidardaki ya da muhalefetteki bir kişiye devretmiş olduğun için “suçun çoğu senin kardeşim”...

Kant’ın “Aydınlanma Nedir” i üzerinden, 'suçun çoğu nasıl bizde oluyor'dan devam etmek üzere şimdilik burada bırakalım.

 


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.