Yıkılırsa bana bir, ona iki kat çöker!

Gölcük depreminden sonra herkes çok korkmuştu. Arkadaşlarım beni evlerine çağırıyor, en ufak çatlağın bile tehlikeli olup olmadığını soruyorlardı. Hepsi basit sıva çatlaklarıydı. Acaba “tehlikeli” desem ve rahatlarını bozsam ne yaparlardı?

Hakkı Yırtıcı hyirtici@gazeteduvar.com.tr

Bugün sizlere konutun Türkiye’deki tarihini anlatacağım. Bu, önce adı olan, kendisi sorun olmayan bir tarih. Daha sonra buna, büyük kentlere nasıl yığıldığımızın tarihi eklenecek. Ya tapusu olmadan, hemşehrilerinin desteği ile her an korku ve gelecek bir sonraki imar affının ümidi ile yaşanan ya da çok katlı, girişi ucuz mermer döşeli, kapısı sonradan çelik, kaloriferi tam ısıtmayan, musluğu sürekli sızdıran yaşamların tarihi. Sonrası mı? Lüks ile rüküş kelimeleri arasındaki ayrımın yapılamadığı, hep bir şeylerin eksik ya da fazla kaldığı yaşamlarımızın tarihi.

Türkiye’de devlet ile vatandaş sürekli çatışma halindedir. Çatışmanın safları her seferinde yeni baştan kurulur; devlet resmi ya da gayriresmi (sonuçsuz kalan soruşturmalar gibi) taraf olur. Dersim Katliamı, 6-7 Eylül Pogromu, Sivas Katliamı, Hrant Dink cinayeti, Ankara Gar Katliamı ve daha niceleri. Kanlı bir tarih.

Bir de öyle bir çatışma alanı var ki, daha en baştan saflar sabittir ve hiç bozulmaz. Çünkü dil, din, ırk, cinsiyet, zengin, fakir, çoluk çocuk ayrımı yapmaz. 1999 Gölcük Depremi’ni hatırlayın. 17 bin ölü, 44 bin yaralı, on binlerce travma. Hepimizin halen aklında ve tedirginlikle bekliyoruz.

İlla deprem olması şart değil. Sel, heyelan hatta bir şey olmasına gerek olmadan, kendi kendine çöken yapılar da var. Kader değillerdi. Hepsi önlenebilirdi. Ama öyle olmadı. Onun yerine ölülere isim vermeyi tercih ettik. Kartal’da, 7 Şubat’da çöken kaçak konutta ölenlere “şehit” dedik. İmar affının (ya da devletin verdiği isimle “imar barışı) süresi bir yıla uzatılmışken, devlet kendi sorumluluğunun risklerini para karşılığı vatandaşına aktarırken suçüstü yakalandı. Sonrasında, yüksek tondan, bu sefer bu işe kesin son verileceğine dair açıklamalar ve göstermelik birkaç yıkım. Ardından mutlak bir umursamazlık.

Herkes imar barışının nimetlerinden nasıl faydalanırız hesaplarını yapmakla meşgul. Aslında kimsenin devletin sorumluluğunu yerine getirmesini ve bu ölümlere son vermesini istediği yok. Herkes para, herkes rant peşinde.

İlki 1948 yılında olmak üzere şimdiye kadar 22 imar affı çıktı. Yani devlet tam 22 defa kendi sorumluluğunu ve risklerini vatandaşının üzerine yıktı. Bir türlü bir yere yerleşmeyi, orada huzur ve güvenle yaşamayı öğrenemedik. Bir türlü bir coğrafyanın parçası olmayı beceremedik. Onun yerine, herkes 783 bin 562 kilometrekarelik toprak parçasının bir ucundan tutmuş, habire çekiştirip duruyor. Kim, ne koparırsa. Asla bitmeyecek, asla kazananının olamayacağı kanlı bir çatışma.

TOPRAK PAYLAŞIMI VE SERMAYE

Kentleşme, sermaye birikimi demektir. Büyük altyapı yatırımları, ticaret, finans, hukuk ve işlevlerini karşılayacak mekansal organizasyonlar ve en önemlisi de kentlerde yoğunlaşan nüfusun konut gereksinimine ait mekanizmalar gerektirir. Bütün bu gelişmelerin ön koşulu ise toprağın özel mülk olarak edinilmesinin mümkün hale gelmiş olmasıdır. Kısacası bütünüyle gelişmiş bir kapitalizm ve buna bağlı kentleşme süreci özel toprak mülkiyetine dayanır.

Avrupa ülkelerinde 18'inci yy’den itibaren toprağın bir meta olarak üretimi ve oluşan rantın paylaşımı, kapitalistler arasındaki özel mülkiyet ilişkileri ve toprağa aktarılan sermaye bağlamında gerçekleşti. Türkiye’de ise bu ilişki devletin mülkiyetindeki toprağın sancılı ve hantal bir şekilde özel mülkiyete geçişi şeklinde yaşandı. Farkın nedeni şuydu: Osmanlı’da toprak mülkiyeti aslen devlete aittir. Toprak ancak kullanım hakkı içindir. En geniş tanımıyla tımar sahipliğidir. Toprak üzerinde gerçek anlamda hiçbir hak ve güvence yoktur. Mülkiyet, hep belirsiz, gri bir alanda bırakılmıştır (Divitçioğlu, 2010).

Cumhuriyet’in ilk yıllarında da durum çok değişmedi. Modernleşme projesi, ulusal bir pazar kurmayı ve dünya pazarları ile bütünleşmeyi içermekteydi. Sermaye birikiminin anahtarı olan toprak dağıtılacak, ekonomik hareketlilik sağlanacaktı. Fakat bunun tam tersine Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında azınlıkların ülkeyi terk etmesiyle devletin elindeki toprak miktarı arttı. O dönemde, modernleşen Avrupa’nın nüfusu azalan tek büyük kenti İstanbul’dur. Daha sonraki yıllarda köylüye toprak dağıtma çabaları ise çoğunlukla belli kesimlerin (aşiretlerin) yararına sonuçlandı. Beni şok eden ama maalesef kaynağını hatırlayamadığım bir bilgiyi sizlere aktarayım: Bugün bile Türkiye coğrafyasının üçte ikisi devlet mülkiyetindedir.

TÜRKİYE'DE KENTLEŞME VE RANT OLGUSU

Türkiye modern toplumsal tarihini ele alan çalışmalar üç ana dönem üzerinde uzlaşırlar. İlki, Cumhuriyet’in ilanından 1950’lere, ikincisi 1950’lerden 1980’lere ve üçüncüsü 1980’lerden günümüze kadar olanı. Burada, en uygun olduğunu düşündüğüm Şengül’ün (2009) isimlendirmesine sadık kalacağım: “Ulus devletin kentleşmesi”, “emek gücünün kentleşmesi” ve “sermayenin kentleşmesi.”

İlk dönem, yukarıdan aşağı örgütlenen modernleşme projesine, aydınlanma geleneğine, serbest piyasa ekonomisinin kurulmasına, ulus-devletin kurumlaşmasına ve tüm bunların hukuksal bir çerçeveye oturtulmasına dayalıydı ve bunun anahtarı ise kentsel gelişmeydi.

Yeni Cumhuriyet’in en kritik kararı İstanbul yerine Ankara’yı başkent ilan etmesi oldu. Yatırımlar, ağırlıklı olarak Ankara ve Anadolu kentlerine yapıldı. Ancak aynı anda hem sanayileşme hem de kentleşmeyi sağlayacak sermaye birikiminin olmaması nedeniyle çoğu kentleşme planı kağıt üzerinde kaldı. Ankara ise henüz kapitalist ilişkilere dayalı modernleşmenin yaşanmadığı bir dekor olmaktan öteye geçemedi.

Ankara, 1930’lu yılların başı

Eski Ankara, ıssız bir kent. Bomboş, henüz trafik yoğunluğunun olmadığı geniş caddeler ve yine halkın sosyalleşmek için toplanmadığı bomboş kamusal meydanlar. Bahsedilen piyasa ekonomisinin yoğunluğundan eser yok. Konut üretimi, daha çok yeni orta-sınıf ve bürokratlar içindi. Geniş caddelerin iki yanına sıralanan modern yapıların hemen arkaları ya boş arazi ya da eski evler ile doluydu. Cumhuriyet’in ilk toplu konutu olan ve 1944 yılında inşa edilen Saraçoğlu Mahallesi’nin halk arasındaki adının “devlet konutları” olması, konut üretiminin halen devletin elinde olduğunun en çarpıcı göstergesidir. Ama bu, uzun süre böyle devam etmeyecekti.

Türkiye, Avrupa kentlerinden ancak 250 yıl sonra, 1950’lerde tabandan gelen kentsel sorunların baskısını hissetmeye başladı. Kırsaldan kente göçün ölçeği çarpıcı boyutlardaydı. 1950’de 100 binin üzerindeki kent sayısı dört ve genel nüfusa oranı yüzde 40 iken, 1980’de 29'a ve yüzde 63’e ulaştı. (Keleş 1984).

Kentsel planlama ve konut sorunu artık devletin sorunuydu. Bu ikinci dönemde devlet mülkiyetindeki toprağı kentsel araziye dönüştürecek ve özel mülkiyete aktaracak hukuki ve finansal düzenleme yoktu. Ayrıca devletin o dönem benimsediği ithal ikameci sanayileşme politikası nedeniyle büyük sermayenin asıl ilgi alanı sanayiye yatırım yapmaktı. Ortada kente bütüncül bakan gerçekçi bir planlama anlayışı yoktu. Bu kritik noktada kentin dönüşümü ve kent toprağından elde edilen rantın bölüşümü orta ve küçük ölçekli girişimciye bırakıldı. Bu yapısal durum, legal ve illegal olmak üzere iki ayrı konut üretim modeli yarattı. Türkiye’ye özgü bir model olan yapsatçılık bunun legal, gecekondu ise illegal kısmıydı.

Bir konut inşa edeceğinizi hayal edin, hemen kentin çeperine ilişmek ya da kentin içinde boş bırakılmış bir alana yerleşmek en mantıklısı olacaktır. Böylelikle elektrik, su, kanalizasyon, ulaşım gibi altyapıdan yararlanma imkanı bulursunuz. Gecekondu üretimi, hiç boşluk bırakmamacasına kentin leke gibi büyümesine neden oldu. İlk kuşak gecekondulaşma kısa bir süre sonra büyük bir siyasal baskı yarattı ve Türkiye 1948 yılında ilk imar affı ile tanıştı.

Böylelikle toprak için herhangi bir yatırım yapılmadan konut üretimi sağlanırken, bir yandan da gelişmekte olan sanayi için ucuz ve vasıfsız işgücü bulundu. Hem sermayenin kârlılığını maksimize etmesini hem de geniş halk kitlelerinin barınma sorununu minimum yatırımla sağlayan ve ilk bakışta iki tarafın da kazançlı olduğu bu model ortaya çıktı.

Sistem bir kere kurulmuştu. İlk imar affını takip eden diğerleri sayesinde, konut üretimi devlet ile vatandaşı arasında sürekli bir çatışmaya dönüştü. Her imar affı, devletin attığı geri adım, her kaçak yapı yıkımları ise devletin vatandaşa saldırısı olarak algılandı. Çatışma alanı ise bizzat kentin kendisiydi. İmar afları tavizmiş gibi görünseler de, aslında devletin kentleşme için büyük bedeller ödemesine gerek bırakmamakta ve riskler vatandaşa aktarılmaktaydı. Böylelikle ortaya yaşam kalitesi düşük, o anı kurtarmak için üretilmiş kent parçaları çıktı.

Aynı dönemde kentin orta sınıflarının legal konut ihtiyacı ise Türkiye’ye özgü bir model olan yapsatçılık ile karşılanıyordu. Yeterli sermaye birikimine sahip olmayan girişimci, toprak sahibine, yapılacak konutlardan belli bir kısmını vermeyi taahhüt etmekte ve böylelikle arsa için sermaye yatırmak zorunda kalmamaktaydı. Daha proje üstünden taksitle konut satışı yine ön sermaye birikimine ihtiyaç duymadan inşaata yatırım yapılmasını sağlamakta; kırsal bölgelerden gelen vasıfsız iş gücü de inşaat maliyetlerini düşürmekteydi. Bugün halen genel bir planlama yerine parsel bazında, birbirine eklemlenerek oluşmuş bir kent dokusunun ve kalitesiz bir işçilikle oluşmuş konut stokunun sorunlarıyla uğraşıyoruz (Işık,1998).

Parsel bazında kentsel dönüşüm, Bağdat Caddesi civarı

24 Ocak 1980 kararları ile birlikte yeni bir dönem açıldı. İthal ikameci sanayileşme stratejisinden vazgeçilen Türkiye’de küresel sermayeye eklemlenmek amacıyla bir dizi düzenleme yapıldı. Ucuz iş gücüne ve emek sömürüsüne dayalı ihracatta bulunmayı amaçlayan bu dönemde, Türkiye’nin elinde satacak tek temel meta vardı: Toprak. Özal döneminde Toplu Konut Yasası’nın çıkmasıyla, ilk defa yüksek rant getirisi vaat eden kent, büyük sermayenin ilgi alanına girdi. Böylelikle bir önceki dönemde parsel bazında yatırım yapan küçük ve orta ölçekli girişimcinin yerini, kentin dışındaki büyük toprak parçalarında yeni uydu kentler yaratan ve buradaki rantı kendi birikimine katan sermaye aldı.

Kentsel rantın üretimi ve paylaşımının bugününe bakıldığında, ortaya çıkan manzara şudur: Devletin mülkiyetinde olan alanlarda özel mülkiyet olgusu, 2000’li yılların başından bu yana büyük ölçekli projelerin taleplerinin karşılanması amacıyla, ayrıcalıklı imar hakları ve yeni finansman yöntemleriyle birlikte hızlandı. Mülkiyet devri gerçekleştirilmek istenen ve konum rantı yüksek olan alanın önce planı değiştiriliyor, ihale sürecinde sağlanan ayrıcalıklarla satışı gerçekleştirildikten sonra mutlak rant oluşuyor. Yoğun yapılaşma ve altyapı maliyetleri ise devlet tarafından karşılanarak kamunun sürekli olarak zarar etmesine yol açıyor (Turan, 2009).

Kapitalizmin “yeni” (neoliberal) kentsel dönüşüm anlayışı

TOPLUCA ÖDENEN BEDEL

Hadi devletin verdiği ismi kullanalım, bugün yaklaşık 10 milyon kişinin yararlandığı ve devletin 14 milyar gelir elde ettiği imar barışında çok kritik bir madde var:

“Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarla ilgili bu kanun uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezaları iptal edilir ve yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır.”

Devlet yine kendi koyduğu yasağı nakit paraya çeviriyor ve tüm risklerini vatandaşa yüklüyor. Ortada bir helalleşme falan yok. Bütün o kaçak yapıların nasıl güçlendirileceği ya da nasıl yıkılıp yeniden yapılacağı, bunun için nasıl bir finansal ve hukuki mekanizma kurulduğu soruları cevapsız. Aslında ortada ne bir soru ne de bir cevap var. Sorun yokmuş gibi davranılıyor. Devlet de vatandaş da imar barışının nimetlerini hesaplamakla meşgul. Ama bu mutlu bir barış olmayacak. Elde edilen gelirin, kentlerin daha sağlıklı ve yaşanır yerler olması için harcanması gerektiğinden kimse bahsetmiyor. Ganimet bir kez daha bölüşüldü.

Oysa şu soruları bir vatandaş olarak devlete sorabilmeliyiz. Neden her gün işe giderken saatlerimi harcıyorum? Neden bulunduğum kentin hava kirliliği dünya ortalamasının üstünde? Neden evimin yakınında gezip dinlenebileceğim bir park yok? Neden oturduğum ev birden çöküyor? Neden, neden, neden! Ve neden sorumluluğu almıyor ve yaşamımı riske atıyorsun?

SON SÖZ

Burada öyle büyük laflar etmeyecek, kendi yaşadığım apartmanla ilgili bir şey anlatacağım.

Gölcük depreminden sonra herkes çok korkmuştu. Arkadaşlarım beni evlerine çağırıyor, en ufak çatlağın bile tehlikeli olup olmadığını soruyorlardı. Hepsi basit sıva çatlaklarıydı. Acaba “tehlikeli” desem ve rahatlarını bozsam ne yaparlardı? Ben de sekiz katlı bir evin, en üst katında oturuyorum. Ev sahibim de bir alt katta. Beni, o zaman bodrum kata çağırmıştı. Dehşetle baktım, kiriş enine kırılmıştı. Söylediklerim hiç hoşuna gitmedi, üzerini her iki anlamda da sıvayıp geçti. İkimiz de halen aynı apartmandayız. Gördüğüm şeyi unutmaya çalışıyorum. Ayrıca bulunduğum bölgenin zemini kaya, yani sağlammış. Evler bitişik nizam, birbirlerine destek olurlar. Üstelik yıkılırsa, benim üzerime bir, onun üzerine iki kat çökecek. İşte ben, böyle yaşıyorum.

Kaynakça

Divitçioğlu, S. (2010). Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Türkiye İş Bankası Yayınları.

Işık, O. (1995), Yapsatçılığın Yazılmamış Tarihi, Mimarlık Dergisi, No: 261.

Keleş, R., Payne, G. (1984), Planning and Urban Growth in Southern Europe, Turkey, M. Wynn (ed.), Mansell.

Şengül, H. T. (20099, Kentsel Çelişki ve Siyaset, İmge Kitabevi.

Turan, M. (2009), Türkiye’de Kentsel Rant: Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan Yayıncılık.

Tüm yazılarını göster