Cumhuriyet’in 100. yılında enerji: 'Yerli ve milli adımlar' kamu yararı demek değil

Petrol ve elektrik sektöründe yerli yatırım ve devlet odaklı başlayan süreç, 2000’lerde özel sektör ve iktidarla yakın ilişkileri olan belirli grupların kazançlarının garanti olduğu bir alana dönüştü.

Google Haberlere Abone ol

Mühdan Sağlam*

Enerji ve enerji bağımlılığı, 100’uncü yılına girmesine sayılı günler kalan Cumhuriyet’in gündemi içinde oldu. Türkiye’de enerji kaynakları ve bunların kullanımına dönük düzenlemeler, gerekli olduğu kollarda arama, keşif, çıkarma, damıtma ve üretme özellikle normal hayatın sürmesinde vazgeçilmez unsurlar. Peki Cumhuriyet’in enerji yolculuğu nasıl başladı, nereye doğru gidiyor? Bu yazıda Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar elektrik ve petrol alanında yaşanan politika değişimlerine mercek tutulacaktır.

MUASIR MEDENİYET VE ELEKTRİKSİZ KÖYLER

Cumhuriyet’in muasır medeniyetler seviyesine çıkma idealiyle koyulduğu yol, kaynağı ve dağıtımı farklı olmakla beraber “elektriksiz köy almasın” şiarına odaklandı. Nitekim bu uzun yolculukta Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’a göre daha mütevazı, yapısı ve bugünkü görünümüyle yapay olarak inşa edilmiş, “Başkent olmasa sıradan bir Anadolu şehri olacak” denilerek özetlenen Cumhuriyet’in Ankara’sına elektrik tam anlamıyla, birkaç küçük istisna hariç ancak 1925’te gelir. Yani mütevazı ve hep griliğine atıf yapılan Ankara’ya, ihtişamlı ve görkemli, Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan hattın ve uzun yolun başkenti İstanbul’a göre 11 yıl sonra elektrik gelir.

Anadolu coğrafyasının elektrikle buluşmasıysa çok daha eskiye uzanır, 1902’ye. Araştırmalar olmasa pek de akla gelmeyecek bir yerde, Tarsus’ta ilk ampul 1902’de yakılır. 1902’de başlayan bu yolculuk Cumhuriyet ile ivmelense de ve içinde bulunulan iktisadi imkân kısıtlılığı, yetişmiş personel azlığı, ilerleme yolundaki ülkenin heves ve istikametine etki etmese de hızına etki eder. 

Nitekim Ankara’ya elektrik gelişinden ancak 10 yıl sonra, 1935’te Maden Tetkik Arama (MTA) ve Elektrik İşleri Etüt Dairesi (EİE) kurulabilir. Bu iki kuruluşun aynı anda kurulması, tesadüf değildir, Cumhuriyet hem maden arama(enerji) için yönünü yer altına dönerken, bir yandan da elektrik için yer üstünde olan kaynakların elverişli olanını saptamaya çalışır. Her iki kuruluş aynı zamanda daha önce bir kısmı yabancı (uluslararası yatırımcılar) ve özel sektörde ayrıcalıklarla tanımlanmış ortaklıkların devletleştirilmesi sürecini de temsil eder. Devletleşme süreci, kuruluşların çalışmaya başlamasıyla eş anlı gider ve süreç nihayetinde 1954’te tamamlanır. Elektrik sektöründe devlet egemen olur. Nitekim MTA gözünü kömür ve petrol için dört açarken, EİE, suya daha farklı bakmak gerektiğini, yine Tarsus örneğine, buradaki ilk baraja dönerek hatırlatır. Barajlar veya hidroelektrik santralleri EİE’nin temel istikametini oluşturur.

Devletin egemen olduğu sektörde, 1940'lı yıllarda hidroelektrik santrallerinin yapımına hız verilmiş ve 1950'li yıllarda Türkiye'nin elektrik ihtiyacının büyük bir kısmı hidroelektrik santrallerinden karşılanmaya başlanmıştır. 1976’da faaliyete geçen Keban Barajı bu dönemin örneklerindedir. Öte yandan elektrik üretimi kadar dağıtımı ve iletimi de nüfusu ve şehirleşmesi artan ülkenin temel ihtiyacı haline gelmiştir. Bu çerçevede 1970 yılında 1312 sayılı yasa ile Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) kurulur ve elektrik üretimi, iletim ve dağıtımı TEK'in tekel yetkisinde bırakılır.

1980’ler dünyada neoliberal politikaların hızla uygulamaya başlandığı dönemdir. Bu dönemde özelleştirmeler ve devletin ekonomideki gücünün küçülmesi ana yönlendirici dinamik olmuştur. Türkiye’de bu durum elektrik ve diğer sektörlerde de karşılık bulur ve “kamu finansman yükünün azaltılması” elektrik ve enerji sektörünün genelinde kamu-özel iş birlikleri ve özelleştirme adımları atılır.

Özal dönemiyle başlayan elektrik sektöründe devletin geri çekilmesiyle beraber, elektrikte üretim artsa da tüm köylere elektriğin ulaşması yine de 2000’li yılları bulacaktır.

Elektrikte benzer biçimde TEK’in monopolü de ortadan kalkar. 1980’ler bir yandan Türkiye’de ciddi sayıda köyün elektrik beklediği yıllar olurken, diğer yandan Türkiye’de sınıf karakterinin belirginleştiği ve bazı iş insanlarının elektrik/enerji sektöründe varlıklarının görünür olacağı dönemin de inşa edildiği süreçtir. Enerji sektörü yolsuzluk ve rüşvet gibi bir bağla iç içe geçerek, özellikle 1990’larda görünür olan, 2000’lerde el koymalara, el değiştirmelere uzanan bir süreci başlatır. Zira TEK’in tekel konumunun ortadan kaldırılması, özel sektörün üretime dahil olması buna bağlı olarak rekabet ve ucuz elektrik, kamunun yükünü hafifletme olarak açıklanması beklenen iyileşmede küçük adımlar atılmıştır. Buna karşın elektrik fiyatlarının arttığı dönemler yaşanmıştır. Dahası iktidarla yakın ilişkisi olan bazı isimlerce bir yolsuzluk aracına dönüştürülmüştür.

ELEKTRİKTE ÖZELLEŞTİRME HİKAYESİ: UZANLAR VE KEPEZ ELEKTRİK

1980’ler ve 1990’larda devletin bünyesinde olan pek çok fabrika, kurum ve sektör özelleştirme sürecine girer. Bu dönemdeki orta ve büyük sermaye sahipleri neredeyse bazı sektörlerde tek olan bu kurum ve teşekkülleri alma yolunda rekabete tutuşmuştur.

Bu sektörler arasında TEK’in tekelinin ortadan kalkmasıyla beraber elektrik de 1989’da özelleştirmelere dahil olur. Nihayetinde sahipliği devlette olan iki şirket için özelleştirme süreci başlar: Kepez ve Çukurova Elektrik.

Uzan Grubu, Koç ve Sabancı Holding’in de alıcı olduğu Çukurova ve Kepez Elektrik’in hisselerini satın alır. Çukurova Elektrik’in (ÇEAŞ) devlete ait yüzde 11.25’ini, Kepez Elektrik’in ise 25.39’unu satın alan Uzan Grubu, yıllık net kârı 500 milyar olan şirketin yönetimini ele geçirmek için harekete geçer. Özellikle Çukurova elektriğin KİT gibi çalıştığını söyleyerek yeni ve daha iyi bir yönetim vaadiyle küçük hissedarlardan hisse toplarlar.

Söz konusu bu dönemde benzer bir pratik SSCB çöktükten sonra devletin girdiği özelleştirme sürecinde Gazprom dahil diğer devlet şirketlerinde de görülmüştür. Büyük hisse sahipleri küçük hissedarların hisselerini alarak şirket yönetimlerini ele geçirmiştir. Uzanlar da Türkiye’de bu yolu izler ve ÇEAŞ’daki hisselerini yüzde 60’a kadar çıkarırlar. Uzanların bu yayılmacılığı benzer şekilde demir-çelik sektöründe METAŞ’ta (Metal İşleme ve Ticaret Anonim Şirketi) da görülmüştü. ÇEAŞ’ta yaşanan benzer bir gelişme Kepez elektrikte de yaşanır: Uzan Grubu’nun başlangıçta yüzde 25’lerde olan hissesi yüzde 70’lerin üzerine çıkar.

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) her iki şirkette yaptığı incelemede iki şirketin kaynaklarının gruba ait zarar eden şirketlere aktarıldığı, şirketin yüksek miktardaki nakit parasının Uzan grubuna ait İmar Bankası’na düşük faizle yatırıldığı, buna karşılık yatırım ve cari harcamalar için nakit ihtiyacı olduğunda ise yine grup bankalarından yüksek faizle kredi kullandırıldığına dikkat çeker. Bir anlamda bu şirketin parası Uzan grubu için ucuz finansman kaynağı haline dönüşürken, bir yanda da yüksek faizle borç verebildikleri ‘güvenli bir liman’ özelliği taşır.

Kepez Elektrik’te yapılan incelemelerde, tesislerin bakımsızlığı kadar elektrik faturalarında yersiz ücretlendirmeler yapıldığı ortaya çıkar. Yani daha uygun fiyata daha ucuz elektrik iddiasıyla başlayan özelleştirme süreci tam aksi istikamette sonuçlar üretir.

2001’de çıkan Elektrik Piyasası Kanunu, üretimden dağıtıma elektriğin özelleştirilmesinin çerçevesini ortaya koyarken, özelleştirme süreçleri 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun’a göre gerçekleştirilmiştir.

Uzan örneği kötü bir özelleştirme pratiği olarak akıllara kazınsa da özelleştirme pratikleri sürmeye devam etmiştir, dağıtımda birkaç büyük şirket adeta tekel haline gelirken, özellikle en küçük su yatağına kurulan ve doğayı talan eden hidroelektrik santralleriyle (HES) üretim özelleştirmeleri de sürmüştür.

2023 itibariyle Türkiye’de 48 milyondan fazla elektrik abonesi mevcut, bunun 40 milyondan fazlasını meskenler oluşturuyor. Üretim sektöründe devletin payı yüzde 17, özel sektörün payı yüzde 83 düzeyinde. Dağıtım ayağındaysa 21 bölge hızla özelleştirildi. Bu dönemde özellikle iktidara yakın şirketlerin dağıtım işini almak için yarıştığı görüldü. 2004’te TEDAŞ’ın özelleştirilmesiyle başlayan süreç, dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından Türkiye’nin gücünü gösteren bir hamle olarak yorumlanmıştır. Ancak şirketlerin buradaki başarısı kadar aldığı krediler, iktidarla bağları ve işlerindeki başarıları yeteri kadar tartışılmadı. Daha ucuz ve kaliteli, kayıp kaçağın az olacağı bir sistem vaadi, rant alanı olarak en cazip başlıklardan biri oldu. Bugün elektrik Türkiye’de sanıldığı kadar da ucuz değil, ancak şirketler bu adımları atmadan önceki hallerine göre bir hayli zengin.

PETROLÜN SERENCAMI: DIŞA BAĞIMLILIK YÜZDE 98

Elektriğin özetlenen kısa yolculuğu gibi Türkiye’nin petrol politikası da sancılı süreçlere gebe ilerledi/ilerliyor. Seçim dönemlerinde gelen “Yeni petrol kaynağı bulundu” müjdeleri genelde havada kalıyor ve rakamlar Türkiye’nin petrol ithalatçısı konumunu gösteriyor.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de 2022 yılında 3,58 milyon ton ham petrol üretimi yapılmasına karşın 33,49 milyon ton ham petrol ithalatı yapılmıştır. Bu verilerden yola çıkarak, yüzde 90 oranında ham petrol ithalatına bağımlı olunduğu sonucuna varılır. Türkiye’nin üretilebilir rezervi 2022 itibarıyla yaklaşık 70 milyon tondur. 

Öte yandan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) verileri, kapsamı geniş biçimde yalnızca ham petrol değil, işlenmiş petrol ithalatını da ortaya koyar. Bu verilere göre Türkiye’nin 2022’de 47,4 milyon ton petrol ve petrol ürünü ithal ettiği görülüyor. Üstelik yine aynı veriler, bir önceki yıla göre ithalatın 4 milyon ton arttığını gösterir. Petrol ve petrol ürünlerindeki ithalat dikkate alındığında Türkiye’nin petrolde dışa bağımlılığının yüzde 98’lere kadar çıktığı görülür. Türkiye’nin petrol bulma ve bağımlılıktan sıyrılma, en azından bu oranı düşürme gayretiyse 100 yıldır sürüyor.

Sık sık “Etrafında bu kadar petrol zengini ülke var, mutlak Türkiye’de de petrol vardır” ifadesi bir bilgiden ziyade inanca yaslansa da bunu doğrulayan ilk gelişme 1940’ta yaşanır. 1935’te kurulan MTA’nın arama faaliyetleri sonucunda Raman’da petrol yatağı bulunur. Bu yatağın işlenir hale gelmesiyse 1948’i bulur. Garzan’da başlayan çalışmalarla da ilk petrol buradan çıkarılır. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1954’e kadar petrol aramalarında da dağıtımında da devlet tek sahip konumda yer alır. Arama çalışmalarını MTA üstlenirken, Türkiye genelinde dağıtımı yapmak üzere Petrol Ofisi Genel Müdürlüğü 1941’de kurulur.  Hem MTA hem PO Cumhuriyet’in karma ekonomi modelinde devletçi yapılanmayı temsil ederken, 1950’lerden sonra petrol sektöründe iktidarın değişimiyle beraber değişim süreci başlar.

'AVRUPA’NIN MANAVI TÜRKİYE' VE PETROL

Petrol hem özel sektöre hem de yabancı girişime açılmaya başlanır. Bu durumun en önemli örneğiyse 1954’te 6327 sayılı kanun ile 150 bin lira sermayeli Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) kuruluşunda görülür. 12 Kasım 1952 tarih ve 3/15833 sayılı kararname ile daha önce sadece devlet tekelinde olan petrol ve petrol türevleri arama ve işletme hakkı özel sektöre açılır, TPAO bununla birlikte vücut bulur, o nedenle bir şirket gibi düşünülür ve sonunda genel müdürlük, kurum gibi bir ibare yoktur, bir anonim ortaklıktır. Nitekim TPAO, dönemin İşletmeler Bakanı İbrahim Sıtkı Yırcalı tarafından şöyle tarif edilir:

“Anonim Ortaklık, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü tarafından şimdiye kadar bulunmuş bütün petrollerin işletimi ve arama sahaları üzerinde çalışma hakkının imtiyazlı sahibi olacağı gibi yeni şirketler kurmak ve iktisadi devlet teşekkülleri ve başka yerli ve yabancı şirketlerle ortak olma hakkına sahip olacaktır”

TPAO’nun kuruluşuna da dayanak olan yeni petrol kanununu hazırlayansa ABD’li bir uzmandır. Yabancı işbirliği ve özelleştirme yasanın temel motifi olur.

Petrolde görülen bu kırılma söz konusu dönemde etkin olan ekonomi politikaları ve küresel petrol arama/çıkarma faaliyetleri örneklerinden ayrıştırılarak ele alındığında havada kalır. Bu çerçevede, bu yasanın hazırlandığı dönemde Türkiye ekonomisinin genel eğilimlerine ardından özellikle Ortadoğu’daki petrol arama/çıkarma pratiklerine kısaca değinmek varılan noktanın anlaşılırlığını artıracaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Avrupa’ya dönük ekonomik yardımlarından Türkiye de faydalanmaya çalışır. Bu çerçevede hem Truman Planı hem de Marshall Planı için harekete geçer. Özellikle Marshall Yardım’ından faydalanma girişiminin bazı şartları olmuştur ve bunların başında tarıma yatırım, maden aramalarının pekiştirilmesi yer almıştır. Dahası, önceden takip edilen planlı kalkınmanın da terk edilmesi gerekmiştir. Nihayetinde Türkiye Avrupa’ya hammadde sağlayacak bir ülke olarak konumlandırılır. Marshall Yardımı aynı zamanda 1950’lerden sonra Türkiye ekonomisini şekillendiren dinamikler için de tayin edici olur.

Bu sürecin bir diğer yansıması devletin rolünde belirgin bir geriye çekilme ve özel sektörle beraber yabancı yatırımın/ortaklıkların önünün açılmasıdır. Dünya Bankası ve ABD ekonomi yetkililerinin hazırladığı raporlar bu dönemin yönlendiricisidir. Liranın devalüasyonu, dış borçta artış ve özelleştirme girişimleri bu dönemin belirgin özellikleri olmuştur. Özetlenen bu durum içinde daha önce devlet yetkisinde olan petrol arama, üretme ve dağıtma, yukarıda özetlenen yasayla serbestleşmiş ve yabancı girişime açılmıştır.

Söz konusu dönemde, petrol üretim dinamiklerine bakıldığında özellikle Ortadoğu’da uluslararası petrol şirketlerinin yönetici konumda olduğu görülür, sadece üretimde değil, damıtma ve küresel olarak petrolün pazarlanması ve tayini de yine bu şirketlerin kontrolünde olmuştur. Yedi kız kardeşler olarak anılan ve bugünkü ExxonMobil, BP, Shell, Chevron gibi şirketlerin etkinliği Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya uzanmıştır. Güçleriyse ancak OPEC’in (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) kurulmasıyla zaman içinde geriletilebilmiştir. Söz konusu dönemde bu şirketlerin çıkarları neredeyse devletin çıkarına eş tutulmuştur. İran'da petrolde millileştirmeye gitmek isteyen Muhammed Musaddık'a dönük ABD ve İngiltere destekli darbe bu durumun kanıtlarındandır. 

Türkiye’de petrol kanununa zemin yaratan dinamikler yukarıda özetlenen ulusal ve bölgesel ortamla değerlendirildiğinde komşularından farklıdır. Türkiye’de rezervin kısıtlı olmasına karşın 1964 Petrol Yasası'nın çıkışı soru işaretlerine gebe olur. Bu sorulara akıl yürütmeyle şöyle yanıt vermek mümkündür; ilk olarak, Türkiye’de daha önce kısıtlı sayıda petrol keşfinin yapılması, teknik imkânsızlık, ekipman yetersizliği gibi nedenlere de yaslanır. Bu nedenle geçmişte daha az kaynağın bulunması arama çalışmalarına engel değildir. Bu çerçevede yeni teknoloji ve imkanlarla arama/keşif çalışmalarının yapılması Türkiye’nin bulunduğu petrol zengini coğrafya gözetildiğinde umut vaat eder. İkinci olarak Petrol Yasası incelendiğinde yalnızca keşif değil dağıtımın (rafinajın) da yasada yer aldığı görülür. Rafinaja örnek olarak bir Amerikan şirketiyle ortak kurulan İPRAŞ örnek verilebilir.

'MEMLEKETTE BENZİN VARDI DA BİZ Mİ İÇTİK'; DIŞA BAĞIMLILIK ARTARKEN

1960’lar ve 1970’ler dünyada ve Türkiye’de yumuşama rüzgarlarının etkin olduğu yıllar olmakla beraber 1970’ler Türkiye ekonomisi açısından borçların katlandığı, dolar kurunun yükselişinin durdurulamadığı, enflasyonun tırmanışını sürdürdüğü bir dönem olarak dikkat çeker.

Bu dönemde dikkat çeken en önemli gelişme 1963’te Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın kurulmasıdır. Bakanlığın kurulmasının ardından elektrik daireleri başta olmak üzere tüm enerji kaynaklarını yöneten daire ve kurumlar tek elden yönetilmek için Bakanlığa bağlanır, ancak bu sürecin tamamlanması 1980’leri bulur. Burada bir bakanlığın bu kadar geç kurulması üstelik bazı kurum ve kuruluşların bakanlığa bağlanmasının zamana yayılması, etkin bir enerji politikasının izlenememesinin de gerekçelerinden biridir.

1960-70’ler petrolde yeni kuruluşların hayat bulduğu dönemdir. Hazırlanan beş yıllık kalkınma planı çerçevesinde aynı dönemde Petro Kimya Endüstrisi (PETKİM) kurulması gündeme gelir. 1965 yılında PETKİM, bu tarihten bir yıl sonra TPAO iştiraki olan ve gaz dağıtımı görevini yürütecek olan İpragaz kurulur.(1)

Söz konusu dönemdeki ekonomik açmaza petrol krizi de eklenir. OPEC’in bazı üyeleri, 1973'te İsrail ile yaptıkları Yom Kippur Savaşı’ndan yenik çıkmaları sonrasında özellikle Batı'yı İsrail’e destek oldukları için hedefe koyarlar. Bu çerçevede 1973'te Hollanda ve ABD başta olmak üzere Suudi Arabistan'ın da aralarında olduğu ülkeler petrol ihracatında ambargoya gider.  Ambargoyla beraber 3 dolar olan petrolün varil fiyatı 30 dolarlara çıkar. Bu tırmanma Türkiye ekonomisinin iç koşullarıyla birleştiği için petrolde daha büyük bir açmaz yaşanır. Nihayetinde İPRAŞ'ta(2) bir sıkıntının yaşanmasıyla beraber Türkiye’nin bazı bölgelerinde petrole erişimde ciddi sıkıntı ve kıtlık başlar. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in benzin kıtlığına atfen bir gazetecinin sorusuna verdiği “Memlekette benzin vardı da biz mi içtik” yanıtı da aslında yaşanan durumu kısaca özetler.

SSCB’nin de katkısıyla bu dönemde Aliağa rafinerisi inşa edilse de dünyada olduğu gibi Türkiye’de de petrol açısından sıkıntılı bir süreç yaşanır. Türkiye’nin iç siyasi dengeleri, Kıbrıs Harekatı gibi iç ve dış sebepler sadece enerji ayağında değil, ekonominin genelinde bir bunalım sürecine neden olur.

Bu dönem açısından dikkat çeken bir diğer unsur dağıtımda yabancı şirketlerin adının görünür olmasına karşın bu şirketlerin hisselerinin devlette olmasıdır. Ancak bu resim 1980’lerde neoliberalizm ile beraber hızla dönüşecektir.

NEOLİBERALİZM KAPIYI ÇALARKEN: PETROL ÖZELLEŞTİRİLİYOR

1980’lerin elektrik bölümünde özetlenen kısım, 1980 Darbesi sonrasında Türkiye’de de hızla uygulamaya sokulmuştur. 24 Ocak kararları içerisinde enerji sektörünün özelleştirilmesi de vardır.

Özelleştirmenin hızla yaygınlık kazanması petrolü de etkiler. Serbestleşme paralelinde hem özel sektöre hem de yabancı girişimlere buldukları petrole dönük ciddi vergi indirimleri getirilir. İPRAŞ, aynı dönemde Tüpraş’a dönüştürülür. Bu süreçte yavaş yavaş devletin elinde olan varlıklar özelleştirilir. Nihayetinde 2003’te çıkan yasayla özelleştirme hız kazanır, Petkim’den Tüpraş’a uzanacak şekilde petrol sektöründe ciddi bir özelleştirme dalgası yaygınlık kazanır, dağıtım sektöründe de benzer bir durum yaşanır. TPAO bir şirkete dönüştürülerek, rafinaj, taşıma ve dağıtma işleri kendisinden alınır. TPAO'nun yetki alanı özelleştirme süreçleri sonucunda keşif ve üretimle sınırlanır. Şirket bugün hala ayakta olmasına karşın dağıtım sektöründen çekilir. TPAO'nun çekildiği dağıtım sektörü yabancı yatırım ve özel yatırıma açık hale gelir. 

Elektrik sektöründeki gibi skandallara imza atılmamış olmakla beraber, petrol sektöründeki özelleştirmeler, aralarında büyük sermaye grupları, uluslararası yatırımcı ve enerji şirketlerinin olduğu bir grubun süreçten kârlı çıkmasına neden olmuştur. Bu dönemde de özelleştirilen kamu teşekküllerinin ihale bedeli tartışma konusudur.

TPAO petrol aramalarını sürdürürken nihayetinde 2023’te Gabar’da petrol bulunduğu bilgisi kamuoyuyla paylaşılmış, ancak seçim döneminde ortaya atılan bu iddia ve sonrasında uzmanların erişeceği yeterli bilgi sunulmamıştır.

Sonuç olarak hem petrol hem de elektrik sektöründe, yerli yatırım ve devlet odaklı başlayan süreç, 2000’lerde özel sektör ve iktidarla yakın ilişkileri olan belirli grupların kazançlarının garanti olduğu bir alana dönüşmüştür. Enerji alanında faaliyet gösteren bazı şirket ve grupların daha önce bu alanda böyle bir deneyimlerinin olup olmamasından ziyade dönemin iktidarlarıyla kurdukları bağlar yönlendirici olmuştur. Enerjide dışa bağımlılığa bağlı olarak döviz kurlarındaki oynaklıklar doğrudan yurttaşların daha pahalıya enerji almasına neden olmuş, pandemi dönemi gibi sıkıntılı süreçlerde halktan ziyade şirketlere ucuz kredilerin kullandırıldığı, vergilerinde düzenleme ve indirimlerin yapıldığı görülmüştür. Türkiye’nin yerli ve milli enerji politikasında devlet denetleyici rol alırken, özellikle HES’lerde, dağıtım ağlarından görüldüğü gibi belirli grupların kazancı öncelikli olmuştur. Sermayenin “yerli ve milli olması”nın bir başarı olarak sunulması, temel bir insan hakkı olan enerjiye makul fiyatlarla erişimi garanti altına almadığı gibi yanlış bir algının oluşmasına da zemin yaratmıştır. Nihayetinde doğal gaz sektöründe devletin sübvansiyonları sürse de diğer enerji alanlarında bu mevcut değildir. Dahası son ekonomik krizle beraber yeni kabinenin gündeminde sübvansiyonların kaldırılmasının yer alması, Türkiye enerji politikasında toplum yararının yeniden sorgulanmasına zemin yaratır.

*Dr., Enerji Uzmanı


NOTLAR:

(1) Uğur Selçuk Akalın, Fuat Tüfekçi, “Türkı̇ye’nı̇n Petrol Politikaları ve Enerji Özelleştı̇rmelerine Bir Bakış”, İktisat Politikası Araştırmaları Dergisi, c.1, n.1, 2014, s. 58.

(2) İPRAŞ Rafinerisi, Türkiye’de yabancı ortaklığın damıtma sektöründeki karşılığını göstermesi açısından önemlidir. İPRAŞ 1960’da İstanbul ve çevresinin, ordunun akaryakıt ihtiyacını karşılamak için yüzde 51 TPAO, yüzde 49 Amerikan şirketi Caltex firmasıyla ortak kurulmuştur.