YAZARLAR

Bir ‘devrim’in tarihçesi

Belgesel dalında Oscar adaylığı elde eden ‘Crip Camp’, toplumsal mücadeleler tarihinin zayıf maddesine güçlü bir katkı sunuyor. ABD’de engelli bireylerin eşitlik ve adalet arayışının yirmi yıllık tarihini anlatan yapım, yalnızca iktidarla değil, toplumla da yürütülen bu çetin mücadeleye saygı duruşu aynı zamanda.

Ne onunla ne de onsuz yapabildiğimiz Oscar ödülleri için adaylar açıklandı. Pandemi nedeniyle sinemanın en büyük krizlerinden birisinin yaşandığı 2020 yılına ait filmlere bakınca yine de fena değilmiş gibi görünüyor. Hazır Oscar adayları açıklanmışken, izleme olanağı bulduğumuz filmlere dair bu köşeden değerlendirme yapmaya devam edelim.

Oscar ödüllerinin en önemli kategorilerinden birisi olarak gördüğüm belgesel sinema dalında “Collective”, “Time”, “Crip Camp”, “The Mole Agent” ve “My Octopus Teacher” filmleri aday gösterildi. Hatırlatalım; “Crip Camp” ve “My Octopus Teacher” hali hazırda Netflix’te, “Time” ise Amazon Prime’da izlenebilir.

Bu kategorinin yanı sıra yabancı dilde en iyi filme de aday gösterilen “Collective”e dair, geçen ay bu köşede bir yazı kaleme almıştık. Söz konusu yazıda filmin Romanya sağlık sisteminin siyaset, bürokrasi ve sermaye eliyle nasıl da çürütüldüğünü çarpıcı bir şekilde anlattığını ifade etmiştik. Film her iki kategoride de güçlü bir aday. Bugün ise Türkiye Netflix’inde “Crip Camp: Engelli Devrimi” adıyla gösterilen yapıma dair birkaç kelam edelim.

Belgesel sinemada arşiv görüntülerinin önemi çok büyük. Türkiye bu açıdan kurak bir ülke olduğu için, çok değil 30-40 yıl öncesine dair görsel hafıza oluşturmak bile oldukça güç. Var olan görsel kayıtlar da çoğunlukla devlet denetimi altında ve ulaşmak, kullanmak zor. Böyle bir girişi yapıyorum çünkü geçmişteki görsel malzemelerin kullanılıp hikayeler kurgulanan belgesellerin sayısı hızla artıyor. “Crip Camp” de aslında bunlardan birisi ve çoğumuzun hiç bilmediği bir yolculuğu anlatıyor. 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların başı için ABD’ye dair genel bilgimiz siyah ve kadın hareketinin yükseldiği, özgürlük taleplerinin arttığı ve savaş karşıtı cephenin yükseldiği şeklinde. Oysa aynı dönemde başlayan çok güçlü bir hareket de var: Engelli hareketi.

Birçok eksik gediğine, uygulamadaki sıkıntılara rağmen engelli bireylerin sahip oldukları haklar için yürütülen sert ve sabırlı bir mücadeleyi anlatıyor “Crip Camp”. Bu büyük mücadelenin tohumları ise “Crip Camp” adlı yerde atılıyor. 1971 yılı yazında bir grup hippi tarafından organize edilen kampa katılan engelli bireylerin hiçbirisi için hayat sonrasında eskisi gibi olmuyor. Toplumun onlara yaşattıkları olmadan, kendileri gibi olanlarla vakit geçirerek ve ayrımcılığa uğramadıklarını hissederek geçirdikleri kamp günlerinin ardından ülkenin dört bir yanında örgütlenmeye başlıyorlar. Bugün kamu binalarında, toplu taşıma araçlarında, kaldırımlarda vb. alanlarda gördüğümüz düzenlemelerin hayata geçirilmesi için yürütülen bu mücadele yalnızca caddeleri trafiğe kaparak değil, ilgili bakanlığın binasında haftalarca sürecek işgallerle, açlık grevleriyle destekleniyor. Çoğu başka birisinin desteğine muhtaç bu insanlar, birbirlerine el vererek büyütüyorlar mücadeleyi. Sivil toplum örgütlerinin, sendikaların desteği de eklenince bir anda ülke gündemi haline geliyor talepleri. Ama önce Nixon, sonra Jimmy Carter yasayı geçirmekte, geçince de uygulamakta ayak diriyorlar. Çünkü ‘gereksiz masraf olarak görüyorlar’. Yüz binlerce insanın gelip geçtiği metroyu on engelli kullanacak diye niye masraf yapılsın ki!

“Crip Camp”, engellilerin toplumsal eşitlik taleplerinin ve mücadelesinin basit bir hak mücadelesi değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm çabası olduğu gerçeğini çarpıcı bir biçimde anlatıyor seyirciye. Mesele yasaların çıkarılması ya da uygulanması değil, toplumun engelli bireylere bakışının değişmesi çünkü. Bir yandan Crip Camp’te bir araya gelip dayanışmanın ve özgürlüğün tadını alan engelli bireyler varken, hemen yanı başlarındaki bir hastanede yüzlerce engelli insanlık dışı muamele görüyor çünkü aynı anda. Ailelerin engelli bireylerden utandıkları ve onları uzaklaştırmak istedikleri bir toplumda, eşitlikçi kurallar koymak kadar toplumsal yargıları da parçalamak gerekiyor.

Engelli bireylerin kamusal alandaki politik varlığının önemi de tam burada ortaya çıkıyor işte. Politik bir özne haline gelmek yalnızca kâğıt üstünde toplumsal eşitlik kazanılmasını sağlamıyor, aynı zamanda toplumu da dönüştürerek bunun bir gerçekliğe dönüşmesini sağlıyor. Crip Camp’ten sonra hayatı değişen bireylerden birisi olan Judith Heumann’ın sözcülüğünü yürüttüğü bu mücadele kazanım üzerine kazanım ekleyerek yirmi yılın sonunda kâğıt üzerinde de olsa engellilerin eşik haklara sahip olduğu yasaların uygulanmasını sağlıyor.

“Crip Camp”in en büyük şansı, yazının girişinde bahsettiği arşiv görüntülerinin varlığı. Hem kampın hem de sonrasındaki mücadelelerin hemen hepsine ait görsel bir kaynak mevcut. Bu da katılımcıların anılarının görsel olarak da desteklenmesini ve doyurucu bir anlatım yakalanmasını sağlıyor. 1971’deki kampa katılan ve kameraya kayıt eden James Lebrecht ile Nicole Newnham’ın birlikte yarattığı belgesel, karşısındaki güçlü adaylara rağmen ödüle uzanabilir mi bilinmez ama ‘toplumsal mücadeleler’ külliyatının belki de en eksik maddesi ‘engellilerin hak mücadelesi’ne çok önemli bir katkı sağlıyor.

Bitirirken hatırlatmakta yarar var. Türkiye’de devletin resmi rakamlarına göre 5 milyon engelli birey olduğu kabul ediliyor. Ancak bir o kadar da kayıt dışı olduğu varsayılıyor. Yani en iyi ihtimalle her on kişiden biri engelli. Çağın gereği olarak çeşitli düzenlemeler olsa da, engelli bireylerin kent hayatına katılımı konusunda büyük sorunlar yaşadıkları bilinen bir gerçek. Yalnızca kent hayatına değil, çalışma ve eğitim olanaklarına ulaşmada da eşit bir toplum yarattığımız söylenemez. “Crip Camp”, Türkiye’deki eksikleri görmemiz ve mücadeleyi biraz daha büyütmemiz için de ilham veriyor öte yandan.