Cennetten çiçek toplamak: TikTok’un Emek Sineması

“İşçiyi kim beğenir ki” diye soruyor sergide yer alan videoların birindeki işçi. Serginin bize gösterdiği şeylerden biri bununla ilgili: İşçiler, TikTok videoları vasıtasıyla bir bakıma işçiliklerini bir süreliğine askıya alıyor (söz gelimi podyumlarda boy gösteriyor) ve karşılığında “beğeniliyorlar”. İşçiler böylece on beş dakikalığına ünlü olmanın tatminini yaşayarak kendilerine sanal bir nefes alma alanı açıyor ve iş yerini kendileri için katlanılabilir bir yere çeviriyorlar.

Google Haberlere Abone ol

Hakan Sipahioğlu

AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal’ın kendisine “Bizi bitirdiniz” diyen bir çiftçiye verdiğini söylediği yanıt haklı olarak çok konuşuldu: “Cebinde iPhone 6 var, internet paketi de var.”

Yoksullara telefonla internete bağlanmayı lüks gören bu bakış açısının arkasında hem bir korkunun hem de sınıfın durumuna dair bir bilgisizliğin yattığını görmek mümkün. Bilgisizlik, akıllı telefon ve internetin işçinin dünyasında yaşamsal bir öneme sahip olamayacağı zannından ileri geliyor. Elbette Ak Parti ile yoksullar arasındaki kopuşun gittikçe hızlandığı günümüzde bu bilgisizliğe şaşırmanın da bir manası yok. Ne var ki Türkiye İşçi Partisi'nin mevsimlik işçilerin doldurması için bir çevrimiçi anket formu paylaştığında sol görüşlü kullanıcılardan aldığı tepkiler bu bilgisizliğin Türk sağı ile sınırlı olmadığını gösteriyor bize. Mevsimlik işçilerle bizzat sahada temas etmektense internet üzerinden ilişki kurmayı tercih etmek belirli bir soruna işaret ediyor olabilir elbette, gelgelelim işçilerle bu şekilde ilişki kurmanın adeta ontolojik olarak mümkün değilmiş gibi düşünülmesi, yeniden ele alınması gereken bir ezberle karşı karşıya olduğumuzu da gösteriyor sanki.

Aralık ayında Karşı Sanat’ta sergilenmeye başlayan, Ocak 2021 sonunda sanal ortamdan da erişime açılan “TikTok’un Emek Sineması” derlemesi, işte bu ezberi sorgulamamızı sağlayacak unsurlardan biri olarak öne çıkıyor. Serginin başlamasından bu yana sessiz sedasız, ancak oldukça önemli bir tartışma süregidiyor. Sorulan sorular çeşitli ve açılan alan oldukça verimli: Kol emeğinin güncel maddi ve ideolojik koşulları TikTok videolarından tespit edilebilir mi? TikTok işçilerin kendi sanatsal/performatif üretimlerini gerçekleştirebilmek için iş yerlerindeki üretim araçlarını bir süreliğine “gasp etmesi” bir direniş imkânına mı işaret ediyor, yoksa geçici bir arınma mı sağlıyor? Mavi yakalar, güvencesiz çalışanlar, mevsimlik işçiler arasında TikTok üzerinden kurulan bu yatay iletişim ağı işçi hareketine bir katkı sunabilir mi?

Şu ana dek çeşitli gazete yazılarında, Youtube’da ve Twitter üzerinden yürüyen tartışma, bu sorulardan çok daha fazlasını üretmiş durumda. Dolayısıyla bir yazı ile şu ana dek değinilmiş bütün noktaları yanlış anlamaya yer bırakmaksızın özetlemek ve derli toplu yanıtlar üretmek mümkün görünmüyor. Bunun yerine henüz yeterince bahsedilmemiş, ya da ortaya atılmasına rağmen derinleştirilmesinde fayda bulunan birkaç hususa dikkat çekmek ve bu vesileyle sergiyi yeniden hatırlatmak gibi daha alçakgönüllü bir misyon üstlenmek uygun olacaktır diye düşünüyorum.

Bu doğrultuda öncelikle sergi üzerine yapılan bir söyleşide Aslı Odman’ın dile getirdiği eksiklikle başlanabilir. Odman, sergide salt işçilerin çektiği videoların sunulmasının yeterli olmayabileceğini, bu videolara verilen izleyici reaksiyonlarının da önemli bir veri sunacağını söylüyordu. Bu reaksiyonlara sergi kapsamında rastlamadığımız ve bunun bir eksiklik olduğu doğru. Fakat bu gözlemi serginin dışına bakarak yapmak mümkün görünüyor.

CENNETTE ÇİÇEK TOPLAMAK

Zizek’in “Sapığın Sinema Rehberi”nde geçer: Titanik filminde gemi normal seyrinde ilerlemektedir. Ne zaman ki zengin kadın (Kate Winslet) fakir aşığına (Leonardo DiCaprio) New York’a varır varmaz onunla yoksul bir hayatı yaşamayı kabul edeceğini söyler, tam o anda gemi buzdağına çarpar. Böylece bu felaket sayesinde “esas felaket”, yani bir zenginin “sınıf intiharı” yaparak fakir ve mutlu bir hayatı sonsuza dek yaşayabileceği söylemi engellenmiş olur.

Elbette bu söylem boş bir zemin üzerinde yükselmez: Filmin önemli sahnelerinden biri, zengin kadının üçüncü sınıf yolcuları arasındaki partiye katılması ve çılgınca eğlenmesidir. Soğuk ve sıkıcı zengin baloları ile bu fakir İrlanda eğlencesi arasındaki kontrast sınıf intiharının da makul gerekçesini üretmiş olur. Bu “burjuva/aristokrat yaşamının sıkıcılığına karşı renkli, eğlenceli, hayat dolu işçi/yoksul yaşamı” teması "Titanik"ten önce ve sonra çekilmiş birçok filmde daha karşımıza çıkar (Aklıma güncel bir örnek olarak "Green Book" filmindeki yoksul siyahların gittiği barda geçen sahnesi geliyor). İlk bakışta sahtelikle, yapaylıkla dolu burjuva yaşamının ifşasına karşı yoksulluğun savunusu olarak değerlendirilebilecek olan bu tema, aynı zamanda içerdiği “mutlu, çünkü fakir” söylemi ile yoksullara mevcut koşullarından daha fazlasını arzu etmeme, yoksul kalmaktan memnun olma fikrini aşılama misyonunu da üstlendiği için gri bir alanda durur.

Sinema, sadece sinema değildir, "Titanik"teki mevzubahis tema da filmle sınırlı kalmaz. Temanın hayattaki yansımasını Türkiye’deki arabesk-pop ilişkisinde görebiliriz: 'Türkiye’nin Pop Müziği' kitabında Uğur Küçükkaplan Türk popundaki arabeskleşmeyi “kimliğini bulamayan Türkiye popüler müziğinin kaçınılmaz olarak makamsal bir kimliğe bürünmesi” olarak okumayı öneriyordu. Dolayısıyla yapay ve kimliksiz orta sınıf kültürü, boşluğu alt kültürün canlı öğeleriyle dolduruyordu.

Sınıflar arası karşılaşmaların pandeminin de katmerleyici etkisiyle gitgide sanal mecralara taşındığı günümüzde de, yoksul kültürlerinin “hayata renk katan” unsurlar olarak üst sınıflarca sahiplenilmeye devam ettiğini tam da TikTok sayesinde gözlemleyebiliyoruz. Bunun bir örneği olarak TikTok’ta başlayan “Cennetten çiçek mi topluyorum” akımının Twitter’a yayılması gösterilebilir. Yukarıda ele alınan çerçeveyi hatırladığımızda, içinde hayat emareleri barındıran tek kültürün halen alt sınıfta üretildiğini, aşağının cazibesinin devam ettiğini düşünebiliriz. “Yüksek” kültürlerdeki anlam krizi mecburen TikTok cennetinden “çiçek toplayarak” doldurulabiliyor zira.

Öte yandan TikTok videolarının üst sınıflarda gördüğü bu kabullenme Cenk Saraçoğlu’nun Kürtlere yönelik yeni bir milliyetçi tutum olarak tespit ettiği “tanıyarak dışlama”nın daha zarif, daha gri bir mertebesi olarak da okunabilir. Romanları “Çingene” diye dışlamaktansa onlara “Romanlar neşeli olur” kabulü üzerinden, dışarıdan verilmiş bir kimlikle meşru sayılabilecekleri bir alan açılması gibi, ya da bir zamanlar “Türkçenin bir lehçesi” olduğu iddia edilen ve/veya düpedüz yok sayılan Kürtçenin melezleştirilerek internet jargonuna kabul edilmesi (örneğin “dewamke”) gibi, TikTok vesilesiyle görünür hale gelen işçi sınıfı alt kültürünün de sosyo-ekonomik piramidin daha üst basamaklarınca evcilleştirilerek (aşağı statüsü reddedilmeksizin benimsenerek) kendine yer bulabildiğini iddia etmek mümkün.

İşte sınıflar arasındaki hegemonya mücadelesi bu gerilimli alışveriş üzerinden, gri bir alanda, işçi sınıfı kültürünün nevi şahsına münhasır değerinin hem kabul edilip hem de soğurulmasıyla şekilleniyor. TikTok evreninin gösterdiği gerçekliklerden biri bu.

Bu “evcilleştirme” eyleminin toplumsal katmanlar arasındaki hiyerarşiyi doğal kabul eden ideolojilere sahip kişilerce yapılmasında “sıra dışı” bir taraf yok. Gelgelelim Altyazı dergisinde sergi üzerine yayınlayan bir yazıda bizlere yeni “politik özneleşme biçimlerini” sunabilecek faktör olarak TikTok’tan sergi salonuna doğru gerçekleşen “mecra transferi”nin öne sürülmesi de benzer bir ideolojik probleme işaret etmiyor mu? TikTok evreni ile “hakiki” kültür dünyası (sergi salonları) arasında bir epistemolojik hiyerarşi kurabilir miyiz, kurmalı mıyız?

Bu soru sergi üzerinden yürütülmesi gereken temel tartışmaya geri çağırıyor bizi: Mecra sorunu.

İLETİŞİM ARAÇLARININ MÜLKİYETİ

“İşçiyi kim beğenir ki” diye soruyor sergide yer alan videoların birindeki işçi. Serginin bize gösterdiği şeylerden biri bununla ilgili: İşçiler, TikTok videoları vasıtasıyla bir bakıma işçiliklerini bir süreliğine askıya alıyor (söz gelimi podyumlarda boy gösteriyor) ve karşılığında “beğeniliyorlar”. İşçiler böylece on beş dakikalığına ünlü olmanın tatminini yaşayarak kendilerine sanal bir nefes alma alanı açıyor ve iş yerini kendileri için katlanılabilir bir yere çeviriyorlar. Böylece, bir anlamda işçi kalmaya devam edebilmek için gerekli duygusal yeniden üretimi kendi kendilerine sağlamış oluyorlar (Sergide yer alan TikTok videolarını çeken bir işçi ile birartıbir’de yapılan söyleşide videonun “keşfet” bölümüne girmesinin, üç bini geçen takipçiye ulaşmanın heyecanından söz ediliyor örneğin). Bu anlamda TikTok sınıfsal bir patlamanın önünde bir supap rolü oynuyor gibi görünüyor.

Ne var ki “cebinde iPhone 6 var” sözlerindeki korku da yersiz değil. Çünkü birartıbir’deki söyleşide TikTok’un işçiler için aynı zamanda bir haberleşme ağı rolü oynadığı da görülüyor. İşçiler (en azından sergide yer alan videolarda) doğrudan ideolojik içerikler üretmeseler de – zira TikTok buna uygun bir mecra değil – maddi koşulları gereği örtülü ya da açık bir sınıfsal söylemi de dolaşıma sokmuş oluyorlar. Marshall McLuhan 'Gutenberg Galaksisi'nde matbaanın burjuva bilincinin oluşumundaki rolüne değinirken, sınıfsal belirlenimde yalnızca üretim araçlarının değil, iletişim araçlarının mülkiyetinin de önemli olduğunun altını çiziyordu. Yoksulların cebindeki iPhone ve internetin, bu yönüyle hâkim sınıflar için bir korku faktörü oluşturmasından daha doğal bir şey yok. Ancak (iletişimin devletler tarafından denetlenmesi konusu bir yana) iletişim aracı olarak salt iPhone ve internet yeterli değil. Sanal mecranın niteliği de burada öne çıkıyor: TikTok formatı, içerik üzerinde belirleyici olarak sınıfın devrimci potansiyelini soğurucu bir işlev de kazanıyor, zaten bir önceki paragraftaki sorunlar da TikTok’un tam da bu “doğasından” kaynaklanıyor.

Bu noktada zor bir soru devreye giriyor: Sol parti/hareketler, mahalle çalışması veya fabrika çalışması yapar gibi “TikTok çalışması” da yapabilir mi? Yoksa içerik üzerindeki tahrif edici etkileri göz önünde bulundurularak yine sınıfa hitap etmek üzere “bağımsız” bir sanal yapı mı kurmak gerekir?

Elbette ikincisi varken ilkini sormak bile anlamsız gibi görünüyor. Oysa ikinci soru beraberinde yeni ve çok daha zor bir soru doğuruyor: İşçinin bağımsız sanal mecrası işçiler için cezbedici olacak mı? Eğlenceli, “hafif” içerik üreterek iş yeri ortamını katlanılabilir kılmayan, işçiye “binlerce beğeni” kazandırarak bireysel varlığının onaylanması arzusunu tatmin etmeyen bir mecra, işçi sınıfının ilgisini çekebilir mi? Yoksa bu ikisini de yapamayıp işçilerle onların kültürel üretimlerini steril sergi salonlarımızda “kürate ederek” ilişkilenmeye devam mı edeceğiz?

Yoksulun cebindeki iPhone ve internet paketi yönetenleri korkutuyor, korkutacak da. Peki, biz tam olarak nelerden korkuyoruz? iPhone’dan mı, işçiden mi, “kültürel sınıf intiharı”ndan mı?

Cevap bekleyen başlıca soru – bence – bu.