Birinci Dünya Savaşı'nda bir doktor: 'Kış Askeri'

'Kış Askeri', bir doktorun gözünden tıbbi vakalarla savaşı irdelerken insana özgü hiçbir duyguyu da es geçmiyor. Böylelikle roman, bilindik savaş anlatılarından farklı bir yerde karşımıza çıkıyor...

Google Haberlere Abone ol

Daniel Mason’ın 'Kış Askeri' romanı, Seda Çıngay Mellor çevirisiyle Holden Kitap tarafından yayımlandı. Birinci Dünya Savaşı’nda doktor olarak cepheye verilen bir tıp talebesinin öyküsüne odaklanan kitap, derinlikli psikolojik boyutuyla dikkat çekiyor.

1915 yılında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda tıp öğrencisi olan Lucius, tıp bilimine tutkuyla bağlı bir genç. Bu doğrultuda, teorik bilgiyle yetinmeyip pratik bilgi sahibi olmak için savaşa yazılıyor. İlk görev yeri ise önceki doktorun kaçtığı, sahra hastanesine dönüştürülmüş bir kilise. Kilisedeki sağ kolu ise Margarete adında bir rahibe, öyle ki görmediği birçok vaka karşısında şaşkına dönen, hiçbir uygulama tecrübesi olmayan Lucius, hemşire sayesinde sargı açmaktan uzuv kesmeye kadar sayısız hususu öğreniyor.

“Margarete ona ampütasyon konusunda muhafazakâr davranmayı öğretmişti, oysa Lucius şimdi sırf askerleri sürekli itişip kakışmanın eziyetinden kurtarmak için pek çok kırık eklemi kesiyordu. Bazen yaptığı iş gözüne doktorluk gibi görünmüyordu bile. Kasaplık, yine. Et oyucusu, kemik kesicisi.” (s.215)

Kış Askeri , Daniel Mason, Çevirmen: Seda Çıngay Mellor, Holden Kitap, 2022.

Şartlar tahmin edildiği üzere zor çünkü zaten tıbbi imkânsızlıklar içindeki sahra hastanesi haşere ve fare istilasına karşı da savaşmakta. Bu bağlamda Lucius’un gerek insan gerekse doktor olarak mücadelesine şahit olurken yirmili yaşlarının başında olan tıp talebesinin büyümesine de şahit olmaktayız. Son derece varlıklı, aristokrat bir aileden gelmesine karşın savaş koşullarına kolaylıkla adapte olan Lucius’un en büyük çatışması Horváth isimli bir askerin, kendi tabiriyle bir kış askerinin gelmesiyle başlayacak. Zira asker o dönem savaş nevrozu şeklinde adlandırdıkları post travmatik stres bozukluğundan mustarip. Sahra hastanesinin düsturu ise askerler fiziksel güçlerine kavuşur kavuşmaz başka hastaneye yahut orduya nakillerini sağlamak. Ancak Horváth vakasında bu düsturu bozarak onu göndermiyor Lucius çünkü konuşamayan, kâbus gören, diğer hastaları uyutmayacak kadar bağıran, bedensel bir rahatsızlığı olmaksızın fiziksel tepki vermeyen adamın başka hastaneye tahliye edildiği vakit daha kötü olacağını düşünmekte. O dönem bu tarz hastalar için uygulanan yöntemler kişiyi boğmadan öğürterek ses tellerini açmak için tasarlanmış bir tür top ve ses tellerine elektrik verilmesi, öyle ki bazen hastaların cinsel organlarına dahi elektrik verilmekte. Öte yandan askerle kurduğu duygusal bir yakınlık da söz konusu. Hasta adamın paltosunun cebinden çıkardığı resimlerinin birçoğunda ejderhaya benzeyen bir çizim var. Bunun çocukluğunda saatlerce seyre daldığı semenderlerden -Grottenolm- olduğunu anlayınca aklına gelen bir anı söz konusu. Küçüklüğünde kekeme olan Lucius birçok yanlış uygulamayla acı çekmiş fakat yine de bir türlü konuşmamış. Hipnoz dahi işe yaramayınca bir doktor salgı bezi teşhisi koyunca ailesi ilk cinsel deneyimini yaşaması için gereken her şeyi ayarlamış fakat Lucius karşısındaki kızla sadece o semenderlerden konuşmuş. Bu çocukluk anısıyla birlikte üniversitenin en zorlu hocasından görünenin altında yatan şeylerin kavranmasına yönelik alışılmadık bir kabiliyete sahip bir öğrenci olarak övgü aldığı ve bu övgüyü hayli benimsediği üzere vakayı çözmek için hırsına yenik düşmesi de ikinci bir neden. Adamı Margarete’in itirazına rağmen göndermemesinin son sebebi ise Veranol denilen bir müsekkinle onu kısmen ve geçici bir süre için kendine getirmiş olması. Netice itibariyle Horst isimli gaddar subay hastalık bahanesiyle asker kaçaklarını tespit etmek için geldiği kilisede adamın bedensel sağlığı yerinde olduğu için Lucius’un yalvarırcasına direnmesine rağmen ona asker kaçaklarına verilen cezaya hükmediyor: Anbinden. Yani öldürücü Balkan soğuğunda askeri çırılçıplak bağlamak. Adamın altına kaçırmasına, bağırışlarına, bitap düşmesine seyirci olan Lucius bu yüzden kendini suçlamakta. Zihni bu vicdan muhasebesiyle meşgul olurken Horst’un ikinci gelişinde aşk ile de tanışacak çünkü hasta askerleri gaddar subayın elinden kurtarmak isteyen rahibe saçlarını kısacık keserek bitlenmiş bir tifüs hastası rolü yaparak herkesin öldüğünü söyleyerek subayın üstüne atılıyor. O kadar iyi rol yapıyor ki subay buna inanıyor fakat kadına tiksintiyle bakarak ve hastalığın kendisine de bulaşmasından korkarak çizmesinin demir ucuyla genç kadını tekmeliyor. Bu olaydan sonra Margarete hasta düşünce Lucius canla başla onunla ilgilenirken genç kadının bir gece ona bakarken yanı başında uykuya dalan Lucius’la birlikte olmasıyla ilişkileri başlıyor. Ancak kısa zaman sonra rahibe ortadan kaybolacak, onu aramaya çıkan Lucius kendini Kazak saldırısının ortasında bularak başka askerlerce kurtarılarak başka bir yere gönderilecek fakat bu esnada kilisenin olduğu şehir de düşecektir. Romanın bundan sonrası ise Lucius’un Margarete’i bulma ve onun gerçekte kim olduğunu öğrenme çabasını konu edinmekte.

Öte yandan tüm bu arka planda savaşın saçmalığı ve bireylerin uyumsuzluğu da hissettirilmekte. Öyle ki yurttaşlar için ister düşman diye tanımladıkları Ruslar ister Polonyalı milis güçleri olsun akıbet aynı. Her güç, zulüm yoluyla onları boyun eğdirmeye çalışmakta. Bu sebepten her insan yalan söylemek zorunda kalıyor. Böylelikle varoluşunu sorgulayan bir karakter olarak da karşımıza çıkmakta Lucius.

“Şimdi, her geçen gün daha fazla, kendimi kendi sonsuz kışlarına tıkılıp kalmışa benzeyen askerlerimden biri gibi hissediyorum. Cepheden dönmenin bu sıkıntıları hafifleteceğini düşünmüştüm. Bize öyle söylemişlerdi: Çarpışma tehlikesi ortadan kalkınca savaş rüyaları da yakamızı bırakacaktı. Ama öyle olmadı. Ortada benim henüz anlamadığım bir savaş yoksa tabii.” (s.242)

Böylelikle Lucius da tedavi ettiği “kış askerlerinden” birine dönüşmekle karşı karşıya kalacak, savaş ve aşk deneyimi yüzünden acı çekecek, bir evlilik tecrübesi yaşayacak, travmaları devam ettiği üzere evliliği de bitecek fakat Margarete’in peşini bırakmayacaktır. Bütün bunların Stanford Üniversitesi'nde psikiyatri dersleri veren bir hekimin gerçekle örtüşen kaleminden çıktığını da hesaba katarsak 'Kış Askeri'nin okurda yarattığı tedirginlik ikiye katlanmakta. Tüm bu özellikleriyle roman, bir doktorun gözünden tıbbi vakalarla savaşı irdelerken insana özgü hiçbir duyguyu da es geçmiyor. Böylelikle, bilindik savaş anlatılarından farklı bir yerde karşımıza çıkıyor “Kış Askeri” …