Bir yazarın kendini yok etme girişimi

'Büyük resim' tamamlansa da her şeyin yarım kaldığı hissiyle bitiyor 'Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı’. Eksik ve yarım…

Fotoğraflar: Salih Üstündağ
Google Haberlere Abone ol

Kendini yok etmek, kendini sıfırlamak mümkün müdür? Ya da verili olanı yok etmek… Mesela bize çizilen yoldan çıkmak aptallık mıdır, macera mı, yoksa irade mi? Herhangi bir anda sil baştan diyebilir miyiz sizce? İçimizde biriken tortuları -ya da haydi tatlı bir şekilde ifade edelim- hatıraları ayıklamak istemez miydik!

Zaman zaman durabildiğimizde ya da yavaşlayabildiğimizde içine düştüğümüz soru kazanları vardır. 'Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı' oyunu, bizi o kazanlarda fokurdatıyor. 

İstanbul Tiyatro Festivali’nin İstiklal Caddesi rotasında ilk kez sahnelenen oyun, festival sonrasında Metrohan durağında devam ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) restorasyon çalışmalarının ortasında gezme fırsatı bulduğum bina, oyunla iyi bir ten uyumu yakalamış. Duvarlardaki kazınmış ama korunmuş katmanlarla, pencere açılarından yansıyan insan manzaraları ve ışık oyunlarıyla, içeri dolan sesler ve geniş boşluklarıyla kendi başına çok şey anlatan bir mekan aslında. Oyunun açtığı boşluklara bu yönleriyle dolabiliyor tarihi istasyon. 1875’te açılan dünyanın en eski ikinci metrosu, Tünel’in istasyon binası olan Metrohan, kendine özgü bu performatif enstalasyonla bir yazarın kafasının içine dönüşmüş; oda oda gezdiriyor seyirciyi…

Oyun, öznel bir manifesto havasında geçiyor. Metnin yapısı biraz öyle. Ama bir kadının tercihen kopuk ve mesafeli anlatısının izleği, yazarın kendi çelişkilerini apaçık serdiği bir gösteriye dönüşüyor. Bu haliyle oyunun metni; çelişkili, cesurca, korunmasız, karmaşık. Oyuna adını veren bu -Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı-  güzel cümleyse başlı başına bir yolculuğa çıkarıyor insanı. Benim gibi anneannesi güller yetiştiren ve torunlarının çocukluk arkadaşı olan insanlar için derin bir "ah" ile geliniyor oyuna. Ve hatıraların arasından önce unutmak istemediklerimiz yani güzel olanlar beliriveriyor, yalan yok!

Oyunun pek çok tartışması var; aileyle, kariyerle, kimlikle ilgili başlıklara sahip. Bir entelektüelin iç çekişleri diyebilirdik ama öyle değil metnin akışı. Daha ziyade "büyük resmin" çaresizlikle, anlamsızlıkla tamamlanmasına duyulan bir öfke hali gibi oyunun anlattıkları. Bildiklerinin, "başardıklarının" yetmediği bir yerde olmak gibi. Bir yanıyla entelektüel körlüğe karşı kılıç kuşanmış bir anlatı denebilir. Aynı zamanda diplere dalıp bazı sevgileri anımsama ihtiyacının duyulduğunu hissettiriyor bu deneyim. Anneleri, anneanneleri, bazı yemek masalarındaki hatıraları, komşudan duyulan müziği, o sokakta olmayanları -bir zamanlar var olan izlerin ya da daha doğrusu tarihin diyelim- bugüne mana vermeye çalışırken hep başvuru kaynağı olması boşuna değil herhalde. Resim, tek kişilik de olsa, bir kalabalığı da gösterse böyle olabilir. Oyun bu yanlarıyla beraber oldukça öznel bir yerden yola çıkarak kentsel yağmadan iklim değişikliğine, anneler ve kızlarından ilişkilenme sorunlarına, sevginin tarifinden hasret kalışlara kadar pek çok kavramı, hissi yeni gerçeklik omurgasına oturtarak sorguluyor. Yazarsa bunları karnına sarılıp kıvranarak sanki.  

Metnin derdiyle yaptığı şey arasında kimi handikaplar da beliriyor. Tercihen bile olsa parça-bütün ilişkisini kurabilmek, fikri takibi yapabilmek güç. Yazar kendini ortaya koyarken bir yandan da eleştirdiği entelektüel varlık ispatına kapılıyor olabilir mi? Kafama takılan sorulardan biri bu oldu. Oyunun manifestik kimi çıkışlarındaki anlam yoğunluğunun yaratacağı yapı bozumu etkisiyle rejinin yabancılaştırma seçimleri birbirinin etkisini yer yer etkisiz hale getirebilir mi? Bu da kafama batan bir diğer kıymık diyebilirim.

Bu çentiklerin dışındaysa yazar ve yönetmenin birbirini iyi anlamış olduklarını düşündüren bir senkron var oyunda. Birlikte her şeyi önce boca edip sonra yine sahnede yok ediyorlar, sonra bir daha...  İçeride, derinlerde olan pek çok düşünce ve duyguyu dışarıdan bir tavırla anlatırken tam bu senkronu fark ediyoruz. 

Sahnelemedeki yabancılaştırma, geniş sessizlikler, yazarın ve yönetmenin sahnede canlı bir gölge gibi gezişi seyirciyi gergin bir yerde de tutuyor. Maestroların baton hareketlerini izler gibi oyuncular yazarı ya da yönetmeni -mi- takip ediyor. Oyuncular anlık komutlarla rol alıyor gibiler, tabii öyle değil. Sahicilikle rüya, geçmişle bugün arasında, bilinçle bilinçdışı arasında bir arafta duruyor hem reji hem metin. 

Galata Perform’un Atölye ve Proje Direktörü Ferdi Çetin, çevirmen olarak da pek çok oyuna imza atıyor. Buradaki aşikar ama gizemli yazar o. Oyunun yönetmeni Kayhan Berkin, oyuncu olarak da sahnede. Berkin’in yönetmenliğinin her oyunda başka bir stili olması dikkat çekici. Geleneksel, çağdaş ya da melez de olsa reji dilinde yeni deneyimlerden kaçmıyor. Kayhan Berkin’le beraber Ayşe Lebriz Berkem, Nergis Öztürk ve Okan Urun gibi ciddi oyunculuklar yan  yana getirilmiş. Bence oyuna dair vurguladığım mesafeye oyuncuların kendi tiyatro yaklaşımlarındaki nüans da eşlik ediyor. Farklı ekiplerin reji üsluplarının içinden gelmeleri, bazı isimlerin akademik bir yanlarının olması, hep beraber sahnede ilk kez buluşmaları gibi özellikleriyle oyunculuklar bu sahnelemenin sevdiği o mesafeyi korumuş. 

Metrohan’ın o geniş pencerelerinin önünde, üzerine beyaz bir örtü serilmiş masa, toplanmış sandalyeler, çöp kutusu, boş bir çerçeve,  alüminyum merdiven ve tuğlalar, sıva parçaları ile dekor da aynı kopukluğu yansıtıyor. O beyaz örtü sayesinde ise sahne kapatılmış bir evin odasında olduğumuzu, sanki sakinlerinin aramızda olmadığını düşündüren bir görüntüyle açılıyor. Kostümler (renkleri, stilleriyle) yine steril ve soğuk seçimlerden oluşuyor. 

Oyun, boyasız, tuvalsiz, fırçasız, kağıtsız adeta bir natürmort tablonun tamamlanmasıyla bitiyor. Gerçek objelerle boş bir çerçevenin içine oyuncunun eliyle nesneler dolmaya başlıyor. Bir çeşit canlı resim kalıyor geriye. Bu sahne faklı disiplinlerle oyunun iletişimini de diğer seçimlerin de olduğu gibi eklektik bir yolla yapıyor. 

Ve bir "büyük resim" daha tamamlanmış olsa da her şeyin yarım kaldığı hissiyle bitiyor oyun. Hem eksik hem yarım… Haliyle 'Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı’dan biçimi tuhaf bir özlemle ayrılıyoruz. 

BA-TİYATRO & H6 ACT

Yazan: Ferdi Çetin
Yöneten: Kayhan Berkin
Dramaturji: Noyan Ayturan
Dekor Tasarımı: Merve Yörük
Kostüm Tasarımı: Gül Sağer
Işık Tasarımı: Ayşe Sedef Ayter
Ses Tasarımı ve Performans: Anıl Aslan
Fotoğraflar: Noyan Ayturan
Teknik Koordinatör: Umut Rışvanlı
Prodüksiyon Asistanı: Furkan Kamil Güder
Reji Asistanı: Beyza Elçin Işığan
Yapımcılar: Ferdi Çetin, Sena Kurdoğlu
Oynayanlar: Ayşe Lebriz Berkem, Kayhan Berkin, Nergis Öztürk, Okan Urun