YAZARLAR

'Başıma bir şey mi gelecek, gelmeyecek mi?'

Geleceğe dair kontrol hissinin azalması toplumsal şiddete nasıl yol veriyor? Kayıtsızlaşmanın arttığı dönemler, neden eşitsizliğin ve adaletsizliğin meşrulaştığı, cezasızlığın, kutuplaşmanın, mafyatik yapıların yükseldiği dönemler oluyor? Depresyonu politize etmeden konuşmak ne kadar mümkün? Sivil ölüm aslında “belirsizliğe mahkumiyet” midir? Klinik psikolog, psikoterapist Banu Yılmaz ile belirsizlik üzerine...

“Aslında evet, hayat hep belirsizliklerle dolu, kesin olan tek bilgimiz de ölümlülük. Günlük yaşantımızı bu bilgi üzerine kurgulamıyoruz, ama kontrol edemediğimiz alan büyüdükçe bu bilgiyle daha çok yüz yüze geliyoruz. Pandeminin değiştirdiği hayatlarımızı yeniden kurgulamaya çalışırken ülkece yoksullaşıyoruz, her gün yeni hak ihlalleri yaşıyoruz, çevre katliamlarını izliyoruz, kadın ve çocuk cinayetleriyle yıkılıyoruz ve her geçen gün kendimizi daha çaresiz hissediyoruz. Süreğen biçimde bu durumlara maruz kalmak ya da tanık olmak, zihnimizin yaşanmış, sona ermiş bir olayı işlemlemek yerine, gelecekteki güvenliğimizle meşgul olmasına neden oluyor. Yani sürekli başımıza bir şey gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışıyoruz.”

Ve bütün bunlar bize, ruh sağlığımıza nasıl etki ediyor? Klinik psikolog, psikoterapist Banu Yılmaz araştırmalardan süzülen sonuçları sıralıyor: Duygusal dengesizlik, olumsuz duygulanım, depresyon, karamsarlık, düşük benlik saygısı, kaygı... Belirsizliğin farklı köklerden büyüdüğü, birleştiği yerde kontrol algısı düşüyor; yaşananları anlamlandırmaya ihtiyaç duyan geleceği inşa kabiliyeti azalıyor. Böyle tekrarlayan biçimde çaresiz hissetmek de değersizlik, yetersizlik, kayıtsızlık, derken çözüm çabasından dahi vazgeçerek kabullenmeye neden olabiliyor.

Bireysel seviyedeki tezahürleriyle birlikte, belirsizliğin ruh sağlığı üzerindeki etkilerinin sosyal ve toplumsal sonuçlarını da konuşmak gerekli. İyi ile kötünün, savaş ile barışın aralarındaki farkın belirsizleşmesi, suçun ve cezanın siyasi gereçlere döndürülüşü, geleceğe dair kontrolün kaybı, kişisel düzeyde iyi, doğru, ahlaklı olma nedenlerini ortadan kaldırıyor mu? Belirsizliğin arttığı dönemlerin, aynı anda kötüye, yoza ve yalana kayıtsızlığın, hatta onayın arttığı bir dönem olması neyi gösteriyor? Çoğunlukla insan mamûlü nedenlerle hayatın gidişatında söz sahibi olamamanın, aynı zamanda toplumda her alana yayılan, yoğun bir şiddete yol açtığını söylüyor Yılmaz. Bugün ortasında nefes almaya çalıştığımız manzarayı anlamlandırmak için mühim bir anahtar bu.

“Böyle bir ortamda başımıza sürekli bir şey gelip gelmeyeceğinin kaygısı, toplumda kutuplaşmanın, güvensizliğin ve kuşkunun hâkim olduğu kişiler arası ilişkiler yaratıyor. Eşitsizliğin, adaletsizliğin meşrulaşması, korkunun baş rol haline geldiği bir iklim, gerçeğe erişememe, cezasızlığın, şiddetin, hak ihlallerinin normalleşmesi gibi sonuçlar doğuruyor. İnsan doğasına ilişkin olumlu inancımızı bozarak bizi birbirimizden uzaklaştırıyor, güvende hissetmemizi engelliyor, öfke ve saldırganlığa neden olabiliyor. Diğer yandan politik şiddetin normal olduğu hallerde tutum değişiklikleri, örneğin mağduriyetlere duyarsızlık, fırsatçılık, insan hayatını önemsememe, güvensizlik ve umutsuzluk kaynaklı olarak geleneklerin değişmesi de yaygındır. Dolayısıyla evet kişisel, ama aynı zamanda toplumsal olarak ahlaklı olma nedenlerini ortadan kaldırıyor. Belirsizlik en yoğun olarak katliamların, cezasızlığın, baskıcı uygulamaların hüküm sürdüğü, mafyatik yapılanmaların prim yaptığı, yabancı düşmanlığının hâkim olduğu, farklılıkların yok edilmeye çalışıldığı, olağan kanun ve düzenin olmadığı dönemlerde görülüyor.”

NEOLİBERALİZM FAKTÖRÜ

Kişinin başarısının ve başarısızlığının, mutluluğunun ve mutsuzluğunun sorumlusu kılındığı, ruh sağlığı alanına ihtiyaç büyürken, bu alanın ağır biçimde piyasalaştığı bir dönemde depresyonu toplumsallaştırmadan, politize etmeden ele alabilmek mümkün mü? Üstelik neoliberal çağın ürünü olan belirsizliğin yıkımını azaltmak ya da yok etmek de bireysel bir ödeve dönmüşken...

Böyle sorular alandan biri için kolay değil. Politika konuşmaktan imtina ediyor olmaktan değil, depresyonun muhtelif faktörlü doğasından geliyor güçlük. Genetik, biyolojik, biyokimyasal, psikodinamik, davranışçı, bilişsel, pek çok farklı perspektiften yaklaşım gerekiyor depresyonu anlamak için. Ama politik zemin de mümbit. “Özelleştirmeler, eşitsizlik, devlet desteğinin çekilmesi; haklardan mahrum acımasız çalışma koşulları, işsizlik ve güvencesizlik gibi neoliberalizmin neden olduğu koşullar ve etkiler de belirsizliğe katkı yapıyor elbette. Hayatta kalmanın yolu, azalan kaynaklardan pay almak için çabalamak. Bunu hak ettiğimizi kanıtlamamız, sebat etmemiz, razı olmamız, biat ve rekabet etmemiz bekleniyor” diyor Banu Yılmaz.

Bu aşamada kamu otoritesine güvenin azalması da bireysel çözüm arayışlarını artıran bir faktör ona göre. Pandemi konusunda ne doğru bilgilendiriliyoruz, ne de 65 yaş üstü olanların maruz bırakıldığı haksız muamelenin de gösterdiği gibi, eşitlikçi, tutarlı, işlevsel bir mücadele planı söz konusu. Keza bir deprem ülkesinin yurttaşları olarak resmi ağızlardan “riskli binalarda oturmama” öğüdü dışında güven veren bir siyaset görmek zor. Bütün bunlar neoliberalizmin zerk ettiği “kendini kurtar” hırsından çok başka, sağ kalmak için hakikaten sadece kendimize güvenebileceğimizi hissettiren, kırılgan bir zemin yaratıyor. Hatta bu karşı karşıya kaldığımız “işe git ama evde kal”, “kıdem tazminatı gidebilir bireysel emeklilik yaptır” nevi izansız yönlendirmeler bizatihi öfke sebebine dönüşüyor. Yılmaz, öfkeye yalnızlaşma, yabancılaşma duygularını da ekliyor.

BİR MESELE OLARAK 'NORMALLEŞTİRME'

Depresyonun politik kaynaklarından söz ederken Yılmaz'ın açtığı bir bahis de belirsizlikle depresyonu ilişkilendirebileceğimiz “öğrenilmiş çaresizlik”. Psikolog Martin Seligman tarafından geliştirilen bu modele göre depresyon öncelikle kişilerin kaçınamayacakları durumlarla tarif ediliyor. İnsanlar hayatlarındaki ödüller ve cezalar üzerinde kontrolleri bulunmadığını, bu çaresizlik hissinin sorumluluğunun kendilerinde olduğunu düşündüklerinde depresyona yakınlaşıyorlar.

Banu Yılmaz

“Başarısızlık ya da hayal kırıklığı karşısında kendini suçlamak, bu gibi durumları sürekli yaşadığını düşünmek kişiyi depresyona yatkın hale getirir. Neoliberal çağın bireyselleştirici etkisinin bu yatkınlığa katkısından bahsedilebilir. Ayrıca stres ve travmanın, tüm psikopatolojiler gibi depresyonun ortaya çıkışında etkili olduğunu da biliyoruz. Stresli yaşam olaylarının duygudurum bozukluklarının başlangıcında önemli etkisini ortaya koyan bir literatür var. Dolayısıyla sosyopolitik meselelerin bu anlamda katkısından söz etmek mümkün.”

Travmaya bağlı bozukluklara eşlik eden tepkilerden biri de intihar eğilimi. Yılmaz, belirsizliğe neden olan travmatik maruzluk ya da tanıklıkların bir sonucu olarak intihar düşüncesinin belirebildiğini söylüyor.

O sonuçlardan bir diğeri de kanıksama olabilir mi? Artan toplumsal şiddetten siyasi baskıya, pandemiden ekonomik krize farklı nedenlerle, yeterince hazmedemediğimiz, yüzleşemediğimiz, yasını tutamadığımız birçok “büyük” hadiseyi arka arkaya yaşıyoruz. Birbirini unutturuyorlar, şaşkınlığımız köreliyor, duygumuz aşınıyor, öfkemiz cılızlaşıyor. Tüm bunların ortasında var kalabilmek için lüzumlu olan uyum ile kayıtsızlaşma arasında nasıl bir çizgi var? Normalleştirmeyi nereden sonra bir sorun olarak ele almalı?

“Olağandışı, özellikle tehdit edici olaylarla ortaya çıkan yeni gerçekliğe, psikolojik sağlığımızı korumaya yönelik bilişsel değişimler yaratarak uyum sağlarız. Bu mekanizmanın bileşenlerinden biri, olayın bozduğu istikrar ve güven duygularının onarılması. Olan bitenin nedenlerini, sonuçlarını anlamaya, yaşadığımız olumsuzluğun daha fazla hasara neden olmasını önlemek için yeni planlarla hayatımızı yönetmeye çalışırız. Dolayısıyla belirsizliğe ve sonuçlarına uyum, yaşamsal bir tepki. Kayıtsızlık ise tersine edilgen bir sürecin, kanıksamanın çıktısı gibi. Süreğen biçimde olağandışı koşullarda yaşamanın, art arda travmatik yaşantılara maruz kalmanın sonucunda, yaşatılanları kabullenme, olan bitene karşı çıkmama, boyun eğme hali... Mesele olan budur, çünkü bu hal değişimin önünde engeldir. Başta konuştuğumuz korku ikliminin, cezasızlığın, hak ihlallerinin olağanlaşması, eşitsizliğin ve adaletsizliğin meşrulaşması gibi sonuçlara da yol açar.” 

Banu Yılmaz'ın Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Psikoloji Bölümü'ndeki öğretim üyeliği, Barış İçin Akademisyenler Bildirisi'ne imza attığı gerekçesiyle bir KHK ile sona ermişti. Bugün baktığında hayatında belirsizliği en yoğun hissettiği dönem olarak imzayla ihraç arasındaki dönemi hatırlıyor. O ara yükselen politik şiddet o kadar yoğun ki, ihraçla birlikte bir yandan çok önemli bir kayıp yaşarken bir yandan da belirsiz bir durumun ortadan kalkmasının yaşattığı tuhaf rahatlamayı anıyor hatta. Daha sonra başka akademisyenlerden de benzer hissi duymuş. Kişisel olarak o dönemi atlatabilmesini, sosyal desteğe ve tabii mesleğinin katkısına borçlu olduğunu söylüyor.

NE YAPMALI, NASIL ETMELİ?

Yılmaz'ın Barış Akademisyenleri'nin yaşadıklarını ruh sağlığı literatürüyle ele aldığı ve “sivil ölüm” kavramıyla ilişkilendirdiği makalesi Toplum ve Hekim dergisinde yayınlanmıştı. Vicdani retçilerin, mültecilerin, siyasi tutukluların devlet tarafından maruz bırakıldığı sivil ölüm, aslında vatandaşlık haklarının askıya alınarak özne olarak belirsizleştirilmesi gayesi güdüyor. Bu anlamda sivil ölümü, “belirsizliğe mahkumiyet” içeren bir devlet şiddeti olarak okumaya dair fikrini merak ediyorum. Yerinde buluyor bu tanımlamayı. “Çünkü devlete karşı işlenen 'suç' sebebiyle, kişinin biyolojik olarak ölmüş gibi kabul edilerek haklarının yok sayılması söz konusu” diyor. Ne yazık ki bunun ruh sağlığı literatüründe çok fazla ele alınmış bir konu olmadığını da ekliyor.

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, Barış Akademisyenleri dışında KHK'lerle kamu görevinden uzaklaştırılan binlerce kişi oldu. Bol tanıklı 1500 sayfalık 3. Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Raporu'nda tarif edilen mağduriyetler arasında, çok kişinin belirsizlikten yakınması da şaşırtıcı değil. “Belirsizliği hazmedememek”, “belirsizliğin insana her şey yaptırışı”, “belirsizliğin zamanla içinizi kemiren bir kurda” dönüşmesi mağdurların kullandığı çarpıcı ifadelerden.

Yapıcı, onarıcı önerilerle bitirmeli. Banu Yılmaz, bu zorlayıcı toplumsal iklimde ruh sağlığını koruyabilmek için öncelikle, olumsuz koşulların unutturduğu ya da göz ardı etmeye neden olduğu, olağan yaşantımızda bize iyi gelen şeyleri hatırlamayı öneriyor. “Güçlü yanlarımızı ve kaynaklarımızı da hatırlamalıyız. Bunlar belirsizliğin ve buna neden olan koşulların yaşamımızda açtığı yarığı kapatmak için gerekli” diyor. Dayanışmanın onarıcı ve iyileştirici etkisini bilhassa vurguluyor.

“Sosyal desteğin travmayla başa çıkmada önemini ortaya koyan araştırma bulguları ve klinik görüşmeler, özellikle politik şiddet temelli travmalarda dayanışmanın gücünü öncelikli araç olarak gözetmemiz gerektiğini düşündürüyor. İhmal eğiliminde olduğumuz bir başka konu özbakım. Yaşadığımız koşullar kötüleştiğinde, fiziksel olarak kendimize bakmamaya, bu özeni küçümsemeye başlayabiliyoruz. Yaşananların boyutu düşünüldüğünde ortaya çıkabilecek tepkilerin pek çoğu durumla orantılı. Yani durumla orantılı, olağan tepkileri patolojize etmemeliyiz, ancak yine de baş edemediğimizi hissettiğimizde uzman desteği almak, aklımızda tutmamız gereken bir yol olmalı.”

Notlar

Banu Yılmaz'ın Sivil Ölüm Uygulamalarının Psikososyal Etkileri: Barış Akademisyenleri Üzerinden Bir İnceleme başlıklı yazısına erişim için: https://www.belgelik.dr.tr/ToplumHekim/kayit_goster.php?Id=2987 

Mağdurlar İçin Adalet Platformu’na ve 3. yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Raporu'na @Magdura_Adalet Twitter hesabından ulaşılabilir.

Sırada: Yeni normal/ yeni teknoloji/ yeni belirsizlikler/ Şevket Uyanık

Bu çağa özgü gibi gelen, bu çağı Türkiye'de yaşamanın katmerlediği “belirsizlik” üzerine 20 bölümlük bir yazı dizisinden bir parça okudunuz. Fizikten felsefeye, siyasetten sosyolojiye, hukuktan psikolojiye uzanan alanlarda; yükselen denizlere ve uyuyan fay hatlarına, devletlere ve halklara, dışımıza ve içimize bakarak bir anlama çabası bu. Bilgisiyle, tanıklığıyla eşlik edenlerle birlikte sisin ortasında birlikte bir yürüyüş.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.