YAZARLAR

Çocuk yoksulluğu ve süt beyaz gemilerin cehennemi

Meclis'teki tüm siyasi partilerin, bağlantılı oldukları yerel yönetimlerle birlikte, sivil toplumun da toplumun tüm dokularına ve arka bahçelerine ulaşma gücünü kullanarak, çocuk yoksulluğunun yayıldığı kanser hücrelerini yok etmek için işbirliği yapmasının vakti geldi de geçiyor bile…

Ne zaman ki çocuk yoksulluğu hakkında yeni veriler ve raporlar paylaşılsa, Çetin Altan’ın en sevdiğim yazılarından birindeki “güzel gemileri” anımsarım. Çocuklar gibi arkalarında “kabara kabara taşan köpükler saçan süt beyaz muhteşem gemileri”…

O gemide olmak değil, o geminin kendisi olmak geçer insanın yüreğinden. Öylesine büyük, öylesine beyaz, öylesine alımlıdır giden gemi...Birdenbire sizi soksam o geminin kazan dairesine... Sıcaklık elli beş derecedir. Canavar gibi yanar ocak... Sıra sıra mazot ve hava regülatörleri... Mazot bulaşıkları, yağ bulaşıkları ve keskin makine kokusu. Ve zırh giymiş direklere yapışık iri ampuller... Telgraf kadranının ibresi çınlayarak oynar. Bir kocaman insan eli uzanır regülatörlere... Bir levye çekilir, bir vana biraz daha açılır... Ne gök görünür buradan, ne deniz, ne köpükler...Bir ömür geçirebilir misiniz burada? Ve desem ki size:- İşte o uzaktan beğendiğiniz geminin hayatı buradadır. Burası göksüz, denizsiz ve köpüksüzdür. Canavar gibi yanar ocak. Isı elli beşi geçer. Uzaktan beğendiğimiz geminin içindeki cehennemi bilmeyiz.

“Endamıyla, serenleriyle, dalgalanan bayrağıyla o gemileri nasıl sevdiğimizi” ve o gemileri yürütenin ne olduğunu, kazan dairesindeki o elli beş derece sıcaklığa, mazot ve yağ bulaşıklarına, keskin makine kokusuna, yani göksüz, denizsiz, köpüksüz “gerçek hayatına” karşın geminin serin sularda nasıl da hiçbir şey hissettirmeksizin süzülmesini düşünürüm ardından.

Yine onlarca rapor, onlarca “resmi” ve “gayri resmi” veri döküldü ekranlara bu hafta çocukluğa dair.

Bir yandan, AB ülkelerindeki “binde 3’ler”in çok üzerinde bir ortalamayla, Türkiye’de doğan her bin bebekten 9’u, doğumdan sonraki beş yıl içinde ise her bin çocuktan 11’i ölüyor ve bu durum kişilerin sosyoekonomik düzeyiyle yakından bağlantılı. Çünkü o tabutlar, tahmin edildiği gibi, yoksulların hanelerinden çıkıyor.

Çocukluk çağında gelişmekte olan beyin dokusunda yoksullukla ilintili kronik açlık ve demir eksikliği ise, sonraki aşamalarda kalıcı bozukluklara, algılamada düşüklüğe, öğrenme kapasitesinde yetersizliğe, okul başarısızlığına, okul terk eğilimlerine, çocuklarda saldırganlığa ve huzursuzluğa yol açıyor.

Bu konuda geçtiğimiz günlerde TBMM'ne soru önergesi veren CHP Bursa Milletvekili Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala, soru önergesine yanıt alamadı. Pala, Türkiye Nüfus Sağlık Araştırması sonuçlarını da inceledi ve yüzde 20'lik en düşük sosyal ekonomik düzeydeki hanelerde doğan bebeklerin bir yaşını görmeden ölme hızlarının, yüzde 20'lik en yüksek ailelerle kıyaslandığında çok daha yüksek olduğunu kaydetti.

Çocuk sosyo-ekonomik düzeyi düşük bir aile içinde sağlıklı doğdu, beş yaşına kadar da yaşamayı “başardı” ve soğan ekmekle, makarna tüketerek de yaşamaya bir süreliğine razı geldi diyelim. TÜİK istatistiklerine göre geçen yıl güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısı, bir önceki yıla göre yüzde 20 oranında artmış. Temel sebep ise, “yoksulluk” olarak belirtiliyor.

OECD’nin yeni yayımladığı “Önemi Olan Riskler” başlıklı araştırmasına göre, gelir adaletsizliğinin giderek tırmandığı Türkiye’de 10 kişiden 7’si temel ihtiyaçlarını karşılayamama endişesi yaşıyor. Türkiye’yi yüzde 67 ile Şili ve yüzde 66 ile Meksika izliyor. En düşük endişe oranına sahip olan ülkeler ise Danimarka, İsviçre ve duble yollardan beri her yaptığımızı kıskanan Almanya.

OECD’nin son dönem verilerine göre Türkiye çocuk yoksulluk oranı açısından dünyada en üst sıralarda yer alıyor. Enflasyon ve gelir dağılımı eşitsizliği derinleştikçe, bu sıralamalarda daha da kötüleşeceğimiz aşikar.

Yakın dönemde yapılan birçok araştırma, düşük sosyoekonomik statüdeki hanelerde çocukların yeterince süt ve et ürünü tüketemediğini ortaya koyuyor. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi (ÇOÇA) tarafından yapılan “Çocuğun İyi Olma Hali İstanbul Araştırması”, İstanbul özelinde sık sık koyun veya dana eti tüketiminde en yüksek sosyo-ekonomik statüde yüzde 37 iken, düşük sosyo-ekonomik statüdeki hanelerde bu oranın yalnızca yüzde 13, en düşük sosyoekonomik statüdeki hanelerde sık balık tüketebildiğini söyleyenlerin oranının ise sadece yüzde iki olduğunu tespit etmişti.

Bu aşamayı da bir şekilde atlattı diyelim. Suça sürüklenmemiş, sağlıklı doğmuş çocukları ise, sosyoekonomik olarak dezavantajlı bir ailede doğmuşsa, yeni bir fay hattı daha bekliyor: hiç sinemaya gidememek, hiç tiyatro izleyememek, bir tane bile müze gezememek. Bu çocuklar da ekonomik krizin bedelini, büyük bir yoksunluk, eğitimsizlik, medeni dünyadan kopukluk ile çok ağır şekilde ödeyecekler.

Gelir adaletsizliğinin giderek tırmandığı, dünya mutluluk endekslerinde son sıralardaki yerini istikrarla koruyan ve temel ihtiyaçlarını karşılayamamaktan endişe eden bir ülkede, çocukların “temel” görülmeyen eğitim, kültür, sanat alanlarında gelişmesi için sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı ailelerde ek bir kaynak yaratılması bu şartlarda pek mümkün gözükmüyor.

Çünkü yoksulluk çocuğun gözünde sadece “para” değildir; “epistemolojik açlık” da çocuğun gelişimine etki eder.

Yoksulluk, aynı zamanda, çocuğun yaşıtlarının toplumsal deneyimlerinden dışlanması, eğitimden kültürel gelişime dek pedagojik açıdan gerekli dinamiklerden yoksun kalmasıdır.

Yoksulluk, aynı zamanda, çocukların onları zihinsel ve toplumsal olarak besleyen kültürel etkinliklere katılamamasıdır. Hayatında bir kez bile sinemaya veya tiyatroya gidemeyen, çünkü aileleri maddi olarak bu etkinliklere katılmayı karşılayamayan çocuk sayısı giderek artıyor.

Yoksulluktan beslenen bu yoksunluk, birkaç “başarı öyküsü”nü konu dışı bırakırsak, çocuğun ileri dönemlerinde onulmaz eksiklere, açmazlara ve geri kalmışlıklara yol açabilir.

Yeni eğitim-öğretim yılının başlamasına sayılı hafta kalmışken, çocuklara dair resmi veriler ile sivil toplum kuruluşlarının sahadan ortaya koyduğu gerçeklikler ışığında okulda ücretsiz beslenme programı için bütçeden insan onuruna yaraşır bir pay ayırmak başta olmak üzere, çocukların kültürel, sanatsal ve pedagojik açıdan gelişimini desteklemek üzere gerekli projelerin devreye girmesi gerekiyor. Okullarda bir öğün ücretsiz yemek verilmesi konusunda muhalefetin verdiği soru önergelerinin reddedilmesi, son kertede üstü kapalı bir çocuk düşmanlığının ve çocuk ihmalinin daha da kökleşmesine yol açacak. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyası sırasında, “Çocuk yoksulluğunun zıddı zenginlik değil, adalettir. Bu, çocuklara verilmeyen adalettir” şeklindeki tespiti, bu açıdan çok ama çok anlamlıydı.

Şurası bir gerçek ki, çocuk yoksulluğunu önleyen etkin ve sorun odaklı sosyal politikalar üretilmeyen ülkelerde, sosyoekonomik olarak dezavantajlı ailelerin çocukları da bu sorunlarını tek başına çözemedikçe bu sosyal dışlanmışlık hali, kamu güvenliğinden toplumun mutluluğuna, çocuk işçiliğine, çocuk ölümlerine dek türlü alanları içine alan bir kısır döngüye dönüşüyor. Yoksulluk ve yoksunlukla mücadele eden çocukta obezite de artıyor, okuryazarlık hızı da düşüyor, okul başarısı da geriliyor, dersleri aksatma ihtimali de güçleniyor.

Bu açıdan, yeni eğitim-öğretim döneminin başlamasını simgeleyen o ilk zil sesi, bir ülkenin çocuklarının eşit bir şekilde eğitim hakkından yararlanacağı anlamına gelmediği için, özellikle dezavantajlı konumdaki çocukları hedefleyen, beslenme öncelikli olmak üzere sosyo-kültürel haklarını önceleyen politikalar, yeni meclis döneminin önceliği olmalı, muhalefet de iktidar da bu konulara siyaset-ötesi bir yapıcılıkla yaklaşmalı.

Çünkü çocukluk denen o süt beyaz geminin dezavantajlı kısmı, “göksüz, denizsiz ve köpüksüz”dür. “Canavar gibi yanar ocak. Isı elli beşi geçer. Uzaktan beğendiğimiz geminin içindeki cehennemi bilmeyiz.”

Yeni eğitim-öğretim dönemine paralel olarak yeni yasama döneminde okullarda ücretsiz yemeğe ek olarak ihtiyaç sahibi ailelere temel gelir sağlanmasına yönelik pilot projelere merkezi bütçeden pay ayrılması gibi adımlar da atılmalı. Bunu yaparken de vicdan rahatlatmak adına bir soru önergesi verip kenara çekilmek yerine sorunun üstüne her açıdan gidip sürekli çocuk yoksulluğunu gündemde tutmalı. Eskişehir’de açlıktan ve ihmalden ölen Elif Nur’un gözleri hepimizin üzerinde olmalı.

Brezilya’dan Şili’ye, Estonya’dan Hindistan’a, İsveç’ten Finlandiya’ya, İngiltere’ye, Çin’e dek dünyada 400 milyona yakın okul çocuğu, ücretsiz okul yemeklerinden faydalanırken, Türkiye’nin böyle bir programı uygulamayan nadir ülkelerden biri olarak sergilediği bu yoksunluk tablosu bizlere yakışmıyor.

Medya da çocuk yoksulluğunu Türkiye gerçekliğini dışlamadan ele almalı. Avrupa’da geçtiğimiz sene dört çocuktan birinin yoksullukla boğuştuğu gerçeğini göz ardı etmeksizin, Türkiye’de de bununla yarışan bir trend olduğunu gözden kaçırmamalı. Örneğin geçtiğimiz günlerde Anadolu Ajansı, “Almanya'da çocuk yoksulluğuna karşı yeterince mücadele edilmiyor” başlıklı bir haber yayınladı; ama benzer durumun Türkiye örneklemindeki eleştirisine dair Anadolu Ajansı’nda herhangi bir haber henüz yayınlanmadı.

Anadolu Ajansı, “Almanya'da çocuk yoksulluğunun sebepleri arasında ülkedeki gelirlerin yeterli düzeyde olmaması, tek başına çocuk yetiştiren anne veya babanın yeterince desteklenmemesi, yoksulluktan etkilenen çocukların iyi eğitim alması konusunda fırsatlara sahip olmaması ve siyasetçilerin bu konuyla yeterince ilgilenmemesi olarak gösterildi” derken Türkiye gerçekliğini ustaca baypas etti, görmezden geldi.

Ancak ortada kocaman bir gerçeklik durur iken… Tüm ağırlığıyla… Kazan dairesindeki tüm cehennemiyle…

Oysa, TÜİK’in bu yıl ilk defa açıkladığı çocuk, yoksulluk ve yaşam verilerine göre; Türkiye’de 9,4 milyon çocuk yani her iki çocuktan biri çok ciddi yoksulluk çekip, sosyal dışlanma riski altında yaşıyor. Böylesine bir sınıfsal sorun da, ülkede gelir bölüşümü adaletsizliğinden, insan onuruna yaraşır ücretlendirme politikaları benimsenmemesinden, emekçiden ve eşit yurttaşlıktan yana politikaların uygulanmaması ve sosyal barışın yeterince tesis edilmemesinden besleniyor.

Psikiyatrist Agah Aydın, sorunlar karşısında kafasını kuma gömenlere dair çok güzel bir tespit paylaştı geçtiğimiz günlerde: “Hiçbir şey olmamış gibi yaparak hayat kaldığı yerden devam etmez. Önce kaybın kaybolduğunu, ormanın yandığını, hatalar yapıldığını kabul etmek gerekir. Yoksa, statükocuların yumuşak sesinde kuluçkaya yatan o sorumsuzluklar, her sene yeniden doğar.

Ülkenin dört bir yanında ağaçlar hunharca katledilirken, çocukluğun da ormanı yanıyor.

Çocuklar ciddi yokluk, yoksulluk ve yoksunluk çekiyor. Çocuklar sosyal dışlanma yaşadıkça suça sürükleniyor.

Çocuklar okulda aç kaldıkça akranlarına karşı öfke, hayata karşı kırgınlık ve geleceğe karşı kaygı yaşıyor.

Artık çocuk koruma politikalarında toksik hatalar yapıldığını kabul etmek ve statükonun o konformist kucağında kuluçkaya yatmış sorumsuzluk halinden sıyrılıp derhal bir şeyler yapmak gerekiyor.

Kazan dairesinde elli beş derece ısı altında çocukların aç karınları, ihmal edilmiş sosyo-kültürel hakları ve yalnız bırakılmış kalpleri cayır cayır yanıyor.

Meclis'teki tüm siyasi partilerin, bağlantılı oldukları yerel yönetimlerle birlikte, sivil toplumun da toplumun tüm dokularına ve arka bahçelerine ulaşma gücünü kullanarak, çocuk yoksulluğunun yayıldığı kanser hücrelerini yok etmek için işbirliği yapmasının vakti geldi de geçiyor bile…


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.