Nerede gördünüz siz bu kadar referandumu?

Dünyanın en çok seçim sandığı gören halkı hiç kuşkusuz İsviçre halkıdır. Dört yılda bir yenilenen parlamento ve senato seçimleri dışında neredeyse her yıl en az bir kez referandum için sandık başına gidiyor.

Google Haberlere Abone ol

Hasan Kaya

Dünyanın en çok seçim sandığı gören halkı hiç kuşkusuz İsviçre halkıdır. Dört yılda bir yenilenen parlamento ve senato seçimleri dışında neredeyse her yıl en az bir kez referandum için sandık başına gidiyor. Bu sayı yerelde, kanton ve belediyelerdeki referandumla inanılmaz sayılara ulaşabiliyor. Meclisin yaptığı yasal düzenlemeler ve/veya yürürlükte olan bir yasanın halkın, sivil toplum örgütlerinin 100 gün içinde topladığı 50 bin imza ile değişiklik veya tümden ret edilmesini talep edebiliyor. Aynı şey anayasa maddeleri için 180 günde, 100 bin imza gerektiriyor.

Parlamentonun anayasada yaptığı herhangi bir değişikliğin ise mutlaka halka götürmesi, değişikliğin 26 kantondan yarıdan bir fazlası ve halkın salt çoğunluğu tarafından kabul edilmesi gerekiyor.

1848’de yürürlüğe giren anayasa üzerinde pek bir tartışmanın yaşanmadığını, toplum sözleşmesine dokunmaktan yana bir eğilimin olmadığını, sadece zaman içinde anlamını yitirmiş, varlığı anlamsızlaşmış kimi maddelerin referanduma götürüldüğünden söz etmek yanlış olmaz. Gerek yasa yapma, gerekse de anayasa değişikliği tekniği ve kavrayışı açısından baktığımızda, Türkiye’den çok farklı olması bir yana hukuk tekniği açısından daha kabul edilebilir bir yerde durduğunu söyleyebiliriz.

Bizde gündeme gelen anayasa değişikliğinin başat önermesi, daha hızlı yasa yapma olarak sunulurken, İsviçre gibi Avrupa’nın en eski ve en köklü demokrasilerinde, yasa yapma ve yürürlüğe girme sürecinin oldukça uzun olduğunu görüyor. Meclis içi ve dışı farklı kesimlerin tartışmaya katılması, görüş bildirmesi ve daha sonra referanduma gitme olasılığı ile bir yasanın çıkması ve yürürlüğe girmesi bazen yılları alabiliyor. Kısaca, İsviçre’de bir yasanın gündeme gelmesi, mecliste görüşülmesi ve uygulamaya alınması birbirinden ayrı uzun süreçleri gerektiriyor.

Yüzde 63’ü Almanca, yüzde 23’ü Fransızca, yüzde 5’i İtalyanca ve 40-50 kişi kadarda Romanşça konuşan, dört resmi dilli bu ülkede, bu olanağın varlığı İsviçre demokrasini bütün Kıta Avrupa’sındaki parlamenter demokrasilerden ayırarak “doğrudan demokrasi” olarak anılmasını sağlıyor. Ancak bu övünülen “doğrudan demokrasi,” bütün ileriliğine rağmen, 1959 yılında yerelde, yani kanton ve belediye seçimlerinde, daha sonra, 1971 yılında federal düzeyde kadınların seçme ve seçilme hakkı veren bir demokrasidir de…

Referandumun en çok uygulandığı İsviçre’de, uygulamanın bizdeki ve birçok diğer yerdekinden ayrılan özellikleri var. En azıdan bizde olduğundan farklı olarak, referandum iktidarın parlamentoyu ve muhalefeti devre dışı bırakmak için kullandığı bir araç değil. O daha çok, iki seçim arasında halkın ve sivil toplumun kısmen siyasete müdahalede bulunma olanağı sağlıyor. Aynı hakkı yerel yönetimler, yani kantoların da kullanmakta. Federal parlamentodan geçen herhangi bir yasanın 8 kantonun itirazıyla referanduma götürülmesi mümkün. Aynı şekilde yasal değişiklerde halkın salt çoğunluğu gibi, 26 kantonun yarısından fazlasının değişiklikten yana ve/veya karşı olması gerekir.

Hiç kuşkusuz referandum halkın siyasete istediği düzeyde müdahalede bulunmasını, doğrudan demokrasinin hayata geçmesini sağlamaya yetmiyor. Bütün Avrupa’da yaşanan depolitizasyon sürecinin uç noktaya vardığı İsviçre’de sandığa gitmenin son derece düşük olması, sandığa gidenlerin genellikle yaşlılar olduğu, gençlerin sandıktan uzak durduğu da biliniyor. Bu giderek milliyetçi ve muhafazakâr kesimlerin politikayı belirlemesine olanak veriyor. Sosyal hakların, göçmenlerin, siyasal sığınmacıların haklarının giderek kısıtlanması hep referandum üzerinden mümkün oluyor.

İsviçre Federal Devleti'nin kuruluşunu sağlayan 1848 Devrimi ile Avrupa’nın ilk Ulusal Anayasasını yapan kurucu irade (liberaller) uzun süre siyaseti domaine eden oluyor. Referandum hakkıyla halkın, iki seçim arasında siyasete müdahale etme olanağı kazanması, “doğrudan demokrasinin” işlerlik kazanarak bütün diğer demokrasi uygulamalarından ayrılmasını İsviçre, Hristiyan Demokratlara borçlu. Bu ilk bakışta bize şaşırtıcı gelen durum, Hristiyan Demokratlara, Kilise üzerinden halka olan sıcak ilişkilerini kullanma ve politik manevra gücü kazandırıyor. 1874’de yasallaşan referandum hakkı, Hristiyan Demokratların Liberaller (Liberal Demokrat Parti) karşısındaki en güçlü silahı haline geliyor. Ancak, 1800’lerin sonu, 1900’lar başında sosyal demokratların güçlü olduğu dönemde işçi hakları ve burjuvazinin işçi sınıfına saldırılarına karşı koymanın bir aracına dönüşüyor. Günümüzde yükselen milliyetçiliğin elinde kullanışlı bir araca dönüşen referandum daha çok göçmen ve siyasi sığınmacılara karşı kullanılan bir araca dönüştüğünü görüyoruz.

Siyasetin başka araçları çoğu zaman referandumun halkın yararına işlemesinin engeli olduğunu, çok övünülen doğrudan demokrasinin özü itibarıyla burjuva demokrasisi olduğu gerçeğini örtmeye yetmiyor. Medyanın gücü her yerde olduğu gibi referandum sonuçları üzerinde doğrudan etkide bulunabiliyor. Ancak bizdekinden farklı olarak medya üzerinde hükümetin, siyasal partilerin hegemonya kurmasından söz etmek yine de mümkün değil. Bunun yerine sermayenin etkisinden söz edebiliriz. Medyanın hükümetten bağımsız duruşu onun toplumdaki sınıflardan bağımsız duruşu anlamına gelmiyor.

İkinci Dünya Savaşı'nın yaratmış olduğu ağır koşulları aşmak için gündeme gelen ve o günden bu yana dörtlü koalisyon ile yönetilen İsviçre, mecliste grubu bulunan bütün partilerin 7 bakanlığı, (aldıkları oy oranında) paylaştığı neredeyse muhalefetin olmadığı bir “Milli Birlik Hükümeti” ile yönetiliyor.

Ancak bu olumsuz gibi görülen durumun yerel yönetimlerin güçlü oluşuyla dengeleniyor. Federal hükümetin ve federal meclisin muhalefetten yoksunluğu, yerelde kanton ve belediye meclislerindeki daha canlı politik hayat ile dengeleniyor. Bu politik canlılığın hiçbir şekilde bizdeki politik canlılık olarak algılanmaması gerekir. Demokrasi kültürünün, demokratik teamüllerin yerleştiği İsviçre gibi ülkelerde birçok şey kendiliğinden, hukuk içinde hiçbir zorlamaya gerek kalmadan yürüyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin tavizsiz işlediğini, bağımsız yargının siyasetin denetim ve ekti alanın uzağında olduğunu söylemeye hiç gerek yok…