Antroposen’e yerelden bakmak

Yuvadan adım adım koparılışımızın hikayesiyse Antroposen, bugün yuvamızı büsbütün kaybetmek üzere olduğumuzu, hatta küresel şirketlere sığınma talebinde bulunmuş mülteciler olduğumuzu söyleyebiliriz.

Google Haberlere Abone ol

Barış Onur Örs*

Yerelin yerine merkezin, çoğulun yerine tekilin, farklının yerine aynının, yatayın yerine dikeyin, kıvrımın yerine köşenin, yavaşın yerine hızlının, niteliğin yerine niceliğin, yetinmenin yerine israfın, köylülüğün yerine kentliliğin geçtiği, doğal varlıkların “kaynak” olarak görüldüğü bir çağdayız. Bu çağda sular boşa akmaz, ağaçlar kendi başına nefes alamaz. John Zerzan’ın dediği gibi, doğa adeta zorunlu çalışma cezasına çarptırılmış gibidir.

Yıkıcı ve kalıcı jeolojik-atmosferik değişimler yaratan bu çağ günümüzde birçok araştırmacı tarafından Antroposen olarak adlandırılıyor. Yaygın bir şekilde kabul görüp kullanılan bu terim “insan” anlamına gelen Yunanca “anthropos” kelimesinden türetilmiş olup “insan çağı” anlamını taşıyor. Fakat bu terimi kullanarak yeryüzünde milyonlarca yıldır yaşamını sürdürmekte olan insan türünün bütününe ve günümüzde çoğunluğu oluşturmasına rağmen tali olarak görülen, üstelik antropojenik etkileri görece düşük olan kültürlere haksızlık yapıyor olabilir miyiz?

ANTROPOSEN’DE İKLİM ADALETİ VE SINIRSIZ İSTEKLER

Prehistorik dönemlere hiç gitmeden, bilinen ilk yerleşik toplumlardan günümüze uzanan zaman dilimini baz aldığımızda bile, yeryüzünün dört bir noktasında sürmekte olan birbirinden farklı sayısız kültürü tek bir insanlık durumu kategorisi içinde düşündüğümüzde, bir insanlık monokültürünü kanıksama riskiyle baş başa kalırız. Dünyanın “yoksul” kesimini oluşturan, küresel ısınmadaki rolü ihmal edilebilecek milyarlarca insan ile karbon salınımından temel olarak sorumlu olan milyonlarca Avrupa ya da Kuzey Amerika vatandaşına eşit sorumluluk yükleme riskiyle… Ya da gezegenin dört bir yanında, çeperlerde, görece özerk döngülere sahip yerel kültürler ile merkezde büyük bir yutak gibi duran tüketim kültürünü eşitleme riskiyle… Eğer içinde bulunduğumuz yıkıma “insan” neden olduysa ve biz de “insansak”, sorunun bir parçası olmaktan başka çare kalmaz elimizde. Ve en iyi ihtimalle yaşam hızlarımızı yavaşlatmak, devinimlerimizi durdurmak ya da azaltmak gibi bireysel seçenekler üzerinden tartışırken buluruz kendimizi. Dünyada en yoğun su ve enerji kullanımının söz konusu olduğu tarım ve endüstriyi konu etmeden, bireylere tutumlu olmalarını salık verebiliriz örneğin. Büyüme, ilerleme, gelişme, kalkınma gibi isimlerle sunulan uygarlık ölçütlerini peşinen kabul ederek yıkımın sorumluluğunu gezegenin bütün bireylerine eşit bir şekilde yükleyebiliriz. Ve sonuçta Fredric Jameson’ın deyişiyle “gezegenin sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay olduğu” bir durumda bulabiliriz kendimizi!

İngiltere merkezli Cambridge Sürdürülebilirlik Komisyonu’nun BM verilerine dayandırdığı 2021 tarihli bir rapor, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin neden olduğu karbon salınımının, dünyanın en yoksul yüzde 50’lik kesiminden iki kat daha fazla olduğunu belirtir. En zengin yüzde 5’lik kesim ise 1990- 2015 arasındaki karbon emisyon artışının yüzde 37’sinden sorumludur. Üstelik küresel ısınmadaki sorumluluğu en az olan yoksul ülkelerde yaşayan halklar, yani dünya nüfusunun çoğunluğu, küresel ısınmanın etkilerinden en fazla zarar gören kesimi oluşturmaktadır.

Kazdağları’nda altın madeni için ağaç kesiminin durdurulduğu tepe ve simgeleşmiş bir
tek ağaç.

Bütün bu veriler, “peki ne yapılmalı?” sorusuna verilen en popüler ve kestir[1]me cevabı dışlar: Nüfusu azaltmak. İnsan nüfusunu azaltmak, tüketimi azaltmaktan daha makul bir seçenek olarak tartışmalarda kendine yer bulabiliyor. Buradan küçük bir pencere açacak olursak; peki neden tüketimi azaltalım demekte bu kadar ikircikliyiz? Çünkü günümüzde savurganlığı, katlanarak artan sınırsız isteklerimizi “ihtiyaç” olarak adlandırmaya başladık. Herhangi bir “İktisada Giriş” kitabının ilk sayfasını açtığımızda insanın sınırsız ihtiyaçları ile kaynakların sınırlılığına gönderme yapıldığını görürüz ve ekonomi bu sınırlılıkları aşmanın bilimi olarak çıkar karşımıza. Yani hâkim paradigma, ihtiyaçların sınırsızlığını doğal bir olgu olarak kabul ederken, kaynak olarak adlandırdığı doğal varlıkların sınırlılığını aşılması gereken bir problem olarak görür. Böylece doymak bilmezlik kanaatkârlığa, eksiklik yeterliliğe ve tasar[1]lanmış olan doğal olana baskın gelir ve doyumsuz istekler “ihtiyaç” adı altında aklileştirilerek ekonomik büyümenin yönü tayin edilmiş olur. Sınırsızlığın yönü elbette sınırlara doğrudur. Sınırlar çeperlerde, kırlarda, yabanıl coğrafyalarda, mikrokültürlerde, kapalı toplulukların kapalı ekonomilerinde, merkezden bağımsız olarak devinimini sürdürmekte olan özerk yapıların içinde ve yerelliktedir. Büyümenin yönü, “maliyeti sıfır” olarak kabul edilen doğal varlıklara doğrudur ve sınırsız istekler üzerinden örgütlenmiş ekonomi, bütün bu “dışsallıkları” içererek ilerler.

Bu ilerleyişin içinde doğal varlıklar “kaynak”, doğa ise merkezden bir bakışı yansıtan “çevre” adını alır. Dışarıya, yani “çevreye” doğru atılan her adım, işgalin ardından zafer havasında bir başarı göstergesi, bir büyüme ve gelişmişlik ölçütü ya da uygarlaşma olarak sunulur. Daha sonra Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) benzeri ekonomik terimlerle isimlendirilerek elde edilen “ganimet”, merkezde yaşayanlara eşit olmayan şekilde pay edilir. Yüzyıllar boyunca da ilerleme, kalkınma ya da modernleşme gibi adlarla rasyonalize edilen, oysa doğaya karşı düşman hukuku uygulanarak süregiden bu hoyrat ekonomi modelinin kendisinden çok, doğal alanlardan elde edilen “ganimetlerin” eşit paylaşılmamasına itiraz etmiştir kentliler. Ta ki yirminci yüzyılın son çeyreğine doğru, gözle görülür, geri dönüşümsüz çevresel değişikliklerle birlikte bu maliyet kaleminin “sıfır” olmadığı anlaşılana dek.

Günümüzde artık, son 12 bin yıldır ılıman, yağışlı, dengeli ve öngörülebilir iklim koşullarına sahip olduğu kabul edilen Holosen döneminin ardından, insan türünün etkisi sonucu gezegenin aşırı ısınması ve ani iklim değişiklikleriyle kalıcı bir dengesizliğe evrilen içinde bulunduğumuz zaman dilimini, diğer dilimlerden net bir şekilde ayırma ihtiyacı duyuyoruz. Bu zaman dilimini isimlendirmede Kapitalosen gibi pek çok alternatif önerilmişse de Antroposen kullanımı bugün bilim insanlarınca yaygın bir şekilde kabul edilmiştir.

YERELİ VE MÜŞTEREKLERİ SAVUNMAK

Birleşmiş Milletler Dünya Nüfus Fonu’na göre bugün dünya nüfusunun yarısı hâlâ kırsalda yaşıyor. Bu oran 1900’lerin başından günümüze dek kentlilik lehine artsa da ülke bazında grafiklere baktığımızda, doğrusal bir yükselişin ardından, bu artışta bir direnç olduğunu görürüz. Günümüzde kentli-köylü oranının yüzde 50’ye gelip dayanması ve bu sınırda önemli bir dirençle karşılaşması, nicel birikimin ardından niteliksel bir dönüşümün arifesinde olduğumuzu duyurur gibi. Ekonomik büyüme, merkezden çeperlere, kentlerden kırlara doğru, vadileri, ormanları sarartıp şirketleri yeşerterek sürüp giderken, kırlarda, çeperlerde, ekonomik açıdan “dışsallaştırılan” yerlerde önemli bir dirençle karşılaşır. Bu direncin bir kısmı sistemin iç çelişkilerinden, kimi doğal engellerden, kimi de merkeze entegre edilememiş halkların yerleşik kültüründen kaynaklanır. Bu kültürel öğelerin izlerini bazen kent çeperlerindeki mahalle dayanışmalarında, ortak üretim pratiklerinde ya da aile üretimi tarzındaki ekonomik ortaklıklarda yakalamak mümkün. Ama en çok kırsal bölgelerde yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılan, “köylülük” olarak tarif edilen yaşam pratiğinin içinde kendine yer bulur. Bu direnci, en genel haliyle yerel kültürün metalaşmaya karşı verdiği bir direnç olarak tanımlayabiliriz.

Dünya Çiftçi Örgütü ya da yaygın bilinen adıyla La
Via Campesina.

Üretim pratiklerinde kaynak tabanı meta olmayan unsurlardan oluşan köylülük sisteminin üretim süreci ve çıktıları da metalaşmayla daha az ilişkilidir (J. D. Ploeg). Bu bakımdan dünyanın bambaşka coğrafyalarındaki yerel kültürler ve üretim pratikleri arasında benzerlikler buluruz. “Yerellik” ya da benzeri bir kullanımın, tamamen kendine has özelliklere sahip özgül mekânları ve ilişki ağlarını eşitleme riskini göze alarak, bazı ortak özellikleri ortaya koymak, yerelliğin biricikliğini vurgulamak bakımından önemlidir. Başka bir deyişle, yerelliğin biricikliği aslında farklı yerellerin ortak bir özelliğidir. Tam da bu özgünlük sayesinde farklılık ve çeşitliliğe dayalı birliktelikler kurabilmemiz ve her şeyi nicelleyerek merkeze toplayan mevcut iktisadi akılsallığın karşısında genel geçer olmayan çözümler bulmamız mümkün olabilir. Dünyanın farklı coğrafyalarındaki bambaşka mikrokültürlerin sahip olduğu ortak paydalar, yerel halkların mevcut ekonomik paradigma karşısında yaşadıkları problemleri de ortaklaştırmış ve farklı kültürlerin kendi özgün kimlikleriyle dahil olabilecekleri Dünya Çiftçi Örgütü gibi yerelliği ve küçük çiftçiliği savunan küresel birlikteliklerin oluşmasını mümkün kılmıştır.

Bizi kim doyuracak, ETC Group, 2009.

Küreselden yerele baktığımızda yerelin ikincil olarak görülmesi riski vardır. Fakat küçüğün içinden büyük olana, yerelden küresele ya da Antroposen’e baktığımızda değişim yaratacak gücü bulabiliriz kendimizde. Yuvamız yerelliktedir. Yuvadaysak yuvamızı derleyip toparlayabilir ve ancak yuvadaysak diğer yuvalarla buluşup birliktelikler kurabiliriz. Oysa yuvamızdan koparılmışsak; sözgelimi kendi başına akan bir dere iken borulara alınıp bir merkezde birikmeye başlamışsak, doğal bir varlık iken artık birer kaynak olmuşsak, turist gibi hissettiğimiz gezegenimizdeki değişimlere daha az tepki verir, geleceksizliğimizi derin bir kayıtsızlıkla perçinleriz. İşte Antroposen, yuvadan uzaklaşmanın hikâyesidir. O halde yapılması gereken, sınırsızlığın imkânsız doruklarında salınmak yerine yuvaya yeniden yerleşmek olacaktır. Antroposen’e yerelden bakmak buna karşılık gelir. Bu yazının temel savı yalnızca yerelin savunulması değil, aynı zamanda yerelin yeniden yaratılmasıdır.

Günümüzde dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i gıdalarının tamamını ya da büyük çoğunluğunu köylü gıda ağından karşılıyor. Köylü gıda ağı ifadesi genellikle, ailelerin veya kadınların öncülük ettiği küçük ölçekli üreticileri tanımlamak için kullanılıyor. Bu tanımın içinde çiftçiler, hayvancılık yapanlar, çobanlar, avcılar, toplayıcılar, balıkçılar, şehirli ve yarı şehirli üreticiler de bulunur. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 30’u ise üretim girdilerinden tüketim çıktılarına dek uzanan ticari süreçleri ifade eden Endüstriyel gıda zincirinden beslenmekte. Köylü gıda ağı, toprak, su, fosil yakıt gibi kaynakların yüzde 25’inden azını kullanırken Endüstriyel gıda zinciri bu kaynakların en az yüzde 75’ini kullanmakta olup toplam tarımsal kaynaklı sera gazı emisyonlarının yüzde 90’ından sorumlu. Bu güncel veriler, iddia edildiği gibi endüstriyel tarımın açlık sorununu çözmeye yetmeyeceğini, aksine kaynakları tüketip yoksulluğu derinleştirerek gıda arz güvencesini tehdit ettiğini göstermeye yeter.

Köylü gıda ağı, bitkilerden hayvanlara, balıklardan ormanlara kadar biyoçeşitliliği endüstriyel zincire göre on ila yüz kat daha fazla besler ve başta ani iklim değişiklikleri olmak üzere her türlü kriz durumunda endüstriyel tarıma göre daha fazla esneklik gösterir. Büyük kapasiteli ve tek yönlü gıda üretimine göre şekillenmiş olan endüstriyel gıda üretimi ise çok daha kırılgan olduğu gibi, ormansızlaşmaya ve toprakta verimlilik kaybına yol açarak ekosistemleri tehdit eder. Küresel iklim değişiminden en az kırsaldakiler sorumluyken iklim değişiminden doğrudan etkilenenler yine kırsalda yaşayan halklardır. Ne var ki bütün bu ani değişikliklere direnç ya da uyum gösterebilecek olan da köylü gıda ağı veya köylülük sistemi olarak tarif edilen sosyokültürel mekanizmalardır.

Manisa, Türkmenköy’de imece.

Yerellik, köylülük ya da kırsal kültürden bahsettiğimizde aslında fiziksel bir konum belirtmiş oluruz. Yabana, yabanıl ekosistemlere, kültüre alınmamış doğal alanlara daha yakın ve bu alanlarla iç içe olan yaşam pratiklerini be[1]timleriz. Dış etmenlere daha açık, doğa olaylarından daha çok etkilenen ve bu yönüyle doğal süreçlerle iş birliği yapmak zorunda olan bir sistemi kastederiz. Köylülük sistemi, yöreye özgü bilgilerin nesilden nesile aktarımıyla, olumsuz doğal etmenleri sürdürülebilir ve kanaatkâr üretimi sağlayacak bir avantaja dönüştürmüştür. Endüstriyel gıda zincirinin aksine üretim süreçlerinde kaynaklarla sürdürülebilir bir ilişki kuran, gübre, yakıt, doğal ilaçlar gibi üretim girdilerini döngüsel olarak sağlayan ve böylece üretim maliyetlerini düşürerek küçük ölçekli, geçimlik ekonomiyi mümkün kılan ortak bir kırsal mirastır söz konusu olan. Emek olarak aile, topluluk ya da imece şeklinde örgütlenen, ürünlerin öncelikle aile ya da topluluk içinde, ardından yakın çevrede ya da yerel pazarlarda dolaşıma girdiği bir miras.

Kırsal alanları çepeçevre kuşatan, farklı yükseklik, ısı ve nem koşullarına, toprak yapısına sahip alanlar, biyolojik çeşitliliğe imkân veren birbirinden farklı sayısız mikroiklim yaratır. Bu alanlar iklim değişikliklerine karşı ekolojik direnç alanları olduğu gibi, tamamen bölgeye özgü üretim pratikleri sergileyen, yörenin bilgisini koruyup aktaran kırsal kültürler de dünyada gıda üretiminin sigortasını oluşturur. Kırsal kültürü var eden iki temel unsurun küçüklük ve çeşitlilik olduğunu söyleyebiliriz. Fiziksel sınırlar üretimin niteliğini ve ölçeğini belirlerken kültürel bir çeşitlilik de yaratmış olur. Tohumlar, binyıllar boyunca bu çeşitlilik sayesinde korunmuş ve yapay seçilimle farklı yörelere uyumlu hale getirilmiştir. Küçük çiftçiler iklim koşullarına göre ne üreteceklerine ya da neyi doğadan toplayıp işleyeceklerine karar verme esnekliğine sahip olmuştur. Küçük üretime bağlı olan bu esneklik, ekstrem koşullarda üretim kalemlerini değiştirebilmelerine ve doğal koşullara en uyumlu ürünleri yetiştirebilmelerine olanak tanır. Oysa büyük çaplı ve az sayıda ürüne odaklanmış gıda endüstrisi, bütün yatırımlarını tek bir alana yaptığı için ekstrem koşullarda üretim biçimini ve ürün çeşidini değiştiremez. Bu yüzden büyük çaplı endüstriyel tarıma entegre olmuş küresel bir gıda sistemi, kriz anlarında gıda arz güvencesi için de bir tehdit oluşturmaktadır. Son yıllarda yaşadığımız küresel salgın ve savaş gibi durumlar küresel gıda sisteminin ne kadar kırılgan olduğunu göstermiş olmalı.

Bugün, merkezi ilişkilerden görece uzakta, sırtını dağlara, ormanlara dayayan ve gıda üretim süreçlerinde özerk olan halklar, dünyanın her yanında mevcut iktisadi sistemin hedefinde olup topraksızlaştırılmaya ve mülksüzleştirilmeye devam ediyor. Tohumun, kadim üretim tarzlarının bilgisini koruyan ve dünya gıda üretiminin sigortası olan küçük çiftçiler, neoliberal politikalar sonucunda, kentlerin çeperlerinde yaşamaya mahkûm edilerek endüstriyel zinciri besleyen güvencesiz işçilere dönüştürülüyor. Bu anlamda Köylü gıda ağı olarak ifade ettiğimiz sosyoekonomik yapı, dünyanın çoğunluğunu oluşturan, yoksul olmakla birlikte karbon ayak izi bakımından küresel ısınmadaki sorumluluğu en az olan kesimlere daha yakın veya bu kesimlerle iç içe olan bir ilişki ağını temsil ediyor.

HIZLI YAVAŞLAMA, BÜYÜK KÜÇÜLME, KÜRESEL YERELLEŞME

Antroposen’in ne zaman başladığına dair tartışmalar sürüp gitse de gezegenimizin kabul edilebilir bir denge içinde belli bir eşiğe kadar var olmasında, kırsal kültürel mirasımızın önemli bir rol oynadığını öne sürebiliriz. Kimi araştırmacılar tarafından 18’inci yüzyıl dolaylarında Sanayi Devrimi’ne, kimileri tarafından 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonraki büyük hızlanma evresine dayandırılan bu eşik, başlangıcı hangi tarihte olursa olsun, doğanın ve kırsal kültürün artık tamamen ikincil olarak görüldüğü ideolojik bir düzlemle çakışmaktadır. Geçmişte de geniş çaplı eko-kırımlara dair birçok örnek bulmak mümkün; fakat ilk kez böylesine küresel, eşgüdümlü, hızlı ve kanıksanmış bir yıkımla karşı karşıya olduğumuzu kabul etmek durumundayız. Bu yıkımın izlerini kent merkezlerinde, şebekeye bağlı, kapalı formda sürdürdüğümüz hayatlarımızın içinde, doğal döngülerin zamanından koparılarak eşit birimlere bölünmüş çalışma saatlerimizde görmemiz pek kolay olmayabilir. Ekranlarda gördüğümüz küresel ısınma grafiklerinin ya da istatistiklerin etkisi de sınırlı olacağına göre, Antroposen’i en fazla ansızın artan gıda fiyatlarıyla veya çöken bir otoyol yüzünden bir gün işimize geciktiğimizde kavrayabiliriz.

Yanan bir yuva.

Oysa kırsal nüfus günbegün farkındadır bu değişimlerin. Azalan yer altı sularından, kuruyan derelerden, havada gezinen ama bir türlü toprağa düşmeyen yağmurdan, ormana geri dönmeyen nemden, kovanlara eli boş dönen arılardan, ani böcek istilalarından, yangınlardan, su baskınlarıyla azalan verimli toprak tabakasından, artan yem ve gübre fiyatlarından, kaynaklara hücum eden şirketlerden, kepçe ve hızar seslerinden, köylere doğru yürüyen kentlerden, soylulaştırma ile el değiştiren arazilerden ve hobi bahçelerinden… Yuvadan adım adım koparılışımızın bir hikâyesiyse eğer Antroposen, bugün yuvamızı büsbütün kaybetmek üzere olduğumuzu, hatta küresel şirketlere sığınma talebinde bulunmuş mülteciler olduğumuzu söyleyebiliriz. Çevremizdeki ani değişikliklere eşlik eden hafıza kaybı, geleceksizlik hissi, duyarsızlık, eylemsizlik, doymak bilmezlik ve aşırı bireysellik, yuvadan kopuşumuzu işaret eden belli başlı semptomlar olmalı.

Yukarıda saydığımız yerele dair ortak özellikler aslında yaşama dair temel ilkeleri duyurur ve bizlere Antroposen’de ne yapmamız gerektiğine dair ipuçları verir: Küçüklük, sınırlılık, sadelik, çeşitlilik, açıklık, bütünsellik, döngüsellik, tutumluluk, özerklik, kendine yeterlilik, dayanışma kültürü, müşterekleri gözetme… Fakat bugün bütün bu ilkeleri hayata geçirebilmek için geçmiştekinden daha farklı yollar izlemeliyiz. Çünkü bunları özümsemeden hayata geçirmeye çalışmak, imkânsız bir geçmişe dönme arzusu içinde salınmamıza neden olabilir ve imkânsız geçmiş, en az imkânsız bir gelecek kadar tehlikelidir.

Yine benzer şekilde özümsenmemiş, bütünlükten ve toplumsallıktan kopuk “ucuz” bir doğaseverlik ya da “kır oryantalizmi” olarak ifade edilebilecek yerelin aşırı romantizasyonu, yıkımın sorumlusu olan küresel şirketlerin “yeşile boyanmasına” katkıda bulunmamıza yol açabilir. O halde yuvaya dönüşün, yuvamızı hatırlamanın, hatırlatmanın ya da yuvamızı yeniden yaratmanın yollarını araştırırken daha dikkatli olmalıyız. Böyle bir farkındalık içerisine girdiğimizde, kentliler olarak kırsal alanlarda birer kontaminasyon kaynağı olmak yerine; yereli, kırsalı, müştereklerimizi savunmanın, yerel mücadelelere eklemlenmenin ve bu ilkeleri bulunduğumuz yerlerde hayata geçirmenin yollarını bulmak mümkün hâle gelir. Yuvaya dair farkındalık öncelikle, içinde bulunduğumuz binaların, üstünde gezindiğimiz asfaltın bir zamanlar yabanıl alanlar olduğunu hatırlamakla başlar. Ya da yol kenarlarında gördüğümüz bitkilerin çoğunun oldukça besleyici gıdalar olduğunu fark etmemizle… Hem dışsal hem de içsel doğamızın polikültürden monokültüre doğru dönüşmekte olduğunu; sokaklar, parklar, kıyılar gibi müşterek alanların günden güne çitlenerek bizden uzaklaştığını, değişimlere günbegün daha ilgisiz kaldığımızı ve tıpkı müşterek alanlar gibi içsel doğamızın da parsellenmekte olduğunu fark etmemizle… Yakın çevremizle olan bağlarımızı geliştirdikçe, uzak yereller aramak yerine, içinde bulunduğumuz ilişkiler ağında yepyeni bir yerelliği inşa etmeye başlayabiliriz. Sözgelimi bir apartman yönetiminde yer alma, çevre düzenlemelerine katılma, yol kenarlarında küçük ekim alanları oluşturma, mahalle dayanışmaları ve ortak üretim pratiklerinde bulunma, gıda toplulukları kurma, gıda politikalarında söz sahibi olma, müşterekleri savunma ve yepyeni müşterek alanlar yaratma yapabileceğimiz birçok şeyin yalnızca ilk adımları olur. Ve bu ilk adımlar o kadar önemlidir ki, belirgin bir değişim yaratamasak bile, nerede olursak olalım yerelliğin yeniden inşasına başlamamızı, Antroposen’e dair yerelden bir kavrayış geliştirmemizi sağlar. Bireysel ya da küçük topluluklarla yaşayacağımız deneyimler elbette yeterli olmayacaktır. Ama belleğin ve farkındalığın oluşabilmesi, dış dünyaya dair ilgi ve kayıtsızlığımızın giderilmesi için, imkânsız uzaklıklar yerine “şimdi ve burada”ya odaklanan yaklaşımlar kaçınılmaz görünüyor.

Bugün gezegenimizin hızlı bir yavaşlığa, büyük bir küçüklüğe ve küresel bir yerelliğe ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Hızlı, büyük ve küresel bir ihtiyacın yavaş, küçük ve yerel olarak karşılanması ilk bakışta çelişkili görünebilir ama tam da bu çelişkili durumu kavrayabilecek yeni bir zihin yapısına ihtiyacımız var. Küçük ceplerdeki devinimlerimizin etkisi sınırlı görünebilir. Tıpkı korunmuş mikroiklimlere uyum sağlamış canlıların başka ekosistemlerde varlık gösteremediği gibi, sınırlı mekânlardaki sınırlı deneyimlerimiz bambaşka atmosferlerde hiçbir işe yaramayabilir. Ama makro dünya sandığımızdan daha fazla hareket halindedir; yalnızca küçük bir yöreye özgü koşulların birdenbire genel koşullara dönüştüğü ve yerel deneyimlerin bir anda öncü devinimler haline geldiği sayısız örnek vardır. Seyahat özgürlüğü olmayan bir bitkinin, özüne dair kalıtımsal bilgiyi tohumlar aracılığıyla uzaklara saçması gibi, yerel deneyimlerimiz de kurduğumuz modeller aracılığıyla seyahat edebilir ve zamanını bekleyebilir. Küresel salgın, bilhassa iklim krizi koşullarında, dış koşulların ne kadar kolay ve geniş çapta değişebildiğini göstermeye yetmiş olmalı. Böylece ihtiyaç duyduğumuz, hızlı bir yavaşlık, büyük bir küçüklük ve küresel bir yerellik geçici de olsa mümkün olabilmişti. Fakat buna hazırlıklı değildik. Çünkü yeni makro koşullarda devinip paradigmayı değiştirebilecek mikro modeller geliştirememiştik. Başka bir deyişle endüstriyel tarım ve hayvancılık, yoğun fosil yakıt kullanımı, küresel hava trafiği gibi olgularla karakterize olan “normalin” kendisini problem etmeden, hızlıca “normale” dönmeyi istemiştik. Asıl mesele, bir dahakine hazır olabilecek miyiz?

*Ege Üniversitesi, Güneş Enerjisi Enstitüsü, Enerji Teknolojisi Bölümü