Bir bahçıvanın şair olarak portresi

Olav H. Hauge’nin hayatı, hayatta tesadüflerin pek yeri olmadığının kanıtı bir anlamda. Bir bahçıvanı, tanınmış bir şair ve adından sıklıkla söz ettiren çevirmene dönüştüren şey, ne tesadüf ne mucize.

Google Haberlere Abone ol

Altay Öktem

İnsan yaşadığı yere benzer, diyordu ya Edip Cansever, şimdi inandım. Benzermiş. İnsan coğrafyanın da, iklimin de, ruhunun da kalıplarını kırıp atabilirmiş ayrıca. Ona da inandım. Hayatı boyunca, sürekli kısa çöpü çekenlerin kazandığı bir dünya da olabilirmiş meğer. Hem de yakınımızda, çok yakınımızda olabilirmiş o dünya. Neden olmasın ki?

Yakınımızda dediğim, sözün gelişi. Bu yazıyı Olav H. Hauge’den ve onun Yitik Ülke Yayınları tarafından yayınlanan 'Elma Bahçesinden' adlı kitabından bahsetmek için kaleme aldığıma göre, yaşadığı coğrafyaya, yani batı Norveç’in karaya en derin giren fiyortlarından birinin en uç noktasındaki Ulvik’e, artık kasaba mı denir köy mü, o 518 nüfuslu küçük ama pek de sevimli sayılamayacak yerleşim yerine “yakın” demek pek olası değil. Ama coğrafyanın, iklimin, hatta ruhun kalıplarını kırma, kısa çöpü çeke çeke kazanma konularında söylediklerim sözün gelişi değil. Onlar hakikat.

1908’de doğmuş, nüfusu ne artan ne azalan, pek geleni gideni olmayan bu yerde Olav H. Hauge. Zorlu iklim koşullarıyla mücadele ederek, dahası, yakasını hiç bırakmayan yoksulluğun içinde, üstüne üstlük kronik hastalıklarla boğuşarak geçen bir ömür. Ve o zayıf bünyesine rağmen, hayatta kalabilmek uğruna ağır iş koşullarında, elma bahçelerinde çalışarak geçen bir ömür. Deyim yerindeyse bahçıvan olarak doğmuş, bahçıvan olarak ölmüş Olav H. Hauge.

Peki diyeceksiniz, şiir bunun neresinde? İçinde. Tam merkezinde!

Olav H. Hauge’nin hayatı, hayatta tesadüflerin pek yeri olmadığının, mucize denen şeyin aslında bir tür masal olduğunun da kanıtı bir anlamda. Bir bahçıvanı, hem de ilelebet bahçıvan kaldığı halde tanınmış bir şair ve adından sıklıkla söz ettiren bir çevirmene dönüştüren şey, ne tesadüf ne mucize. Yoğun bir okuma, yazma arzusu, öğrenmeye duyulan sınırsız iştah ve her yerde, her koşulda çalışma, sürekli çalışma azmi. Hauge’nin, “Ulvik’te yaşayan iki yalnız insan” diye tanımladığı dayısı ve bir uzak akrabasıyla yaşadığı kitap eksenli ilişkinin ve onların zengin kütüphanelerinin gelişimindeki katkısı da yadsınamaz elbette. 1900’lerin ilk yarısında, bu sapa ve yoksul yerde bir Halk Kütüphanesi bulunması da cabası. Henüz 16 yaşındayken kütüphanenin kayıtlarını inceleyip, kütüphaneden o güne dek 626 kitap alıp okuduğunu görünce üzülür ve “Çok az, gerçekten çok az” diye hayıflanır Hauge.

Dile olan yatkınlığından da söz etmek gerek bu arada. Kendi kendine, kimseden yardım almadan İngilizce, Fransızca ve Almanca öğrenir, sevdiği şairlerden çeviriler yapmaya başlar. Sonraları bu çeviri işini ilerletecek, aralarında W.B. Yeats, Browning, Rimbaud, Hölderlin, Trakl ve Brecht’in de olduğu çok sayıda şairin şiirlerini Norveççeye kazandıracaktır.

Bu arada, ilk şiirini de yazmıştır Hauge. Hem de bir modernist gibi! O günkü coşkusunu şöyle anlatır:

“İlk şiirimi tamamladığım günü çok iyi hatırlıyorum. Evet, yazdığımın şiir olduğuna inanabilirdim, şaşkınlık yaşanan bir gündü. Henüz uyağın ve dize düzeninin ne olduğunu bile bilmiyordum, bir modernist gibi işe başladım.”

Elbette, yazdığı şiirlerin yayınlanmasını da arzu eder, yolu şiirle kesişen hangi genç istemez ki bunu? Ancak, tahmin edilebileceği gibi, yerel gazetelerin şiir köşelerine gönderdiği şiirler reddedilir.

Uzun ve meşakkatli bir uğraşın sonunda Olav H. Hauge’nin şiirlerini Norveççeden, hem de kullandığı yerel diyalekti de çözümleyerek Türkçeye çeviren Orhan Tekelioğlu, yazdığı kapsamlı önsözde “Bir bakıma, hayatın içinde gezinirken (“düşünürken” de denebilir) önüne çıkanların, rast geldiklerinin “çağrışımlarından” şekillenen “rüya-yazılar” gibi de okunabilir bu şiirler. Neredeyse bir rüya görülürken yazılan, rüyasını sökmeye, anlamaya çalışan ama ürettiği metinle biz okurlara sadece bazı “işaretler”, “istikametler” göstermekten öteye gitmeyen, belki beyhude, belki de bilgelikle dolu anıştırmalar…” diye tanımlıyor onun şiirlerini.

Elma Bahçesinden, Olav H. Hauge, Çevirmen: Orhan Tekelioğlu, 148 syf., Yitik Ülke Yayınları, 2021.

Sonunda şiirleri yayınlanmaya başlar. İlk şiirinin yayınlanmasından üç yıl sonra da ilk şiir dosyasını oluşturur ve bir yayınevine gönderir Hauge. Yayınevi, çok sert, düşmanca bir dille reddeder dosyasını. Ancak Hauge umutsuzluğa kapılmaz. Zaten yazmanın verdiği his, her şeye değiyordur.

Gerçi ileride, 1946 yılında, Hauge 38 yaşına geldiğinde bu dosya kitap olarak yayınlanacaktır. İlk kitabını yayınlatabilmek için on altı yıl beklemesi gerekmiştir sadece.

Hauge şiir yolunda son hızla kendini geliştirir ve hummalı bir şekilde çalışırken, önündeki tek engel elma bahçelerinde çalışmak zorunda olması ve içinde bulunduğu ağır iş koşulları değildir. Onu asıl yıldıran, fizyolojik ve psikolojik açmazların girift bir şekilde iç içe geçerek hayatını kuşatmasıdır. Zayıf bünyesi zor kaldırıyordur bu hayatı, ancak ruhu da bedeniyle aynı açmazın içinde bocalıyordur. İlk gençliğinde başlayan ve gittikçe ilerleyen psikolojik sorunlar, özellikle de depresyon, en az parasızlık kadar altüst eder hayatını.

Sonuçta, önemli olan insanın içinde yaşadığı dünyadır. Algısı ne kadar açıksa, dünyası o kadar geniştir insanın. Genişliğin enle, boyla ilgisi yoktur. Genişlik; derinliktir aslında. Yer’in değil, algının derinliği. Bu yüzden de öncelikle yaşadığı yeri, doğayı ve hem kendinin hem doğanın o katıksız mücadelesini şiirleştirir Hauge. “Yükselince ırmak / Dert etmez balık” der örneğin; “Ama kunduz, bîçare / Yuvası için endişelenir.” Irmağın bilgisidir bu, suyla yazılan tarihtir. Suyun içindeki hayatın suyun dışındaki hayatla, su bazlı imtihanıdır. Gözlem midir bu bilgiye ulaştıran? Elbette öyledir. Ama yalnızca o değildir. Gözlemin bilgiyle ve düşünceyle kesişmesidir asıl olan.

“Tırpan söyler usulca türkü / ve düşünceler koyulur yola. / Öyle çok da fazla acıtmıyor, / gelir dile otlar, / kesilirken tırpanla” derken, tırpanla kesilen otun acısını anlatır bize. Neticede, çok da fazla değildir otun çektiği acı. Doğanın kendi içinde yarattığı acıdır çünkü bu; asıl acı doğa dışı (bir anlamda doğal dışı) olanın acısıdır çünkü. Buna katlanılır. Elbette katlanır ot.

Eğik güneşten, yüksek gökten, ısıran rüzgârdan söz eder şiirlerinde, taşları parçalanmış lavlı tarlalardan. Ancak her koşulda, gerek iklim koşullarının, gerek ruhsal koşulların zorluğu karşısında yılmaz şair, şiirini yazar: “Pusatın olmadığında / bağlardın yassı taşı göğsüne, / kılıcın olmadığında / kapardın kalın bir değnek. /…/ Ama şiir yazacağın zaman, / çekerdin koyun postunu / başının üstüne.”

Yoksulluk, Noel demetinde hiçbir şey olmamasıdır mesela. Sadece yulaf kalmıştır, o da küflenmiştir çoktan. Eski yün fanilayla bir çift yıpranmış ayakkabı vardır evde. Avluda da bir kedi. Ne küflenmiş yulaf ne eski fanila ne yıpranmış ayakkabıdır önemli olan, avludaki kedidir. “Konuş onunla” der bir şiirinde Hauge. Çünkü “En çok zaman geçiren odur bahçede.” Evin içi değildir, dışarısıdır, bahçedir aslolan. Ve bahçenin bilgisi de kedide gizlidir. O yüzden “konuş onunla” demiştir belki de. Çünkü bahçede ışıyan ağaçlara, olgun böğürtlenlere, telaşla gelen ardıç kuşuna, öfkeli puhuya uzun uzun bakan odur. “Diyelim ki ölse puhu / ve konsa güneşe,” ne kalır ağaçta ondan geriye? Hiç duraksamadan cevaplar Hauge; “… dehşeti / kalır konduğu ağaçta.” Kim bilir, puhudan geriye kalan dehşeti kedi hissetmiştir belki de; ve fısıldamıştır Hauge’nin kulağına.

Hauge’nin, sesini edebiyat çevrelerine ulaştırması ve bir okur kitlesi edinmesi hiç kolay olmaz. 1951’de ikinci, 1956’da da üçüncü şiir kitapları yayınlanır. Ancak üçüncü kitaptan sonra sayıca az ama bir o kadar da tutkulu bir okur çevresi oluşur. 1960’ların ikinci yarısından sonra da diğer Norveçli şairlerden farklı, öncü ve modern bir şiir yazdığı fark edilir ve ülkenin önemli edebiyat dergilerinde adı övgüyle anılmaya başlanır. Bu esnada hem yaşı ilerlemiş hem sağlığı daha da bozulmuştur Hauge’nin. Gittikçe ünlenen bu “taşralı kült şair” kendi elma bahçesinde kazandığıyla geçinemiyor, komşuların bahçelerinde de ücret karşılığı çalışarak hayatta kalma mücadelesi veriyordur.

1966’da yayınlanan 'Doğu Rüzgarındaki Damlalar' adlı kitabından sonra ünü iyice artar ve yaşadığı yere ziyaretçi akını başlar. Hauge için büyük bir travmadır bu. 150 km. uzaklıktaki Valen Akıl Sağlığı Hastanesi'ne gidip geldiği dönemler haricinde ne Ulvik’ten dışarı çıkmış ne de ona bir ziyaretçi gelmiştir. Gerçi, bir süre sonra, kendisine verilen Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü almak üzere hayatında ilk kez Oslo’ya gidecektir Hauge. Ancak, ödül törenine katılmak yerine, bulduğu ilk araca binip evine geri dönecektir.

1980 yılında yayınlanan 'Hasattan Kalanlar' adlı kitabındaki Bulmam Lazım Bazı Delilikler adlı şiirinin, hayatının bundan sonraki dönemine ışık tutan simgeler içermesi açısından oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Hayatı boyunca sevinç duygusuyla pek karşılaşmamış, birinin, yaşadıkları karşısında, “Bu sevinç çok fazla” demesinden daha normal bir şey olabilir mi?

“Bu sevinç çok fazla,
kaynayıp taşmak üzere tencere,
terazinin bir kefesi bakar göğe!
Bulmalıyım bazı delilikler:
boca ederim soğuk suyu tencereye,
dengelerim bir taşla teraziyi,
keserim en kocaman çamımı.”

Sevinç, terazinin dengesinin bozulması ve yaşadığı “olumlu” gelişmelerin hayatında ağır basmaya başlamasıyla ilgili. Zamanla hem ünü hem hayran kitlesi artmış, aynı zamanda çok sayıda da hayran mektubu almaya başlamıştır Hauge. Bu esnada, hayatının akışını değiştirecek bir (hatta birbirine bağlı iki) gelişme olur. Uzun zaman mektuplaştıkları, kendisinden 22 yaş küçük olan tanınmış bir ressamla aralarındaki ilişki aşka dönüşür. Oslo’daki rahat hayatını bırakıp Hauge’nin, deyim yerindeyse fakirhanesine taşınan Bodil Cappelen ile ilişkisi, Hauge’nin hayatının sonuna kadar sürer. Tencerenin kaynaması metaforunun bu ilişkiyi imlediğini düşünüyorum. Tencerenin kaynamakla kalmayıp neredeyse taşmak üzere olduğu, terazinin hafif kalan kefesinin, yani “dert”lerle dolu kısmının, sevincin ağırlığına dayanamayıp göğe doru yükselmesi tedirgin eder Hauge’yi. Çok geç tanıştığı mutluluğu dengelemek için bazı delilikler yapması gerektiğini düşünür. Aslında bu dönemde, hayatı boyunca ona eşlik eden delilik halinden de eser kalmamıştır. Uzun yıllar boyunca “psikoz” tanısıyla ağır ilaçlar kullanmak zorunda kalan, hatta birçok kez, o sıralar dünyada yeni yeni kullanılan elektroşok tedavisine maruz kalan Hauge, Bodil’le birlikte yaşamaya başladıktan sonra iyileşmiş ve kendisine koyulan teşhis, doktorları tarafından “tamamen sağlıklı” olarak güncellenmiştir. Orhan Tekelioğlu, yazığı kapsamlı önsözde, bu durumun şu anda da tartışmalı olduğunu belirtiyor. Hayatında mutluluk verici bir değişimin meydana gelmesi bir psikoz hastasının tamamen iyileşmesini sağlar mı? Bu soruya elbette konunun uzmanları cevap verebilir; ancak, büyük olasılıkla, ilk başta koyulan teşhis yanlıştır ve yaşadığı depresyon atakları psikoz sanılarak gereksiz yere ağır ilaçlar kullandırılmış ve elektroşoklar uygulanmıştır Hauge’ye.

Hauge’nin bulduğu delilikler de şunlar: Taşmak üzere olan kaynar tencereye soğuk su boca etmek ve terazinin, sevincin karşısında hafif kalan kefesine taş koymak. Yani fazla gelen sevinci kederle dengelemek. Buraya kadar anlaşılabilir, hatta makul sayılabilir bu tavır. Ancak; hayatı boyunca doğanın dilini taklit etmeyip, şiirleriyle doğaya yeni bir dil kazandıran ve yarattığı metaforlarla fiyortlardan esen rüzgâra can katan Hauge’ye, “keserim en kocaman çamımı” dedirten ruh halini, alışılmadık sevinç yükünün insan üzerinde yarattığı ağırlık hissiyle açıklayabilmek pek mümkün değil. Çünkü Hauge, sadece bu kitapta okuduğumuz şiirlerden edindiğimiz izlenime göre, ölümü göze alır da kesmez, kestirmez o çamı. Çünkü o çam onun dil’idir!

Doktorlar her ne kadar “tamamen sağlıklı” olduğunu belirtmişlerse de, doğma büyüme bahçıvan olan birinin ömrünün son demlerinde ünlü ve kült bir şaire dönüşmesinin getirdiği, aslında kendinin de yabancısı olduğu farklı bir depresyon türü olduğunu düşünüyorum bu son dizeyi ona yazdıran şeyin. Sevincin fazlasına belki katlanılabilir ama taşması ağır gelir insana. Çamı kesen baltayı herkes eline alabilir bu durumda. Çam, taşan sevincin metaforudur burada; balta ise bu duyguyu dengeleme çabası.

Neyse… Bir metafor olarak, herkes en kocaman çamını kesebilse keşke!