Cennet Bahçesi’ni ararken…

Cennet Bahçesi bir daha asla ulaşılamayacak ama hep aranan bir idea olarak kalacaktır. Bu bahçenin kusursuz varlığı insana günahkâr doğasını, çektiği acıların kökenini ve neyi kaybettiğini hatırlatır.

Google Haberlere Abone ol

Ece Sezgin*

Cennet Bahçesi, sulak topraklar, güzel ve verimli ağaçlarla, zahmetsiz ve kusursuz bir yaşam için tasarlanmış yeryüzü medeniyetinin başlangıç projesidir. İnsanlık Âdem ile birlikte burada, sonsuz yaşamı vaat eden bu bahçede başlar. Ancak insanın hatası ve buradan kovuluşu nedeniyle artık Cennet Bahçesi, bir daha asla ulaşılamayacak olan ama hep aranan bir idea olarak kalacaktır. Bu bahçenin kusursuz varlığı, insana günahkâr doğasını, çektiği acıların kökenini ve neyi kaybettiğini hatırlatır.

…RAB Tanrı doğuda,

Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu…

Yaratılış 2:8

Bahçe bir medeniyet alameti olarak düşünülebilir. Bu anlamda hem faydacı hem de estetik amaçlarla şekillenen ve devamlılık arz eden kontrollü bir organizasyondur. Yazılı kaynaklar sayesinde bahçelerin geçmişini eski Mezopotamya uygarlıklarına dek takip etmek mümkün. Sümer, Assur ve Babil kralları; şehirlerine, saray ve tapınaklarına bir tür prestij göstergesi olarak bahçeler diker ve bu bahçelerin bakımı ve devamlılığı için birilerini görevlendirirdi. İşte İbrahimi dinlerde “Aden” ya da “Aden Bahçesi” olarak geçen cennet bahçesi de aslında Tanrı’nın yeryüzündeki bahçesidir. Tanrı’nın yaratılışta yeryüzüne yaptığı bu son dokunuş, medeniyetin de bir anlamda başlangıcı olarak tasarlanmıştır. Tanrı, Dünya’yı yarattıktan sonra Aden’e bahçe diker. Bahçeyle ilgilenmesi için de Âdem’i bu bahçeye koyar ve olaylar gelişir.

Pierre Daniel Huet, 1700, Carte de la Situation du Paradis Terrestre.

İbrahimi dinlerde iki farklı cennet kavramı bulunur. Biri öldükten sonra gidilen ebedi yer, diğeri ise bu kusursuzluğun yeryüzü şubesi olan Cennet Bahçesi ya da Aden Bahçesidir. Eski Ahit’in yaratılış bölümünde anlatılana göre Aden’in içerisinden bir ırmak geçer ve bahçeyi sulayarak dört kola ayrılır. Bu dört koldan ikisinin adı Fırat ve Dicle’dir. Görmenin Âdem ve Havva dışında kimseye nasip olmadığı bu bahçenin nerede bulunduğu ya da var olup olmadığı hala bir merak konusudur. Ancak 1700’de Pierre Daniel Huet tarafından, dinler tarihinin anlaşılması amacıyla yapılan bu eşsiz haritaya göre Aden Bahçesi, Basra Körfezi’nin kuzeybatısına yerleştirilir.

…Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi.

Bahçenin ortasında hayat ağacıyla, iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı…

Yaratılış 2:9

Bu cennet, içerisinde seçilmiş canlıların bulunması ve doğal olmayan sınırlarla çevrelenmiş bir alan olması bakımından bahçe şeklinde tanımlanır. Kutsal kitaplarda Aden Bahçesi’nden söz edilirken genellikle içerisindeki ağaçların varlığına vurgu yapılır ve diğer bitki türlerinden pek söz edilmez. Bunun temelde iki nedeni varmış gibi görünüyor. İlki, ağaç meyvesinin zahmetsiz bir besin kaynağı oluşu. Çünkü Aden, mutlak mutluluğun hedeflendiği bir yer ve Tanrı Âdem’i bu bahçeye koyarken onun için tasasız ve zahmetsizce bir yaşam planlıyor. İkinci nedense bu bahçenin doğuda kurulmuş olması nedeniyle biraz gölgeye ve serinliğe ihtiyaç duyuyor olması. Aden bahçesinde Âdem yalnız değildir. Tanrı da kimi zaman burada zuhur eder ve serinlikte ağaçlar arasında gezer.

Adem ve Havva’nın cennetten
çıkarılışı, Falnâme, Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi, H.1703, vr. 7b

‘BAHÇEDE İSTEDİĞİN AĞACIN MEYVESİNİ YİYEBİLİRSİN AMA…’

Aden Bahçesi’nde tüm bu ağaçlar arasında en ünlü olanları, hayat ağacı ve iyiyle kötüyü bilme ağacıdır. İlginçtir ki; tanrı, insan, bahçe ve onun içindeki iki önemli ağacın hikâyesi Eski Babil’e dek uzanır. MÖ 18. yüzyıla ait bir şiirin anlattığına göre, çok eski zamanlarda, tanrılar yeryüzünde insan yaşamını ilk kez organize ettiği uzak bir geçmişte her işi kendileri yapmaktan yoruldukları için insanlığı yaratmış ve başına bir kral koymuşlar. Bu kral da bahçesindeki avluya bir hurma ağacı ve ılgın ağacı dikmiş. Şiirde bu iki ağacın kendi ağzından, kimin kral ve tanrı için daha faydalı ve önemli olduğuyla ilgili tatlı atışmalar yer alır. Hurma ağacının besinine karşı ılgın ağacının güzelliği, hurmanın tanrıya sunu olarak kullanılan meyvesine karşı, ılgının krala mobilya yapımında kullanılan gövdesi… Burada gördüğümüz karşıtlık ve rekabet – anlamları belki farklı olsa da– Aden Bahçesi’ndeki hayat ağacı ve bilme ağacı için de geçerlidir. Hayat ağacı ölümsüzlüğü, iyiyle kötüyü bilme ağacı ise ölümü vaat eder. Çünkü Tanrı Âdem’e açıkça şöyle der, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün”

…Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı… Yaratılış 2:25

Tanrı Adem’in yalnız kalmasını uygun bulmaz ve kadını (Havva’yı) yaratır. Bu yaratı anlatısının hemen ardından insanlığın büyük günahına giriş yapılır. Bahçedeki en kurnaz hayvan yılandır. Yılan, kadını kandırır ve böylece adam da kadın da Tanrı’nın kuralını çiğneyerek, iyiyle kötüyü bilme ağacının yasak meyvesini yemiş olurlar. İkisinin de gözleri açılır ve çıplak olduklarını anlarlar. Tanrı, Adem’in iyiyi ve kötüyü bilmekle (tanrının) kendisine has bir özellik kazandığını bu nedenle artık hayat ağacı meyvesini yiyerek ölümsüz olmasına izin verilememesi gerektiğini söyler. Bu büyük günah Âdem ve Havva’nın Aden’den kovulmalarına neden olur. Böylece yılan, bir kez daha insanın ölümsüzlüğe ulaşmasını engellemiş olur. Aynı Sümer destanında ölümsüzlük otunu kral Gılgamış’tan çalmış olduğu o günkü gibi.

İnsan yalnız Aden’den kovulmakla kalmaz, aynı zamanda Tanrı tarafından lanetlenir. Yılan da bu lanetten nasibini alır. Yılanın payına ömrü boyunca karnı üstünde sürünmek, kadının payına çok sancılı doğumlar, adamın payınaysa emek vermeden yiyecek bulamamak düşer.

…Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere

Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu.

Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna

Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi...

Yaratılış 3:23-24

Bu düşüş insanın; doğum, ölüm, üretim ve diğer çeşitli deneyimlerle tanışabileceği daha fani ama kontrolün kendinde olduğu bir dünyaya geçişidir. Buradan sonrası biraz çetrefilli… Aden Bahçesi’nden kovulma, sıkça insanın tarıma geçiş süreciyle ilişkilendirilir ki bizzat Tanrı Âdem’i bununla lanetlemiştir. Ayrıca 16. yüzyıl sonu 17. yüzyıl başına tarihlenen Falnamelerde Âdem ve Havva cenneti terk ederken Havva’nın elinde bulunan bir demet buğday başağı da bu fikri destekler niteliktedir. Bir diğer yandan iyiyi ve kötüyü bilme ağacı meyvesini yedikten sonra Âdem ve Havva’nın ilk fark ettiği şey çıplak oluşlarıdır. Bu nedenle yasak meyve ya da büyük günah belki de seksle birlikte masumiyetin bozuluşunu simgeler ki Âdem ile Havva’nın Aden’den kovulur kovulmaz ilk çocuklarını yapması da bu fikri güçlendirir.

İNSAN, SAF MASUMİYETİNİ O BAHÇEDE BIRAKIR

Tüm bu anlatı içerisinde insanlığın geçmiş evreleri ya da doğasına dair hangi ipuçları olursa olsun, Cennet Bahçesi’nden kovulma, Tanrı’nın huzurundan da kovulma anlamına geldiğinden insanlık için büyük bir mahcubiyeti temsil eder. İnsan, saf masumiyetini o bahçede bırakır ve artık doğasında kötülük de vardır. Bu kötülük sürekli baş gösterir. Âdem ve Havva’nın ilk çocukları Habil ve Kabil’in hikâyesiyle dünya ilk kez kıskançlık ve cinayetle tanışır. Ardından gelen anlatı olan Yakup ve Esav, hırs ve organize bir kandırmacayı yaşatır ilk defa. Tanrılar kızar, tufanlar kopar ama insanlar seçimlerini aynı şekilde yineler. Tanrı, İbrahim soyuna Aden’e benzeyecek toprakları vaat eder ancak insanın her zaman iyiliği seçmek yerine kötülüğü de barındıran doğası hiç değişmez. O yüzden de herkes hep arar ve düşler ama hiç kimse Cennet Bahçesi’ni bir daha göremez.

Bu haliyle Cennet Bahçesi bir köken miti haline dönüşür. İnsanlığın refah, mutluluk ve masumiyet halinden; ölüm, acı ve sefalet kavramlarını içselleştireceği bir insanlık haline gelişini açıklar. Bir yandan günahkâr doğasını ona unutturmamak bir diğer yandan da kaybettiği o mükemmel uyumu insana hatırlatmak için tasarlanmış mitolojik bir hikâye olarak yalnız tek tanrılı dinlerde değil hayatın da içinde yerini alır. Bu kadim hikâye öyle içselleştirilmiştir ki pek çok insan bir incir yaprağı, bir elma ya da ağaca sarılı bir yılanı birlikte gördüğünde istemsizce hiç görmediği bu bahçeyi anımsar.

*Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü Doktora Öğrencisi