Cüneyt Arkın gibi yaşamak cesaret ister

Yakın zamanda Fatma Girik’ten sonra üç kuşağın kahramanı Cüneyt Arkını da yitirdik. Yüreğimiz buruk. Işıklarda olsun, anılarda yaşasın.

Google Haberlere Abone ol

İzzet DOĞAN*   

Türk sinemasının efsane isimlerinden biri olan Cüneyt Arkın'ın vefat haberi herkesi yasa boğdu. Kalbinin durması sebebiyle ambulansla geldiği hastanede bütün çabalara rağmen hayatını kaybeden usta sanatçının vasiyeti ortaya çıktı.

Nazım Hikmet Bursa Cezaevinde yatarken nişanlısı Piraye’ye devam eden ceza davasının hiç iyi gitmediğini yazınca Piraye “sana bir şey olursa yaşayamam” diye cevap yazıyor. Nazım Piraye’nin mektubuna karşılık yazdığı “Karıma Mektup” adlı şiirinde:

“Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı
                  en fazla bir yıl sürer
                              yirminci asırlarda
                                                ölüm acısı.”
 diye yazıyor.

Halkın gönlüne gömülenler dışında, Nazım’a hak vermemek mümkün değil. Ölüm insanların içini acıtıyor ama dünyaya küstürmüyor. Yaşam sürüp gidiyor diyoruz.  Kimi zaman ölünün tabutu ortada duruyorken kimi ağlıyor ama aynı yerde bir olayı anlatıp gülenler de oluyor. Bir ölüm haberini bir doğum haberi izliyor. Yolun bir şeridinden cenaze konvoyu geçerken, diğerinden düğün alayı geçiyor.

Çocukluk kahramanımız Cüneyt Arkın’ı yitirdik. Önce atı “Hasretim”in” yanına gömülmek istiyordu, sonra annesinin-babasının yanını istedi, fakat çok sevdiği halkının gönlüne gömüldü. Yüzlerce filmde oynamıştı. Ancak sonuçta çok sevdiği halkının gönlüne gömüldü. Çünkü o “Benim kahramanım Türk halkıdır” diyordu, Türk halkı da ona “benim kahramanımsın” dedi.

1972 yılında düzenlenen 4. Altın Koza film Festivalinde, jürinin ilk oylamasında Yılmaz Güney’in “Baba” filmi En İyi Film, Yılmaz Güney ise En İyi Erkek Oyuncu seçilmişti. Ancak Adana Büyükşehir Belediye Başkanının itirazı sonrası toplanan jüri En İyi Erkek Oyuncu ödülünü “Yaralı Kurt” filmindeki performansı nedeniyle Cüneyt Arkın’a verdi.

Ancak Cüneyt Arkın bu ödülü siyasilerin oyunlarıyla Yılmaz Güneye verilmediğini bildirerek kabul etmedi.

'NTV'de "Yüz Yüze"de Simge Fıstıkoğlu'na konuk olan Cüneyt Arkın, ödülü neden reddettiğini şöyle açıklamıştı:

 "O ödül Yılmaz'ın hakkıydı. Şimdi Yılmaz bunu bilirken, aklı başında herkes bunu bilirken, o ödül bana yakışır mıydı? Yakışmazdı. Ben bütün filmlerimde kahramanları canlandırdım.

Haksızlığa karşı geldim. Kendime hep şunu sordum. Hayatta da böyle miyim? Filmlerde kahraman olmak, adil olmak, kötünün karşısında olmak çok kolay ama hayatta olabiliyor musun? Ben hep o hesabı yapmışımdır. O ödül, resmen Yılmaz'ın hakkıydı. Yılmaz Güney çok önemli bir insandı. Çok önemli bir sinema adamıydı. Hak ettiği itibarı ona halk iade etti. Türkiye'de halk, sanatçıya gerçek değerini her zaman vermiştir"

Cüneyt Arkın: kimi zaman aşk filmlerinin yakışıklı ve romantik jönü, kimi zaman Bizans’a karşı tek başına savaşan kahraman, kimi zaman bozuk düzene karşı koyan bir vatandaş ve sonuçta dünyayı kurtaran insan olarak karşımıza çıktı.

Eşi Betül Cüreklibatır’ın dediği gibi “Gitti, dünyayı kurtardı. Kendini kurtaramadı maalesef. Evinde ölmek isterdi. Evinde öldü”

Son yolculuk töreninde oğlu Murat ne güzel konuştu:

“Bugün çok ağlayan insan gördüm, zaman zaman hıçkıra hıçkıra, zaman zaman da çekindiği için yüreğinden ağlayanları gördüm...’ağlamayın be! Böyle insanlara ağlamak değil, destan yaraşır.”

Diğer oğlu Kaan'ın da babasına seslenişinde şu sözlerinin altını çizdim:

“Hayatı yaşamak cesaret ister. Yaşam cesaretinin ta kendisiydi o...”

Yıllar önce bir arkadaşım bir zamanların ünlü babası “İnci Baba”nın ofisindeki duvarda yıktık pırtık elbiseli yalın ayaklı bir çocuk fotoğrafı olduğunu ve fotoğrafın altında “Bu günleri unutma” yazısının olduğunu söylemişti.

Sultanhamam'da bir iş yerinin sahibinin odasında Milliyet Gazetesinde yayınlanan bir fotoğraf görmüştüm. Büyütülmüş fotoğrafta 11 yaşında yoksul ve zayıf bir çocuğun üzerine çorap ve atlet asılı seyyar tezgahına zabıtalar elinden almış ve çocuğu yakalamışlardı. Bir zamanların o yoksul çocuğu şimdi varlıklı bir iş insanı olmuştu ama eski günlerini unutmamak için o fotoğrafı ofisinin baş köşesine asmıştı.

Anımsarsanız İbrahim Tatlıses de hep çocukluğunda “mağarada” yaşadığını söyler durur.

Cüneyt Arkın da Fahrettin Cüreklibatır iken çok yoksul olduğunu söylüyor ve tezeklerin üstünde uyuduğu günleri unutamıyor.

Genç doktor Fahrettin bir ara hastabakıcı olarak evlere gidiyor. Anlattığına göre yeri geldiğinde adamı tıraş da ediyor, altını da temizliyor. Fakat onu en çok üzen artık yemeklerin önüne konması olmuş. Şöyle anlatıyor:
“Ama ev sahiplerinin artık yemeklerini önüme koymaları çok ağrıma giderdi. İlk paramı aldığımda fırına koşup paranın hepsiyle ekmek aldım. Çiğnemeden yuttum, patlayana kadar yedim. Sonunda da kustum. Ekmekleri görünce açlık korkumu yeniyor, huzur buluyordum. Yıllar sonra bile kaldığım otel odalarında başucumda ki komodinin üzerine bir somun ekmek koyar, ancak ona bakarak uyuyabiliyordum.”

Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Yılmaz Güney , Cüneyt Arkın ve benzerlerinin  acıları, yoksullukları, hüzünleri bir yaşam boyu gölge gibi kendilerini mi izlediler.?Acılar, yoksulluklar, hüzünler bir madalyon gibi boyunlarında asılı mı kaldı?

Geçmişlerindeki derin izleri sanatlarına mı taşıdılar?

Bir de soruyorum kendi kendime: İnsanlar acıların, yoklukların, hüzünlerin içinden gelenleri daha mı çok seviyorlar acaba?

Sonradan edindikleri ışıltılı dünyada önceden yaşadıkları hüzünleri her zaman içlerini kanatıyor ve izlerini silemiyorlar gibi.

Yakın zamanda Fatma Girik’ten sonra üç kuşağın kahramanı Cüneyt Arkını da yitirdik. Yüreğimiz buruk. Işıklarda olsun, anılarda yaşasın.

 

* E. İstanbul Hâkimi