Çalışma hayatının felsefesi: Karakter aşınmasının dayanılmaz ağırlığı

Bir şekilde kendini yaratma cesaretini göstermek, bir heykeltıraş gibi kendini yontmak zorunda insan. Çünkü her şeye rağmen bu olanağa sahip. Evet zor, ama mümkün.

Google Haberlere Abone ol

Elif Şahin Hamidi

“Cellat: Dünyada işi olmak, işinde de anlam bulmak zor.”

Büyük Yargıç, Kemal Demirel

 “İnsanın işi nedir?” sorusu, en az “insan nedir?” sorusu kadar önemli bir soru. Çünkü insan, yapıp etmeleriyle, eylem yaşamıyla, başarılarıyla var olan, meslekî kimliğiyle, yani işiyle de toplumda yer edinen bir varlık. Çalışmayı insanın özel bir etkinliği olarak gören Takiyettin Mengüşoğlu, bu konuda şunları söyler: “Çalışma, insan olmanın varlık-temeli ile ilgili bir fenomendir ve insanın özel bir eylemidir. İnsanın, hayatın bütün alanlarında meydana getirdiği veya getirmiş olduğu başarılar, her alanda uğraştığı veya uğraşmış olduğu her şey, onun çalışan bir varlık olmasına dayanır. İnsanın hayatta kalmasını doğa üstlenmemiştir. Doğanın hayatta kalmak için yardımını esirgediği bir varlık, yaşamak, hayatta kalmak için her şeyi kendisi düşünmek, kendisi meydana getirmek zorundadır"[1]

Öte yandan insanın sırf karın tokluğuna, günü kurtarmak için ya da sırf kendisi için çalışmaması gerektiğini de unutmamak gerek. Aksi takdirde insanla hayvan arasında bir farktan söz etmek mümkün olmaz. İnsan geçmişten, diğer insanlardan devraldığı başarıları sürdürmek için çalışır. Tabii bu olması gereken, ama böyle olmadığını da bilmeyen yok elbette.

EN AZINDAN BİR ŞANS

Dostoyevski’nin, Yeraltından Notlar kitabındaki isimsiz anlatıcı da çalışmanın anlamına işaret eden birkaç söz eder. Neden ille de yazmak istediğini didikleyen anlatıcı ses, buna kendince çeşitli cevaplar verdikten sonra, insanın işiyle ilgili şu cümleleri kurar: “En nihayetinde sürekli olarak hiçbir şey yapmıyorum ve sıkılıyorum. Yazmak ise gerçekten de sanki iş gibi bir şey. Çalışmak insanı iyi ve onurlu yapar diye bir söz vardır ya. En azından bir şans.”[2] Diyebiliriz ki kendimizi ve hayatımızı çalışıp çabalayarak, didinerek inşa ederiz. Ancak nasıl bir çalışmayla?

İNSANI İNSANLIKTAN ÇIKARAN "ÇALIŞMA" ÇILGINLIĞI

Eşitsizliğin ve yoksulluğun giderek derinleştiği, doğası gereği eşitsizlik üreten neoliberal kapitalist sistemde, bu çalışma nasıl bir çalışma olmalı? İnsan, kendisini insanlıktan çıkaran bir çalışma düzeninde (modern kölelik) kendini nasıl inşa edebilir? Nasıl insan olur, insanlaşabilir? Bu sorular üzerine de uzun uzun düşünmek gerek.

Bugün arsızca bir üretimin ve tüketimin körüklendiği ve dayatıldığı liberal kapitalist düzende, insanı insanlıktan çıkaran bir “çalışma” çılgınlığı hüküm sürüyor. Daha doğrusu sistem, insanı böyle bir çılgınlığa mahkûm ediyor. Bu çılgınlığın başlangıcı Sanayi Devrimi’ne ve hatta Hristiyan inancının temelini oluşturan Kitab-ı Mukaddes’e göre (Eski Ahit ve Yeni Ahit) insanlık tarihindeki ilk cinayeti işleyen Kabil’e kadar uzanıyor diyebiliriz. Çünkü Kabil bir çiftçiydi ve tarımcılık, kölece çalışmanın ilk örneğiydi.

TEMBELLİĞE EĞİLİMLİ "BAŞKURTLAR"

Fransız sosyolog Frédéric le Play, Avrupalı İşçiler adlı kitabında, Ural Dağları’nın Asya eteklerinde yarı göçebe hayvancılar olan Başkurtlar’dan bahseder ve şöyle der: “Başkurtların tembelliğe eğilimi göçebe hayatın yarattığı boş vakitler, en yetenekli bireylerin gelişmesine olanak tanıyan tefekkür alışkanlığı, daha medeni toplumlarda aynı sosyal statüye sahip kişilerde az rastlanan tutumları, keskin zekâları ve muhakeme kabiliyetleri onları öne çıkarıyordu… Tarım işçiliği kadar nahoş buldukları başka bir iş yoktu: Tarımcılık dışında her şeyi yapmaya razılardı” (Aktaran: Lafargue, 2021, s. 14-15/dipnot). [3] Elbette Başkurtlar için tarımdan daha nahoş bir iş olmamasının nedeni, coğrafi/iklimsel koşullar ve güçlüklerdi. Ancak bugün kölelik koşullarında çalışan/çalıştırılan, günlük 60 lira yevmiye (Mayıs 2021) ile tarlalarda kazma sallayan, güneşin alnında belini büküp saatlerce hasat toplayan kadın, çocuk ve genç mevsimlik tarım işçileri de tarım dışında her şeyi yapmaya razı olabilirler diye düşünmeden edemiyor insan. İçine doluşturuldukları araçların (kamyon ya da traktör) devrilmesi sonucu canından olan tarım işçilerinin asfaltta ya da bir dere kenarında uzanan cansız bedenleri dile gelse, bunu itiraf edebilirlerdi. 

ÇALIŞMA AŞKI: HASTALIKLI BİR TUTKU

Marx’ın damadı Paul Lafargue, 1880’de kaleme aldığı, kapitalist düzeni kıyasıya eleştirdiği Tembellik Hakkı adlı kitabının daha ilk sayfasında şöyle der: “Kapitalist medeniyetin hüküm sürdüğü ulusların işçi sınıfını tuhaf bir çılgınlık hali almıştır. Bu hal, iki yüzyıldan beri biçare insanlığa etmediğini bırakmayan bireysel ve toplumsal sefaletleri de berberinde getirmektedir. Bu hal, çalışma aşkıdır; bireyin ve soyunun devamının yaşam enerjisini tüketinceye kadar peşi sıra sürükleyen hastalıklı bir tutkudur.”

Lafargue çalışmayı, çalışma aşkını, çalışma hastalığını, çalışma dinini ya da çalışma dogmasını her türlü yozlaşmanın, organik bozukluğun sebebi sayar. Çünkü insana kendisini gerçekleştirme ve geliştirme fırsatı tanımayan, insanı değerler üretebilecek zamandan yoksun bırakan böylesi bir çalışma hastalığı, insanı insanlıktan çıkarır. Sırf asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmak zorunda olduğu bir sistemin içinde insan silinip gider. İnsana zerk ettiği bu kronik hastalık sayesinde semirip büyüyen kapitalist sistem, çoğu zaman hastaların ölümüne de zemin hazırlar. Yani insanın yaşama hakkını bile elinden alır.

DIŞARDA FIRTINA KOPARKEN BİLE ÇALIŞMAYA MAHKÛM OLMAK 

10 Aralık 2021’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin altı eyaletinde, otuzun üzerinde hortum meydana geldi ve her şeyi yerle bir etti. Mayfield eyaletinde, bir mum fabrikasında 70’ten fazla kişi de dahil olmak üzere ölü sayısının 100’ün üzerinde olduğu söylendi. Hortum vurduğunda, fabrikada 110 kişi çalışıyordu, ancak 40 kişi kurtarılabildi. Mum fabrikasındaki işçilere, mesai bitiminden önce çıkarlarsa işlerini kaybedecekleri söylenmişti ve siren seslerine rağmen işçilerin büyük çoğunluğu fabrikayı terk edemedi. Fabrikayı terk eden ve hayatta kalabilen işçilerin aktardıklarından öğreniyoruz bunları. Dışarıdaki korkunç fırtınaya rağmen, işsiz kalma korkusuyla, fabrikayı terk edemeyen işçiler, erimiş mumların arasında can verdi.

Fordist sistemde de 19 saat bandın başında dikilirken ölüyordu işçiler. Dışarıda bir hortum/fırtına yoktu belki ama hiç aralıksız yürüyen ve adeta işçinin nefes almasına fırsat vermeyen bant sistemi, bir fırtına etkisine sahipti. İşçi iki saniye dahi banttan gözünü ve elini ayıramazdı.

ÇÖKEN RANA PLAZA'NIN ALTINDA 1134 İŞÇİ 

Bangladeş’in başkenti Dakka’daki Rana Plaza, 24 Nisan 2013 tarihinde çöktü ve insanlar o enkazda can verdi. Tarihin en büyük işçi facialarından biri olan bu olayda 1134 kişi ölmüş, 2500’e yakın kişi yaralanmıştı. Binada, işçilerin yanı sıra o işçilerin çocuklarının vakit geçirdiği bir kreş de bulunuyordu. Yani ölenlerin arasında çocuklar da vardı. Facianın ardından birçok marka, kendi tedarik zincirlerini her zaman denetlemek zorunda kaldı. Ama kapitalizm canavarının kölesi olan o 1134 insan hiçbir zaman geri gelmeyecekti. Aşınan karakterleriyle birlikte yok olup gitmişlerdi.

KARAKTER AŞINMASININ DAYANILMAZ AĞIRLIĞI 

Sosyoloji profesörü Richard Sennett’in Karakter Aşınması/Yeni Kapitalizmde İşin Esneklik Üzerindeki Etkisi adlı kitabında, kapitalizmin gündelik yaşama nasıl yansıdığını, karaktere nasıl etki ettiğini didiklediğini görürüz. “Karakter”i, “kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimiz” [4] olarak tanımlayan Sennett, bu kitapta esnek kapitalizmin karakter konusunda karşımıza çıkardığı sorunlara parmak basıyor, okuru da çeşitli soruların ve sorgulamaların peşi sıra sürüklüyor. Örneğin: 

  • Sabırsız, mevcut ana odaklanan bir toplumda, hangi özelliğimizin kalıcı değer taşıdığına nasıl karar verebiliriz?
  • Kısa vadeye kilitlenmiş bir ekonomide nasıl uzun vadeli hedeflere sahip olabiliriz?
  • Her an parçalanan veya sürekli olarak yeniden şekillendirilen kurumlarda, karşılıklı sadakat ve bağlılık nasıl sürdürülebilir?

Modern toplum, rutine, bürokratik zaman anlayışına karşı isyan bayrağı açmış durumdadır. Sennett, XVIII. yüzyılın ortasında tekrara dayalı çalışmanın biri olumlu ve faydalı, diğeri yıkıcı olmak üzere iki apayrı sonuca yol açabileceğinin düşünüldüğünü söylüyor. Rutinin olumlu ve faydalı yanı Diderot tarafından savunulurken, yıkıcı yanı Adam Smith tarafından savunuluyor. 

DİDEROT: RUTİN, EMEK SÜRECİNDE AKIL VE ELİN UYUMUNU SAĞLAR

Diderot işteki rutinin, tıpkı diğer ezberleyerek öğrenme çeşitlerinde olduğu gibi gerekli bir öğretici olduğuna inanıyordu. Diderot’ya göre rutin, bir aktörün repliklerini sürekli tekrarlayarak rolünün derinliklerine inmesi gibi faydalı bir tekrardı. Diderot’nun 1751 ve 1772 arasında yayımlanan büyük Ansiklopedi’sinde rutinin olumlu yönü, saygınlığı betimlenmiştir. Ansiklopedi’nin beşinci cildinde, kâğıt fabrikası L’Anglee resmedilmiştir. L’Anglee bir şatoyu andırır, etrafında çiçek tarhları ağaçlıklı yollar vardır. Artık ev işyerinden ayrılmıştır ve işçiler işe yürümek yerine, vasıtayla gelmek zorundadır. Düzen ve rutinin hüküm sürdüğü bu fabrikada, her şeyin belirlenmiş bir yeri vardır ve herkes görevini bilir. Diderot’nun sözleriyle “tekrar ve ritim sayesinde işçi, emek sürecinde akıl ve elin uyumunu sağlar.”

SMİTH: RUTİN İNSAN RUHUNU ÖLDÜRÜR

Adam Smith’in 1776’da yayımlanan Ulusların Zenginliği kitabında ise düzenli emek-zamanın olumsuz yönü, en dramatik şekilde resmedilmiştir. Smith, rutinin insan aklını öldürdüğüne inanıyordu. Bu arada insanı alçaltan rutinin, insanın ruhunu da öldürdüğünü söylersek abartmış olmayız sanırım. Bugün de toplum Smith’le aynı görüşte diyebiliriz. Smith’e göre para, mal ve emeğin serbest dolaşımı, insanları giderek daha fazla uzmanlaşmaya zorlayacaktı. Serbest pazarların büyümesi, beraberinde toplumsal iş bölümünü getirecekti.

Diderot’un kâğıt fabrikasının yerini Smith’te iğne fabrikası alır. Burada da her bir işçi belirli bir rutinde tek biri işi yerine getirir ve düzen işlemeye devam eder. 16. yüzyıldan itibaren kilise çanları sadece dua zamanını değil, çalışma ve yemek yeme zamanlarını da belirler. 18.yüzyıl ortalarından itibaren ise kilise çanının yerini mekanik saatler alır. Öte yandan cep saatleri de hemen her cepte mevcuttur. Mekâna bağımlı olmaktan kurtulan zaman, adeta insan için bir felaketin başlangıcıdır. İğne fabrikası artık uğursuz bir yer haline gelmiştir, çünkü iş bölümü yoluyla işlemler parçalara bölünmüş, işçiler saatler boyunca tek bir küçük işlem yapmaktan uyuşmuş, sıkıcı bir iş gününe mahkûm olmuştur. Çalışma zamanı üzerindeki kontrolü yiten insan ise zihnen ölmüş, aptal ve cahil bir yaratığa dönüşmüş demektir. Görüldüğü üzere endüstriyel rutin, Smith’in sözleriyle “insan karakterinin bütün derinliğini yok etme tehlikesini barındırır”.

MAKİNE, İŞÇİYİ İŞTEN AZAT ETMEZ

Marx’ın şu sözleri de adeta rutinin işçiyi öldüren yanına vurgu yapar: “El işi ve imalatta işçiler bir alet kullanır; fabrikada makine, işçiden faydalanır. İlkinde emek aletlerinin hareketleri işçiden çıkar; fabrikada işçiler makinenin hareketlerini takip etmek zorundadır. İmalatta işçiler yaşayan bir mekanizmanın parçasıdır. Fabrikada yaşayan eklentiler olarak dahil edilen işçilerden bağımsız, hayatsız bir mekanizma vardır… İşgücünün hafifletilmesi de işkence aleti olur çünkü makine işçiyi işten azat etmez, tersine işi tüm kapsamından yoksun bırakır… İş koşulları işçiyi çalıştırır.” [5]

Smith’e göre karakter, “tarih ve onun öngörülemeyen zikzakları tarafından biçimlendirilir. Oysa rutin, hâkimiyetini kurunca, kişisel tarih için fazla bir şeye izin vermez: Kendi karakterini geliştirmek isteyen kişinin bu rutinden kurtulması gerekir.” Daha sonra (1910-1914) iğne fabrikasının rejimi oto endüstrisini (Ford Motor Şirketi, General Motors) ele geçirecek, askeri disiplin, hiyerarşi, mikrometrik zaman hesapları devreye girecektir.  Bugün insanlık olarak bütün bunların gerçekleştiğine ve rutinin insan üzerindeki tahribatına tanıklık etmiş bulunuyoruz.

"RUTİN" BİR CANAVARDIR

Dostoyevski, Omsk Cezaevi’nde zincirlerini şakırdatarak geçirdiği dört yıllık mahkûmiyet dönemini anlattığı Ölüler Evinden Anılar adlı kitabında, rutin ve anlamsız bir işin, mahkûm için en büyük zulüm olduğunu resmeder. Şöyle ki: “Bir köylü dışarıda belki daha çok çalışır, hatta yazın geceleri bile didinir, ama o kendisi için ve makul bir amaçla çalışır; bu sebeple, onun çalışması zoraki ve kendi gözüyle faydasız gördüğü sürgün işinden daha kolaydır. Bir keresinde aklıma şöyle bir fikir geldi: Bir insanı ezip mahvetmek, ona en korkunç bir katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır bir ceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işin tamamen anlamsız, faydasız olduğu duygusunu vermesi yeterlidir. Bugünkü sürgün hizmeti ilgi çekmeyen can sıkıcı bir iş olduğu halde, aslında makuldür: Mahpus tuğla keser, toprak kazar, badana yapar, inşaatlarda çalışır; bu işlerin de bir anlam ve amacı vardır. Sürgün kendini bazen buna kaptırır, daha iyi, daha becerikli olmak ister. Ama bir kovadan öbürüne su dökmek, kum elemek, bir yığın toprağı bir yerden başka bir yere taşımak gibi işleri ona zorla yaptırırsanız, sanırım birkaç gün sonra ya kendini asar ya da bu küçülmeden, utançtan ve azaptan kurtulmak için, 'öleyim bari' diye binlerce cinayet işler. Böyle bir cezanın ancak işkence, intikam aracı olacağına şüphe yoktur; bu ceza hiçbir makul amaca hizmet etmediği için anlamsızdır. Ama her zorlama işte muhakkak biraz anlamsızlık, hakaret ve bir utanç telakkisi vardır; yani zora dayanan sürgün hizmeti de serbest hayatta yapılan işlerden daha ağır ve azaplıdır.” [6] Dolayısıyla diyebiliriz ki “rutin, bir canavardır”. 

KENDİNİ YARATMA CESARETİNİ GÖSTERMEK

Sennett’in, tek yaptığı bir düğmeye basmak olup, her an bir ayakkabı üretim işçisi de olabilecek olan “fırın işçisi” örneği de bu söylenenleri destekler niteliktedir, diyebiliriz. Ama insan her şeye rağmen kendini yaratma cesaretini gösterebilir. Buna dikkat çekmek için Sennett, Pico della Mirandola’nın İnsanın Değeri Üzerine Söylev kitabından şu alıntıyı yapar: “Kendimizden hiçbir şey üretememek… Ne büyük bir zavallılıktır.” Ve şöyle devam eder: “Dünyadaki görevimiz yaratmaktır ve bu yaratıların en büyüğü de kendi yaşam hikâyemizi şekillendirmektir. Güçlü karakter sahibi olan bir insanın temel özelliklerinden biri, deneyimlerine şekil verme gücüdür.” Peki, esnek kapitalizm ya da vahşi kapitalizm veya neoliberal kapitalist sistem, adına her ne dersek diyelim, insanın yaratmasına, yaratıcı yönünü geliştirmesine, yaratıcılığını ortaya koymasına ne kadar fırsat/zaman veriyor? Veriyor mu? Bu soruları sormadan da edemeyiz elbette. Felsefi etik bilgiyle, insanın değerinin bilgisiyle baktığımızda, insanın insanlaşmasına imkân tanımayan, kendini gerçekleştirip geliştirmesine, değerler yaratmasına fırsat tanımayan bu sistem, adeta insanı öğütüp insanlıktan çıkarıyor. Ama yine de bir şekilde kendini yaratma cesaretini göstermek, bir heykeltıraş gibi kendini yontmak zorunda insan. Çünkü her şeye rağmen bu olanağa sahip. Evet zor, ama mümkün.

KAYNAKÇA

1-Takiyettin Mengüşoğlu (2017), İnsan Felsefesi, Ankara: Doğu Batı Yayınları, ikinci baskı.

2-Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç (2017). Yeraltından Notlar. Çeviren: Fatma-Serdar Arıkan. İstanbul: İthaki Yayınları. Beşinci Baskı.

3-Paul Lafargue (2021), Tembellik Hakkı, çeviren: Gözde Koca, İstanbul: Kapı Yayınları. 

4-Richard Sennett (2010), Karakter Aşınması/Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkisi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, dördüncü baskı.

5-Ayça Sayıoğulları, Efe Dönümcü (12.06.2018), Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’ının Marksvari Bir Okuması, 02.12.2021, http://www.cevirigazetesi.org/charlie-chaplinin-modern-zamanlarinin-marksvari-bir-okumasi/

6-Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (2016), Ölüler Evinden Anılar, çeviren: Nihal Yalaza Taluy, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, ikinci baskı.