Yalandan kim ölmüş?

Adaletten, dürüstlükten, vicdandan yana kesimlerin hiç de az sayıda olmadığı, isteyince kuzeyin güneye, batının doğuya, sımsıcak dokunabildiği anlaşıldı. Halihazırda önümüzdeki aylarda değişeceği hissedilen çok temel dengeler zihinlerde tazeyken, doğrudan yana, vicdanlı insanlar hem birbirlerini daha da iyi tanıdılar hem de birbirlerine yürekten güvenle kenetlendiler. Bu kolay unutulacak veya değişecek bir şey değil ve bangır bangır “iyilik kazanacak” dedirtiyor.

Can Sertoğlu csertoglu@gazeteduvar.com.tr

Yalandan kim ölmüş? 

Herkes.

Sen, ben, o, biz, siz, onlar. Herkes.

Bu köşeye bu seneki ilk yazımı yazıyorum, çeşitli nedenlerle, yazabiliyorum. Yazının başlığını birkaç hafta önce atmış, ardından bir türlü uygun şekle sokacak fırsatı bulamamış, hangi yalanın neresinden tutacağımı şaşırmış bir şekilde kenara koymuştum. Sonra deprem oldu. Depremler. Depderinden sarsıldık, daha önce belki de hiç sarsılmadığımız gibi. Sonra hep beraber sarıldık, sarılmaya çalıştık, birbirimize, pamuk ipliğine bağlı kalan umutlarımıza, dört bir yanımız tepeden inme yalanlarla sarılırken.

Bu yazının yazıldığı saatlerde 6 Şubat depremleri sonucunda resmî sayılara göre bile 20 binden fazla kişi ölmüş, 80 binden fazla insan yaralanmıştı. Birkaç ay sonra, yıkılan binlerce binanın enkazı kalktığında bu sayılar kim bilir kaçla çarpılmış olarak her gün yüzümüze vuracak...

Bu toplum yaralı, kolu, kanadı, kalbi kırık, en fazla ihtiyacı olan şey sevgi, şefkat ve anlayış. Devlet kadar “Devlet Baba”yı da bekliyor. Ama karşısında bulduğu şey itham, azar ve tehdit. Ateşe körük, yaraya tuz, travmaya darbe. Adam kızını kaybetmiş. Kadın oğlunu kaybetmiş. Çocuklar ki, bütün ailesini kaybetmiş. Adam, kadın sana veryansın etmiş, yetmemiş, sövmüş – ki sövmemiş – varsın sövsün kardeşim, hatta sana saldırsın, ne olur? Orada, oracıkta iki tepkidir duyacağın, vicdanın zaten çürük ya da namevcut olduğundan, birkaç dakika içinde unutacağın. O çocukların geri kalan anasız-babasız yaşamları, o adamın, o kadınınsa ömrünün geri kalanında çekeceği onulmaz acıdır ona kalan. Yerden göğe kadar haklı ve doğruda olsan da, ki yerden göğe kadar haksızsın ve yanlıştasın, halkına kucak açmak ve sarmalamaktır devlet büyüğü olarak ödevin. Hangi gaflete düştüysen düşmüş ol, değer mi kaşları çatmaya, fırçalar atmaya bu zavallı halka? Kayıp var kayıp, ölüm var! Bir mi bunlar terazide ey Allah’ın kulu?

Bir kültür, bir dil düşünün ki, “yalandan kim ölmüş” diye bir deyimi var! Yalanı, yalan söylemeyi savunan, bunun zararsız olduğuna işaret, zararı olsa da kişiyi öldürecek zararı olmadığını ima eden, yalan söylemeyi teşvik eden bir deyim; bir kültürel kod. Gündelik yaşamımızın iliklerine, ipliklerine kadar işlemiş, en basit bir “evet/hayır” ya da “bilmiyorum” cevabını tedavülden kaldıracak bir yalana sarılma güdüsü. Her söylediğimiz yalanla azar azar öldüğümüzü, yalan cetvelinde santim santim ilerlerken geri dönülmesi imkânsız bir mesafe aldığımızı fark etmenin önüne geçecek kadar içgüdüsel ve ilkel. Yalanlarla hayatı kolaylaştırdığımızı zannederken, kompulsif bir yalancının söylediği yalanları hatırlayamamasından kaynaklı kendini ele verme hali gibi, batağa saplanış. İşin kötüsü, yalanın boyutu ve vasfı milyonları etkileyecek mahiyette olunca yalnızca söyleyeni değil muhatabı dev kitleleri de o batağın içine çekip yutabiliyor. Yaşadığımız dönemin hâkim ruhu tam da budur. 

99 depremi olduğunda yurt dışında yaşıyordum ve burada olup ülkemin, halkın ruh halini paylaşamamak bana hep suçluluk hissettirmiştir. O depremden 6 sene sonra ülkeme dönüp profesyonel hayata girdiğimde dikkatimi ilk çeken ve yakın çevreme tekrar tekrar söylediğim şey insanların sürekli yalan söylediğiydi. Sabahtan akşama kadar, ayak üstünde, kapı ardında, stadyumda, toplantı masalarında, telefonda, toplu taşımada, takside, kaldırımda, kahve kuyruğunda, sürekli, durmadan, bitmeden, bıkmadan, usanmadan, anne babaya, baba anneye, ikisi birden çocuklarına, çocuk kardeşine, öğrenci öğretmene, öğretmen öğrenciye, patron çalışana, çalışan patrona yalan, yalan, yalan söylüyordu. Bu yüzden en basit iş dahi o kadar zorlaşıyor, çıkmaza girip neredeyse imkânsız hale geliyordu ki delirmek işten değildi. Bunu çok erken fark edip çok şaşırmıştım. 19 yaşında buradan giderken de belki yalan her yerdeydi ama ben daha küçüktüm ve iş hayatına girmemiştim. İşte buradaki iş hayatımın ilk günlerinde bana “hoş geldin” demeyi “Allah utandırmasın” gibi ilk defa duyduğum, duyduğumdan beri garipseyip hiç hoşlanmadığım bir kalıpla sunmayı seçen bir ulaşımcıya cevabım “Evvelallah utandırmaz da, aman yalan söyletmesin” olmuştu.

Bugün görülüyor ki, bırakın yalandan, herhangi bir şeyden ötürü utanma duygusunu külliyen yitirmiş bir kitleyle birlikte yaşıyoruz bu topraklarda. Hanelerimiz yalan dolu. El kadar çocuklara hayatı yalanlar üzerinden öğretiyor, disiplini korkular üzerinden sağlamaya, otoriteyi tehditlerle kurmaya çalışıyor bu toplumun mühim bir kısmı. İğneciler, umacılar, karakoncoloslar, gulyabaniler havalarda uçuşuyor. Çocuklarımıza yalan söylüyoruz. Çocuklarımıza medya da yalan söylüyor, imam da, servis şoförü de, komutan da, varsa evdeki bakıcısı, apartmanın kapıcısı da. Yani otoriteden vatandaşa inen, hizmetliden işverene çıkan dörder şeritli, çift yönlü yalan dolan trafiği kol geziyor.

Yüzyıllarca kitleleri yalan ve manipülasyonla kontrol etmiş, yalanın mahpus duvarlarından kaçıverenleri toplayıp yok ederek gözdağı vermeyi siyasi program belleyenlerin hükmü hep kısa sürmüştür. Kısa derken, en fazla 40-50 yıl. O da en fazla bir-iki jenerasyonun hayatını heder etmeye yetmiştir. Ama kendi sonları istisnasız hazin olmuştur. Anlatıp durdukları cehennemin dahi kapısından çevrilebilecek kötülükler etmiş olduklarını muhtemelen ancak o vakit idrak edecek kadar dünyevidir aslında tüm kaygıları, dertleri, hırsları. Aslında ahiretle, hesap vermeyle uzaktan yakından alakaları olmadığı için sürekli ondan bahsetme ihtiyacı duyarlar. Ne de olsa, insan hep kendi ol(a)madığı, kendinde olmayan şeyden bahseder durur. Nitekim ne yerinde bir deyimidir yine bu kültürün, toplumun, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar”.

Zenginliği maddiyattan başka bir şey olarak algılamaktan aciz, altın semer de vurulsa, altından saraylarda da otursa sevgisizlikten müzmin fukaranın kaderidir yalan; yoksa fıtratı mı demeli? Kör göze parmak sokarcasına güç kabarmaları da gerçeklerin altından kalkamayacak kadar zayıf olmalarındandır. Bas bas bağırarak, kaşları çatıp öfke dolu ifadeleriyle sözüm ona korku salma çabaları da bu zafiyetin tezahürüdür. Öylesine sevgisiz veya yalancı sevgiyle büyütülmüşlerdir ki, hayat boyu bir daha isteseler de sevgiyi bulamayacak olmanın karamsarlığıyla saldırganlaştırdığı ruh halleridir beyaz camdan kapkara yüzleriyle yüzümüze vurmaya çalıştıkları. Sahibinden satılık kelepir umut başlıklı, aynı zamanda geçen seneki ilk yazımda bahsettiğim La Cité des Enfants Perdus (Kayıp Çocukların Şehri) filmindeki karakteri getirdi aklıma geçtiğimiz günlerde ekranlarda gördüklerimiz. Yazıdan bunlara dair kısmı alıntılıyorum.

“Bu 1995 tarihli bilim-kurgu / fantezi başyapıtı, beni en çok etkileyen filmler arasındadır. Hikâye, üstün zekalı kötücül bir varlığın, rüya görme yetisi olmamasından ötürü erken yaşlanmasının önünü almak için çocukların rüyalarını çalmasıyla ilgili. Bu cümleyi yazarken dahi tekrar tekrar okuyorum. Fena halde tanıdık geliyor. Gündelik söylemde, hele ülkemizde, çocukların geleceğinin, hayallerinin çalınmasından epeyce bahsediliyor. Ama çocukların rüyalarını çalmak! İşte bu, ancak bu müthiş filmin yaratıcılarının veya bu güzelim memleketi çöle çevirmeye yeminli birtakım çürük simsarın aklına gelebilecek bir senaryo.”

Sevgi duyacak, sevgi bulacak yetileri olmayan müzmin fukara, ancak toplumdan sevgiyi çalarak kendine layık bir habitat kurabileceğinin farkında. Oysa ne kadar da uğraştı milyonlarca insan onları tanımaya, anlamaya, en önemlisi, sevmeye. O kadar ki, kardeş kardeşe küstü, insanlar birbirine düştü güvenmek ve güvenmemekte, şans tanımak ve tanımamakta. On yıllardır kendisine bolca yalan söylendiğini tecrübe etmiş, artık yalancılardan, beceriksizlerden, kifayetsiz muhterislerden illallah etmiş bir toplum olarak kısmen çaresizlikten, kısmen tepkisellikten. Ama yok, sevgiyi alacak yürek yok. Nafile.

İnsana dair her şeyin uç noktalarını barındıran, insan doğasının kapkaranlık ve apaydınlık tabiatının kusursuz yansıması olan toplumumuzda duygularımızın da bir uçtan diğerine savrulması normal. Çocuksu bir öforiyle kaskatı bir cinneti beş dakika arayla yaşayabilen pek fazla millet olmasa gerek dünya üzerinde. Yine de zaten korkunç ve olayların ardından oluşan olumsuz tabloya rağmen bu ülke bugüne kadar hiç görmediği seviyede bir sevgi, yardımlaşma ve dayanışma gördü, görüyor. Geçtiğimiz yirmi yılda meydan gelen muhtelif büyük olaylarda ortaya çıkan fedakârlık, kendini gösteren arkadaşlık ve dayanışma seferberlikleri bu olaylarla birlikte kimsenin tahayyül edemeyeceği bir zirveye ulaştı ve çok umut verici kazanımlarımız oldu. Adaletten, dürüstlükten, vicdandan yana kesimlerin hiç de az sayıda olmadığı, isteyince kuzeyin güneye, batının doğuya, sımsıcak dokunabildiği anlaşıldı. Halihazırda önümüzdeki aylarda değişeceği hissedilen çok temel dengeler zihinlerde tazeyken, doğrudan yana, vicdanlı insanlar hem birbirlerini daha da iyi tanıdılar hem de birbirlerine yürekten güvenle kenetlendiler. Bu kolay unutulacak veya değişecek bir şey değil ve bangır bangır “iyilik kazanacak” dedirtiyor. Bir başka unutulmayacak şey de şu olsa gerek: Deprem öldürmez, binalar da öldürmez, yalanlar öldürür. Yalandan herkes ölür.

İnanırsak depremlerin yaralarını sarmayı da ülkemizin geleceğini kurtarmayı da başaracağız; yeter ki yanımızda hep doğru olsun. Hepimizin başı sağ olsun.

Tüm yazılarını göster