YAZARLAR

Andropoz: Fetiş nesnesi olarak ev

Oturdukları evi ve Meryem’in babasından kalan dağ evini satıp alacaklardır yeni evi; bir nevi upgrade. İşin tuhafı, hiç kimse evlere maddi değerinden başka anlam yüklemez. Ne Meryem için babasından kalan evi satmak -ilk anda kaşını kaldırsa da projenin kârlılığına çabucak ikna olur- ne çocuklar için içinde doğup büyüdükleri evden vazgeçmek sorundur. Herkes bu upgrade’den ziyadesiyle memnudur.

Yağmur Taylan ve Durul Taylan’ın yönettiği, Engin Günaydın’ın yazıp başrolünü oynadığı Netflix dizisi Andropoz, özellikle toplumsal cinsiyet rolleri açısından tartışılan bir yapım oldu. Hikâye, Günaydın’ın hayat verdiği Yusuf karakterinin etrafında gelişen, Yusuf’un değişme isteği (aslında kendi ifadesiyle “değiştiğini hissetmesi”) ile tetiklenen komik olaylar silsilesini ele alıyor. Marmaris’te yaşayan, tuhafiyecilik yapmakta olan ve eşi Meryem (Derya Karadaş), çocukları Akya (Doğa Zeynep Doğuşlu) ve Velihan (Ergin Torun) ile gül gibi yaşayıp giden Yusuf’u dizinin başında bu değişimi somutlayacak şekilde saçını boyarken görürüz. Benzer film hikâyelerine ve onların baş karakterlerine kıyasla Yusuf şaşırtıcı derecede makuldür aslında. Yaşı ile uyumsuz davranışlara girişip kendini komik duruma düşürmesini beklesek de, onun değişim projesi oldukça sıradan, masum, hatta muhafazakârdır: Deniz kenarında bir ev almak. Gözüne kestirdiği satılık evi Meryem’e gösterip onu projesine ikna etmeye çalışır: “Sahil kasabasında oturuyoruz, dört duvara bakıyoruz ya, deniz meniz gördüğümüz yok; adalet mi bu?”

Altı bölümlük dizinin karakterlerini birbirine tutturan tam da bu evi satın alma projesi olacaktır. Almayı planlayacakları evin sahibi mafyatik profilli Mahmut (Turgut Tunçalp) açısından aynı ev çökmüş bir evliliğin mekânı ve anısıdır. Şimdi başka ve daha gösterişli bir villada genç Rus sevgilisi Svetlena (Yuliia Sobol) ile yaşamakta, ikiz kızları Asu ve Ahu (Merih ve Melisa Dilber) aynı evi paylaşmaktadır. Ayrı yaşadığı karısı Şahinde (Gülçin Şantırcıoğlu) ise evin veya “bedelinin” kendisine verilmesini talep etmektedir. Hikâyenin öteki tarafında ise Yusuf’un kız kardeşi Fadime (Şebnem Hassanisoughi) ve onun alkolik kocası Halit (Tamer Karadağlı) bulunmaktadır. Aşağıda tartışacağım gibi dizi, bu üç aile ve mübadele edilen bir dizi ev etrafında şekillenmekte.

Burada Marmaris’in temsil ettiği kentsel duruma bir parantez açmak gerek. Yusuf’un temsil ettiği yerliler için Marmaris “kasaba”dır; Yusuf evden işe mobiletiyle gitmekten mutludur. Olsa olsa kasabanın ölçeği büyümüştür onun gözünde; yaşadığı evi değersizleştiren de kent içinde değişen göreceli konumu olsa gerektir. Hikâye boyunca evin -özellikle bahçesinin- aileye günün farklı zamanlarında keyifli mekânlar sunduğunu gözleriz. Yine de Yusuf’un hayali başkadır: “Çok heyecanlıyım ya Meryem. Düşünsene, denize giricem, portakal suyumu içicem ıslak ıslak, ondan sonrasında duşa giricem… Harika değil mi!” Aynı Marmaris, Yusuf’un eniştesi (yerli olmadığını aksanından anladığımız) sonradan görme zengin maço Halit için ise lüks spor arabasının tekerleklerini Mehter Marşı eşliğinde öttürdüğü bir sahnedir. Mahmut ve karısı için ise Marmaris, kenarından temas ettikleri temsili bir mekândır; cipleriyle girip çıktıkları, drone ile gözledikleri ve daha çok kıyısında yat keyfi yaparak deneyledikleri yazlık belde Marmaris. Bu üç toplumsal konum sayesinde Marmaris hem taşra kimliğiyle, hem de metropolün uzantısı niteliğiyle çıkar karşımıza.

Yusuf’un hikâyesi de hem yerel (taşra küçük burjuvası olarak Yusuf) hem de küresel (turizmin tetiklediği spekülatif gelişme) dinamiklerle kentleşmektedir. Esnaf kimliğine uygun biçimde temkinlidir Yusuf. Projesi sağlam bir matematiğe dayanmaktadır. Oturdukları evi ve Meryem’in babasından kalan dağ evini satıp alacaklardır evi; bir nevi upgrade. İşin tuhafı, hiç kimse evlere maddi değerinden başka anlam yüklemez. Ne Meryem için babasından kalan evi satmak -ilk anda kaşını kaldırsa da projenin kârlılığına çabucak ikna olur- ne çocuklar için içinde doğup büyüdükleri evden vazgeçmek sorundur. Herkes bu upgrade’den ziyadesiyle memnudur. Bunu en güzel Akya ifade eder; henüz satın almadıkları ev üzerinden kendini şöyle tanımlar: “Ben sana diyorum ki, denizin tam dibinde evim var. Ayağımı uzatsam denizin içindeyim yani. Anlayacağın, iki ya da iki buçuk milyonluk bir kızım…”

Ama her evin hikayesi de vardır; üstelik birden fazla. Satılık evin hikayesini ilk olarak ikinci bölümde, emlakçı rolüne soyunan ve evi Yusuf-Meryem çiftine gezdiren Svetlana’dan dinleriz. İzlerken miş’li geçmiş zamanda bir gizem hikâyesi anlattığını sandığımız Svetlana aslında Mahmut ile Şahinde’nin bozulan ilişkisini anlatmaktadır. Hikâyenin büyüsünü bozup dinleyenleri şimdiki zamana getiren ise Şahinde’nin elinden düşürmediği yayı ile fırlattığı ok olur. Aynı hikâyeyi dördüncü bölümde de Mahmut’tan dinler Yusuf ve Meryem. Bu kez hikâye çok daha kişiseldir, onlar da empati gösteren acılı mimiklerle dinlerler. Burada da hikâyenin nostaljik mesafesini tuzla buz eden Svetlana’nın müdahaleleri olacaktır. Hikâye yarım kalsa da Mahmut tanıdık bir temenniyle bitirir: “Belki bu ev size mutluluk getirir…”

Meta fetişizmi kavramını açıklarken Marx, metanın “esrarengiz” bir karakteri olduğunda söz eder ve bu karakterin tam da meta biçiminden türediğini söyler. Kavram, popülerleştikçe, metalara atfettiğimiz önemi vurgular biçimde kullanılmaya başlamış, bu anlamda gösterişçi tüketimin bir başka ifadesi gibi anlaşılır olmuştur. Oysa Marx çok daha temel bir şey söyler; ona göre kapitalist mübadelenin yapısal bir unsuru olarak meta biçimi ortaya çıkar çıkmaz -yani nesnelerin meta biçimine bürünmeleriyle birlikte- insanlar arasındaki toplumsal ilişki (mübadele), nesneler arasındaki bir ilişki gibi görünmeye başlar. Meta haline gelen nesnelere atfettiğimiz güç buradan doğmaktadır.

Bu çerçeveden baktığımızda, Andropoz, (toksik) erkeklik hallerinden Z kuşağının neoliberal bireyselliğine kadar başka bir sürü hikâyenin yanında konutun fetiş karakterine dair de ilginç bir anlatı sunuyor. Ev, kullanım değeri yüzünden değil, mübadele edilebilir değeri olduğu için bizi mutlu edebilir hale gelir. İkinci bölümün açılışında bir rüya sekansı gibi izlediğimiz tek plan çekim boş evi “alıcı gözüyle” deneyletir bize; kamera kapıdan içeri süzülüp yerden yüksekte dolanır evin içinde. Dağ evi müstakbel alıcıya anlatılırken serinliği ve konumuyla övülür. Aynı konum, polis (olduğu düşünülen kişi) ile yapılan görüşmede ise negatif resmedilir; gidip gelinmeyen ücra bir yerdedir; site bile değildir, orada ne olup bittiğini bilmek de mümkün değildir. Hem bir imkândır ev, hem bir yük. Zira hem gerçek bir cinayet mahalli olacaktır, hem de bir espri konusu olarak.

Ama alım satım -toplumsal ilişki olarak mübadele- keskin kurallarla gerçekleşir. Dağ evinin satışı sırasında tapu müdürlüğünde alıcı ve satıcı muvafakatlerini kameraya ifade ederler. Bu sahnede, çarpıcı biçimde, mal sahibi olmayan Yusuf (ev Meryem’e aittir) kameranın görüş alanının dışına çıkarılır tapu memuru tarafından.

Ailenin oturduğu evin kime nasıl satıldığını öğrenemeyiz ancak o da satılır. Evlerin el değiştirmesi bir noktadan sonra öyle kendiliğinden bir hal alır ki, -meta fetişizmi kavramsallaştırmasına uygun biçimde- bu mübadelelerin insanlardan bağımsız gerçekleştiğini düşünmeye başlarız. İkizlerden Ahu tarafından “baştan çıkarılan” Yusuf bunun sonucunda Mahmut’tan ölesiye dayak yese bile evin satışından umudu kesmez: “Ev işini n’apalım?… Olmaz diyorsun…”

Evler alınır, satılır, hatta Hindistan’a gitmeye karar veren Halit, güvenlikli bir sitedeki geniş ve manzaralı dairesini bedelsiz verir Yusuf’la Meryem’e. Yusuf’un umudu kesmediği kadar vardır; hikâyenin sonunda her şey yerli yerine oturmuş göründüğünde deniz kenarındaki evin satışının da gerçekleştiğini görürüz. Yusuf tam hayalindeki gibi ıslak ıslak Meryem’in kendisine getirdiği portakal suyunu içmektedir.

Dizinin sonuna geldiğimizde, bütün bu el değiştirmelerin bakiyesi nedir sorusunu sorarız. Taylan Biraderler burada absürde yaklaşan bir tercihle bizi kötülerin zaferi ile baş başa bırakır. Olumsuz resmedilen ve erkeklere çelme takan kadınlar kazanmıştır. Dahası, Yusuf’un projesi ancak bu sayede gerçekleşmiştir. Ve hikâyenin finalini belirleyen sinizm kendini en somut şekilde, karakterlerin akıbetini izlerken Velihan’ın öğretmeninden dinlediğimiz derste bulur. Öğretmenin (kadın olduğunu not etmeli) yumuşak ve ikna edici sesi neoliberal değişim düsturunu Sokrates’ten Gandi’ye bir dizi alıntı ile nasihat eder. Kendimizi değiştirmemize dair bu nasihat, mübadele anlamında değişimi benimsemeyi de içermektedir. Mahmut’un, aynı toksik erkeklik madalyonunun öteki yüzünü temsil eden Halit’le “değiştirilmesi” ile, Yusuf-Meryem çiftinin evlerini değiştirmeleri arasındaki paralellik, değişme, değiştirme ve el değiştirme arasındaki çizgileri siler.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).