Cumhuriyetimizin 100. yılında yargımız, yargı olmaktan çıkmıştır

Bir değerler bütünü olan hukuk devleti ilkeleri, kendi kendine işlerlik kazanmaz. Bağımsız, tarafsız ve insan haklarına duyarlı yargıçlarla savcılardan oluşan bir yargı yaratılmış olması gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Turgut Kazan*

Evet, 29 Ekim 2023’te Cumhuriyetimiz 100. yılını dolduruyor. Ve ikinci yüzyılda daha iyiyi yakalayabilmemiz için, her alanda nereden nereye geldiğimizi görmemiz, bilmemiz, doğru değerlendirmemiz gerekiyor. Tabii, ben bu işi yargı açısından yapmaya çalışacağım. Dün neydi, nasıldı, sonra neler yaşandı, onu açıklayıp anlatacağım. Bunu yaparken de, (hiç ayrıntıya girmeden) 100. yaşına yaklaşmış olan Lozan’la başlayacağım. Özellikle, kapitülasyonlar çok önemliydi. Kendileri için kendi yargıları olması konusunda ısrar ediyorlardı. Bu tür eleştirileri, büyük cezacı Prof. Dr. Tahir Taner cevaplıyordu. Sonuçta, kapitülasyonlardan kurtulduğumuz gibi, yabancı mahkemeler belasından da kurtulmuş olduk.

Yaşananların doğru anlaşılabilmesi için, geçmişe dönük bir örneği daha eklemek istiyorum. İngiliz işgali altındaki İstanbul’da, İstanbul Barosu'nun 8. Başkanı Celalettin Arif, Meclis-i Mebusan Başkanı olmuştu. İngiliz askerleri Meclis'i basınca, artık İstanbul’da kalınamayacağını görerek Ankara’ya geçme kararı verdi. Bu karar coşkuyla karşılandı ve Celalettin Arif, Mustafa Kemal tarafından karşılandı. Ve Mustafa Kemal TBMM Başkanı, Celalettin Arif Meclis İkinci Başkanı seçildi. Ama, İstanbul Barosu’nun 9. Başkanlığı'na hilafetçi Lütfü Fikri getirilince, Mustafa Kemal Ankara Hukuk Mektebi açılışında büyük bir tepki gösterdi. Ve belki bu nedenle, 1924’te çıkarılan Muhamat Kanunu’yla İstanbul Barosu’nun feshi ile 960 üyeden 482’sinin levhadan silinmesi, ama Baro'nun çok sert tepkisi üzerine, fesihten ve tasfiyeden vazgeçilişi dikkat çekicidir. Mustafa Kemal’in konuşması üzerine, Lütfü Fikri aleyhine açılmış olan davaya, Mustafa Kemal’in eşsiz bir duyarlıkla yaklaşıp (Yargıtay arşivinde bulunan) yazılı başvuruyu yapmış olması, bugünle asla karşılaştırılamayacak tarihsel, eşsiz bir davranıştır.

Gerçekten, Mustafa Kemal yaptığı bu başvuruda, yargılanan Lütfü Fikri ile çok ayrı görüşlere sahip olduğunu basında yazılanlardan öğrendiğini belirterek, eğer hakkında suç sayılacak başka iddia yoksa, kendisinin bir şikayeti bulunmadığını mahkemenin takdirine sunmuştur. Oysa, günümüzde şahsına yönelik her eleştiri için Cumhurbaşkanı tazminat davaları açtığı gibi, savcılığa başvurup cezalandırma da istiyor. Hatta, Genco Erkal davasında yaptığı gibi, beraat kararını İstinaf’a götürüyor, başvurusu reddedilince de, mutlaka cezalandırılması için Yargıtay’a gidiyor. Ayrıca ve asıl önemlisi, Kavala için, Gezi için, Demirtaş için, daha yeni Sezgin Tanrıkulu için (AY’nin 138. Maddesine aykırı) çok ağır açıklamalarla, “devlet ve yargı gereğini yapacaktır” diyerek, cezalandırılacaklarını söylüyor. Böylece, bizler de 100 yıl öncesiyle bugünkü farkı görüp öğrenmiş oluyoruz.

HUKUK DEVLETİNİN EVRENSEL TANIMI 

Hemen belirtelim ki, hukuk devletini oluşturan temel hukuk ilkeleri, insanlığın yüzyıllar boyu süren mücadeleleri sonucu elde edilmiş, özümsenmiş, benimsenmiştir. Ancak, bir değerler bütünü olan bu ilkeler, kendi kendine işlerlik kazanmaz. O değerlerin uygulanıp yaşanır kılınabilmesi için, bağımsız, tarafsız ve insan haklarına duyarlı yargıçlarla savcılardan oluşan bir yargı yaratılmış olması gerekir. Yani, Cumhurbaşkanı veya Adalet Bakanı “Türkiye bir hukuk devletidir” deyince, Türkiye hukuk devleti olmaz. Ancak, bağımsız, tarafsız ve kaliteli bir yargımız varsa, Türkiye ancak o zaman hukuk devleti olabilir.

Oysa, önce 12 Eylül 2010 referandumuyla yargı FETÖ/AKP ittifakına teslim edilmişti. Sonra, ivedilikle çıkarılan yasalar ve 2017 referandumuyla, Tek Adam rejimine geçilirken, zaten yargının, yargı güvencesinin ve hukuk devletinin üzeri çizildi. Özellikle, Fetöcülerin tasfiyesinden sonra, binlerce savcı, yargıç alındı. Bunların çoğu AKP’li avukatlardı. Yani siyaset yapıyorlardı. Avukatlıkta geçirdikleri süre yargıçlıkta geçirilmiş sayılarak, çoğu birinci sınıfa ayrılmış oldu. Böylece, bırakın bağımsızlığı, sağlıklı bir yargılama yapamayan, gerekçeli karar yazamadığı gibi, ara kararı bile yazamayan yargıçlarımız, savcılarımız var. Bütün kamuoyu bilmelidir ki, mesleğe kabulde asla liyakat değil, iktidara yakınlık aranıyor. Ve inanılmaz bir kalite sorunu yaşanıyor.

Üstelik, yargıçlarla savcıların mesleğe başlarken Beştepe’de kura çekmeleri ve o törende Cumhurbaşkanı'nın konuşması, adli yıl açılışında da yine Cumhurbaşkanı'nın konuşma yapması olacak şey değildir. Özellikle, Beştepe’de Ana Muhalefet Partisi Başkanı'na ve başkalarına yönelik çok suçlayıcı bir konuşmayı, yeni savcılarla yargıçların ayakta alkışlaması, nasıl bir yargı yaratılmaya çalışıldığını gösteriyor. Ve bu durum insanı korkutuyor, ürkütüyor. Yargı yılı açılışına gelince, Cumhurbaşkanı elbet törene davet edilir, edilecektir. Ama, kendisi yürütmenin başı olduğu için, konuşma yapması kabul edilemez. Nitekim, darbeci Evren dahil, hiçbir Cumhurbaşkanı açılışta konuşma yapmamıştır, yapamamıştır. Sadece, 12 Eylül’ün Adalet Bakanı, "ben Yargıtay başkanlığından geldiğim için, törende konuşma yapmam kabul edilmelidir" diyerek istekte bulunmuşsa da, Yargıtay “icradan biri konuşamaz” gerekçesiyle bu isteği geri çevirmiştir. Dolayısıyla, eğer açılış programında Cumhurbaşkanı'nın konuşma yapacağı belirtilmiş olursa, TBB Başkanı ile Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı artık o törene katılmamalı ve bu durumu önceden, hatta şimdiden açıklamalıdır. Böylece, TBB ile Barolar alternatif tören yaparak, Tek Adam rejiminin bu dayatmasına kaşı çıkmış olurlar.

YARGI BAĞIMSIZLIĞI AYRICALIK SANILDI

Ne yazık ki, 1961 Anayasası'ndaki yargıya ilişkin kuralları (HSYK başta olmak üzere) yargımız yanlış anladı ve bağımsızlığı kendilerine tanınmış bir ayrıcalık sandı. Ve sonuçta, duruşmayı 09.30’a bırakmış olmasına rağmen, 10.30’da gelip odasına geçerek, bekleyenleri hiç umursamadan, bir de kendisine kahve söyleyen yargıçlar, savcılar dönemi başladı. Dünyanın hiçbir ülkesinde bağıran yargıç yokken, bizde sanığa, tanığa, avukata bağırılıyor, "şöyle oturacaksınız, böyle duracaksınız, konuşurken ayağa kalkacaksınız" diye uyarılıyordunuz, aksi halde mahkemenin mahabetini bozmuş sayılarak duruşmadan atılıyordunuz.

Oysa, bırakalım Almanya, Fransa, ABD örneklerini, yakından izlediğim Sadık Ahmet davasında, bizim sanıkları düşman gören yargıçlarla yürütülen ve çok bilinen davalardaki gibi, Gümülcine Mahkemesi’nin de düşman yargıçlardan oluştuğu apaçık anlaşılıyordu. Ama, müdafi oturarak konuşmuş, ayak ayak üstüne atmış veya söyleyeceklerini söylemek için kürsüye kadar yaklaşmış, hatta yumruğunu kürsüye vurarak, yüksek sesle açıklama yapmaya kalkmış, hiç karışılmıyor, susturma girişiminde veya duruşmadan çıkarırım uyarısında bulunulmuyordu. Çünkü, nasıl söylendiği değil, ne söylendiği önemliydi. Dinlemeseler bile, dinliyormuş gibi yapmaları gerekiyordu.

Oysa, Ankara’da görülen ünlü Nihat Sargın / Haydar Kutlu yargılamasında, ben konuşurken DGM başkanı “bir dakika” diyerek, hemen kısa bir ara kararı yazdırdı. Kararda, “sanıklar müdafii Av. Turgut Kazan yüksek sesle ve el kol hareketleri yaparak konuştuğu için, bu şekilde görüş açıklayamayacağı belirtilerek uyarıldı, duruşmaya devam edildi” deniliyordu. Çünkü, Türkiye’deki yargılamada ne söylediğin hiç önemli değildi. Zaten, sonuçta ne karar verileceği, onlar için belliydi. Amaçları seni “terbiye” etmekti. Aynen devam edersen, hiç utanmadan seni duruşmadan atacaklardı, atarlardı, atmışlardı. Tabii ki, ben elbet devam edeceğim dedim. Ancak, önce söyleyeceğim cümlenin aynen tutanağa geçirilmesini istedim. Ve “tekrar söz alan Av. Turgut Kazan, açıklamalarını, uyarıdan önceki gibi, açıklamanın gerektirdiği tonda ve gayet doğal olarak el kol hareketleriyle birlikte yapacağını belirterek konuşmasına başladı” cümlesi tutanağa yazdırıldı. Ben de konuşmaya başladım. Tabii, o dava uluslararası düzeyde izlendiği için, duruşmadan atmaya cesaret edemediler. Ben de, ancak bu uluslararası izlemenin sağladığı imkanla konuşmaya devam edebildim.

HSYK’dan bir örneğe gelince, Hikmet Sami Türk’ün Adalet Bakanı olduğu günlerdi. İstanbul DGM Başsavcılığına atama yapılacaktı. Yaygın kanı ve dolaşan bilgilere göre, HSYK’nın düşündüğü kişi, yeraltı dünyasının has adamıydı. Durum kurula anlatılıp açıklandıysa da, bağımsız davranıyormuş ve icra organının telkinlerine karşı çıkıyormuş havası verilerek, yeraltı dünyasının has adamı DGM başsavcılığına getirildi. Neyse ki Susurluk kazası gibi bir kaza yaşandı, arabadaki çanta açıldı, saçıldı, ortalığa döküldü de, Başsavcı istifa etmek zorunda kaldı. Böylece HSYK’nın da bağımsızlığı tam özümsemediğine, aksine kötüye kullandığına tanık olduk.

CEM KARACA ÖRNEĞİ İLE BİR ATAMA ÖRNEĞİ

Bu bölümde, Cem Karaca örneği ile çok önemli bir atama örneğini bilgiye sunmak istiyorum. Karaca Almanya'da Özal'la görüşmüş ve yurda dönmek istediğini belirtmişti. Özal da "elbet çok memnun oluruz, yardımcı oluruz" demişti. Ama öyle anlaşılıyor ki, dava dosyalarıyla tutuklama kararlarını öğrenince, geldiğinde tutuklanıp içeride kalırsa, sonuç bize fatura edilir diye korkmuşlar, öylece bırakmışlar. Kendisine bir dönüş olmayınca Cem Karaca beni aradı, dönebilmesi için müdafiliğini üstlenmemi istedi. Tabii dedim. Dosya durumunu araştırdım. İstanbul, Fethiye ve Mersin'de açılmış davaları vardı. Sorgusu yapılamadığı için, gıyabi tutuklama kararları verilmişti. Sorun çok kolay çözülecekti. Çünkü, davalar 1 Mayıs şarkıları nedeniyle açılmıştı. 1 Mayıs şiiri için de verilmiş ve kesinleşmiş beraat kararı vardı. Fethiye ile başlamaya karar verdim. “Cem Karaca geliyor” kapaklı /başlıklı/resimli dergiler, manşetler, haberler ekleyerek, "Atatürk Havalimanı'na iner inmez hemen ilk Dalaman uçağına binip geleceğiz" dedim. Dilekçemizi verdiğim başkana izah ettim. "Tutuklama, kelepçe, nezaret, polis eşliğinde Fethiye'ye gelmek, Türkiye için de, müvekkilim için de çok kötü olur" dedim. Yerli ve yabancı TV'ler, gazeteciler olacak dedim. Ama, o tarihteki bağımsızlığı kendisi için ayrıcalık sayan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanıyla üyeleri isteğimizi reddetti. Çünkü, insan hakları konusunda, zerre kadar duyarlılıkları yoktu.

Çözüm için, rahmetli Adnan Kahveci’yi aradım. Girişte ve Fethiye’ye, Mersin’e gidişte, kelepçe vurma, nezarette tutma gibi uygulamalara başvurulmasının engellenmesini istedim. Kahveci, "İçeride kalmaz değil mi?" diye sordu. "Hayır dava konusu şiirin şairi için beraat kararı verilmiştir ve karar kesinleşmiştir. Hiçbir kaygınız olmasın, Fethiye’de Mersin’de ifade verilecek ve tutuklamalar kaldırılacaktır" dedim. Bana güvendiler, içeride kalırsa korkusunu yendiler, gidişler için bize inanılmaz kolaylıklar sağladılar. Dediğimiz gibi oldu, 2 ile de gittik, sorgu verip geldik. Ve davalar da beraatle sonuçlandı. Yani yürütme uygulamada yargıya soru soramaz, bir açıklama istemezdi. Yargı da (ne yazık ki) büyük çoğunluğuyla, insan haklarına duyarlı davranmazdı. Sanığın, davacının, davalının neler çektiğini, daha neler çekeceğini hiç umursamadı.

VE ECEVİT, DEMİREL, UĞUR MUMCU ÖRNEKLERİ

Bütün bu anlattıklarım, yargımızın hep sorunlu olduğunu gösteriyor. Ama, altını çizerek belirtmeliyiz ki, önemli bir çoğunluğun kalite ve insan haklarına duyarsızlık sorunu dışında, bizim dünkü yargımız, bugünkünden çok farklıydı, başkaydı. Bir kere, yürütme kesinlikle yargı alanına girip konuşmazdı, konuşamazdı. Örneğin, en uzun süre Başbakanlık yapan Demirel, yargıya dönük şikayetlerini, "Bu 3 TAY varken, Türkiye'yi yönetmenin çok zor olduğunu" söylemekle yetinirdi. Kastedilen 3 TAY da Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’dı. Yani, "Verilen bir kararı tanımıyorum" denmezdi, denilemezdi. Ve her şeye rağmen, o günkü yargı, en zor zamanlarda inanılmaz kararlar verirdi, verebilirdi.

Örneğin, Halk Oyuncuları “Devri Süleyman”ı oynuyordu. Bugünle karşılaştırılamayacak kadar çarpıcı, sert mizah yüklü bir eleştiri demetiydi. Bazen Vali yasağı geliyordu. O tarihlerde henüz İdare Mahkemeleri yoktu. Doğrudan Danıştay’a başvurulurdu. Ve Danıştay hiç geciktirmeden, yürütmeyi durdurma kararı verebilirdi, verirdi, bu oyun için de hemen vermişti. Gösterinin sonunda, sanatçılardan biri davulu boynuna asıp sahneye çıkar ve elindeki tokmakla güm güm vurarak, “Bu oyun burada Danıştay kararıyla oynanıyor” der, perde öyle kapanırdı. Şimdi benzer bir Danıştay kararı verilebileceğini düşünebilir miyiz?

Ecevit, 1974 seçimlerinden sonra, MSP ile koalisyon kurmuştu. "Tarihi uzlaşma" diyordu. İsmail Cem, TRT Genel Müdürlüğü'ne atandı. Ve rahmetli Cem, TRT'de müthiş bir kalite yarattı. Ama, İslamcı siyaset, her zaman olduğu gibi, kaliteye düşmandı. Oysa Cem, MSP’ye çok sıcak bakan ve bu görüşünü yazan açıklayan bir entelektüeldi. Ama, Erbakan görevden alınması için direniyordu. Hükümet krizi doğacak, yeni bir MC kurulacaktı. Bu nedenle Ecevit, İsmail Cem’i görevden almak zorunda kaldı. Tabii, Danıştay’a gidildi ve Danıştay hemen yürütmeyi durdurma kararı verdi. Üstelik, tam o günlerde, elindeki bir dosya için, Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nin (Y4CD) yürütmeyi durdurma kararı uygulamamanın görevi kötüye kullanma suçu oluşturacağı yolundaki kararı açıklandı. Tabii, "Bu kararları tanımıyoruz, uygulamıyoruz, gücünüz varsa gelin uygulayın görelim" denilmesi asla düşünülemezdi, hayal bile edilemezdi. Ecevit, İsmail Cem ile görüştü, bir hükümet krizi doğarsa, MC hükümeti kurulacağını, bunun da Türkiye için çok tehlikeli olacağını anlatarak, özveride bulunup istifa etmesini önerdi. Cem istifa etti ve sorun böyle çözüldü.

Yine Danıştay’ın Danıştay olduğu günlere ilişkin, bir İçtihadı Birleştirme Kararıyla bugün yaşadıklarımıza bakıp, çok çarpıcı bir karşılaştırma yapabiliriz. 12 Eylül Darbesi'nden sonra, bir 1402’likler sorunu doğmuştu. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın verdiği yetkiyle, sıkıyönetim komutanları beğenmedikleri kamu çalışanlarını görevden uzaklaştırıyordu. Ve yasa görevden uzaklaştırılanların, bir daha kamu görevine dönmeyeceklerini belirtiyordu. Bilindiği gibi, bugün de kamu görevinden uzaklaştırılanlar var. Üstelik, 1402’likler sınırlı sayıdaydı. Bugünküler 10 binlerle sayılıyor. O günkü Danıştay, "1989’daki içtihadı birleştirme kararıyla, ömür boyu uzaklaştırma olmaz, ancak sıkıyönetim süresiyle sınırlıdır, sıkıyönetim kalkınca hepsinin eski görevlerine dönmesi gerekir" diyerek sorunu çözdü. Peki, bugün böyle bir çözüm mümkün mü? Böyle bir yargı var mı?

Başbakan Özal’ın Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan'ın TSK’ne aldığı zırhlı araçların, aslında zırhsız olduğu söylentisi dolaşıyordu. Uğur Mumcu sorunu araştırmaya başladı. Ulaştığı veriler iddiaları doğruluyordu. Üstelik, Uğur Mumcu bununla yetinmedi. Bakanın başka ilişkilerini de araştırmaya başladı. Ve İsviçre'de randevu evi işleten bir şirketin ortağı olduğunu saptadı. Hepsini yazdı, anlattı, açıkladı. Bakan şikayetçi oldu, İstanbul’da dava açıldı. Mahkeme beraat kararı verdi, Yargıtay onadı.

Erbakan’ın Adalet Bakanı Şevket Kazan da Saddam’ın Irak’ına gitmişti. Dönüşte, oradaki infaz rejimini överek, her hükümlü için, Kuran’dan okuyacağı cüz sayısına göre, şartlı salıverme uygulandığını anlatıp, bu örnekten ders alarak, "Benzer bir infaz düzenlemesi yapmalıyız" demişti. Basın beni arayıp görüş sordu. Ben kulaklarıma inanamadım, böyle bir konuşma yapılmış olamaz dedim. Gazeteciler konuşma doğrudur diyerek ısrar edince, ben de (AA dahil) bütün ajans bültenlerini göndermelerini istedim. Hepsi geldi, okuyunca donup kaldım. Böyle bir öneri (Kılıçdaroğlu'nun sandığı gibi) nazikçe değil, şoke edici bir karşı çıkışı gerektirir. Aynen öyle yaptım ve kısaca “Adalet Bakanı saçmalıyor” “Böyle bir öneri kepazeliğin ta kendisidir” deyip bıraktım. Bakan hemen şikayetçi oldu, dava açıldı. Mahkeme beraat kararı verdi, Bakan temyiz etti. Y4CD temyiz başvurusunu reddedip, beraat kararını onadı. Şimdi, buyurun bu iki örneği, bugün yaşadıklarımızla karşılaştırın.

Toparlayacak olursak, bugün yargımız özgürlüğümüzün, malımızın, mülkümüzün, çevremizin, doğamızın, tarihimizin güvencesi olmaktan, yani gerçek bir yargı olmaktan çıkmıştır, çıkarılmıştır. Mevcut Tek Adam rejiminde, kim ki soruyor, sorguluyor, görüş açıklıyor, eleştiriyorsa, hemen “hain, casus” olarak suçlanıyor, suçlanabiliyor. Onlardan, (Peter Frank Steudtner veya Brunson gibi) desteği Schröder veya Trump olanlar, mahkeme karar veriyor, kurtuluyorlar. Ama Kavala, Demirtaş gibi başka pasaportu bulunmayanlar yıllar ve yıllarca cezaevinde kalıyorlar. Hatta, Türkiye'de 7 Çeçen cinayetini örgütlemekle suçlanan ve gerçekten casus olduğu anlaşılan 2 Rus, OHAL sultanlığından yararlanarak, Putin’i memnun etmek için tahliye ediliyor, kurtarılıyor. Bütün bu nedenlerle, demokrasi ve hukuk devleti mücadelesinde, bağımsız ve kaliteli yargıyı yaratmadıkça, adalete de ulaşamayacağımızı bilerek, bu yolda çaba harcayıp ilerlememiz gerekiyor. 

*Hukukçu, eski İstanbul Barosu Başkanı