Küçük resme bakmak, büyük resmi görmek

Geldi işte. Kapıları çalıyorlar, arkada hep aynı ses 'aç kapıyı aç, yat yere'. Başını eğmeyen, bileği bükülmeyen insanların varlığı da olmasa, "herkesi yere yatırdık" deyip ilan edecekler düşledikleri faşizmlerini.

Google Haberlere Abone ol

Akın Olgun

Yaşananları anlatırken "baskı, zulüm, vahşet" diyoruz. Başka türlü nasıl anlatılabilir, nasıl tarif edilebilir ki? Her sürecin kendi ağırlığı, özgünlüğü olurdu. Her sürecin tahminlerini, aşağı yukarı olabileceklerini, küçük yanılma paylarıyla yorumlar, bir ortak nokta bulurduk.

Uzun zamandır bunu yapamıyoruz. Elimizde tuttuğumuz tüm veriler hızla çöküp, başka bir felakete dönüşüyor, dönüştürülüyor. Adını koyamadığımız, nasıl tanımlayacağımızı ve nasıl baş edeceğimizi bilemediğimiz bir ortam ve bu ortamın herkesin üzerine çökerttiği korku hali, sokaklarda, meydanlarda bir avuç duyarlı insanın çırpınışlarını seyreden, yanlarından hızla uzaklaşan, selamı sabahı kesen çoğunluğun gözleri önünde, sadece küçük gürültüler olarak kalıyor.

Birbirimizin ezilmesini, tutuklanmasını, kaybedilmesini, işkenceye çekilmesini, dövülmesini, linç edilmesini seyrediyoruz. Birbirimize dokunmaktan, omuzunu, elini tutmaktan, dost yüklü, yoldaş sözlü cümleler kurmaktan kaçarak, üstümüze çöken iktidarın ve onun yandaşlarının hiddetinden, öfkesinden kurtulmaya çalışan o davranış ortaklığımız, nasıl da kötülüğün parçası haline getiriyor hepimizi.

Korkuyoruz artık korktuğumuzu saklıyoruz, baş edemiyoruz baş edemeyişimizi saklıyoruz, muş- mış gibi yaparak kurtarmaya çalıştığımız bu günlerin hesabını, en yakınımızdakilerin boğazına sarılarak, pataklayarak, ezerek, söverek çıkartan o gürültü duyulmuyor, görülmüyor, hissedilmiyor değil elbette. Sadece kabul etmemek işimize geliyor. Kabul etmeyince her şey düzelecekmiş gibi, kabul etmeyince kimse fark etmeyecekmiş gibi, kabul etmeyince herkes hala dün durduğumuz o yerde dimdik durduğumuzu düşünecekmiş gibi. Hiç biri değil, koca bir yalan bu…

Dün durduğumuz yerde değiliz, dün olduğumuz yerde değiliz, hatta dün bile bizim dünümüz değil, çünkü bugünü örmemiş, bugünlerin direnişini yaratamamış, onu büyütememiş, çoğaltamamış bir dün, asla bizim olmamıştır. Bugün içinde bulunduğumuz hal, içinde bulunduğumuz sessizlik, suskunluk aslında dünün kendisidir sadece.

Ne kadar yüreksiz, pısırık, goygoycu varsa en önde koşturuyor. Öyle bir batakhane var ki herkesi bir biçimiyle kendi içine çekip, kendi pisliğine daldırıp çıkarıyor ve ortalığa salıyor. Baş etmek ne mümkün ve ne yazık ki kendisini alıp, parlatıp yeniden satabilme yetenekleri ile gözleri kamaştırıp, sözlerini, kelimelerini, cümlelerini yayıyorlar aramıza. Hiçbir direnişe katılmadan, hiçbir gösteriye gitmeden, kendisini yukarı daha yukarı çıkartabilmesi ve “aydın” olma mertebesine taşınıp, üstünüze kusması ve dahi buna izin verilmesinin tek bir anlamı var. O da hepimizin kirletildiğidir.

Tamam, geçelim bunları! Sevdiğimiz, duymak istediğimiz sözler değil bunlar. “Şirin mi şirin, gecekondu evleri” ama değil işte. Soğuk, nemli, geçimsiz, düzensiz ve yoksul ve o yoksulluğumuzun ucu açık kederinin neresi şirin?

Tamam, geçelim! “Bir şey yapmalı hey, bir şey yapmalı” diyelim ama yapanları da beğenmeyelim. Polislere değil, sırtına çullandıklarına saldırmak olur mu hiç? Oluyor işte paşam. Oluyor ve biz ağzımız açık bakakalıyoruz öylece.

O dilimizin üstünde birikmiş akşamdan kalma tatsızlığı, yıkıp birilerinin üstüne, unutturalım o gece masada Kürtlere sövüp, bütün yaşananların sorumlusu olduklarını söyleyerek yaptığımız pek bir yüksek siyasi çıkarımları. Zaten iki Amerika bir emperyalizm deyip, döşenirseniz köşenize, peynir ekmek gibi kapışılır ahalice. Arasına ne koysanız gider olur…

Yaşananları anlamak için önce çevrenize bakmanız gerekir. Öyle uzaklara bakmaya gerek yok. Size uzaklara bakıp, büyük resmi görmenizi söyleyenlere aldanmayın. Yakınınıza bakın önce. Çünkü orada saklı zamanın ruhu.  Kaçışanlara, sizinle yan yana görünmemek için kırk takla atanlara, yolunu değiştirenlere, iktidarın yeni ittifakı kimlerse onlarla görünüp, onlarla dolanıp, onlarla kadraja girip,  gazetelerinde, sitelerinde boy verip, kendini devlete kanıtlamaya çalışanlara bakın. Gördüğünüz şey, bizim konuşmaktan, dile getirmekten kaçtığımız gerçekliğimizdir.

Korkmak insanidir elbette, ama korkunuza başkalarını ortak edip örgütlüyorsanız, onun gönüllü aracı haline gelmişsiniz demektir. Uzun zamandır böyle bir ortaklık, bulduğu her aralıktan sızıyor hayatlarımıza. Sızıyor ve “sakın ha” diyor, “öne çıkma, onlarla görünme, akıllı ol” diyerek fısıldıyor kulaklarımıza. Sonra tıslamaya dönüşüyor fısıltı. Bir de bakıyorsunuz ki "koynumda yılan beslemişim" demeye kalmadan, çoktan sokulmuşsunuz.

Böyle olmasa, “bizi diri yakacaklar, yakıyorlar” diyen o gençlerin sesi, yine kendi seslerine çarpıp düşer miydi boşluğa?

Sesiniz, duygularınız, talepleriniz götürülüp sarayın dişleri arasına bırakılabilir miydi?

Bir ülke, “mutabakat”, “Yenikapı ruhu” diyerek teslim edilir miydi zalimlerin eline?

“Devlet çökerse hepimiz altında kalırız” diyerek esas duruşa geçirebilirler miydi?

Hepsini bir kenara bırakın, "olmaz" dediğiniz her şey olur hala gelir miydi?

Geldi işte.

Kapıları çalıyorlar, arkada hep aynı ses “aç kapıyı aç, yat yere”

Başını eğmeyen, bileği bükülmeyen insanların varlığı da olmasa, "herkesi yere yatırdık" deyip ilan edecekler düşledikleri faşizmlerini.

Güçlüler, ama işte asla rahat değiller.

Tek bir ses bile bozuyor tüm dengelerini.