Unutma korkusu

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde aldığım ve ne yazık ki dersin hocalarının artık Fakülte’de olmaması nedeniyle kapatılan Siyasal Antropoloji dersinde öğrenmiştim bunu: “Devletlerin hafızaları yoktur, arşivleri vardır”. Bunu kendi hayatımda idrak etmem onlarca arkadaşımla birlikte Fakülte’den atılmamın ardından oldu. O arşiv çalışmaya başlamıştı çünkü.

Dinçer Demirkent dincerdemirkent@gmail.com

Bilmiyorum, başkaları da yaşamış mıdır? Okuma yazmayı sökmemin ardından özellikle okula ara verilen dönemlerde yazılı olan her şeyi okuma isteğim, kâğıt ve kalemi birlikte gördüğüm her an yazma istediğim vardı. Okula tekrar döndüğümde okuma ve yazmayı unutmuş olma korkusu uykularımdan uyandıran bir kâbustu. Elbette çok uzun sürmedi bu, belli bir zaman geçtikten sonra üzerinde hiç de durmadan kendiliğinden kayboldu. Yaşadığım korkuyla baş etmek için bulduğum yolun belki de çocuklukta işlenmiş sınıfsal bir refleks, hayatta kalma biçimi olduğunu kavramam uzun zaman aldı. Nazım Hikmet’in Mustafa Suphi ve yoldaşları için yazdığı “bunların sen/isimlerini aklında tutma/fakat/28 kanunisaniyi unutma! dizelerini okuduğumda, çocukça duyduğum “yazmayı unutma” korkumla yeniden yüzleştim. Emekçi sınıfların, ezilenlerin unutmadığı tarihlerin, unutmadığı olayların zafer anlatılarından çok katliamların, yenilgilerin tarihleri olmasını içten içe biriken, korkudan öfkeye bazen güce bazen yılgınlığa sebep olan bu yaşama kaygısı olduğunu, eşitlik özlemi olduğunu artık daha iyi kavrıyorum.

ARŞİVE KARŞI

Emekçilere ait bu hafızanın devletteki karşılığı arşivdir. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde aldığım ve ne yazık ki dersin hocalarının artık Fakülte’de olmaması nedeniyle kapatılan Siyasal Antropoloji dersinde öğrenmiştim bunu: “Devletlerin hafızaları yoktur, arşivleri vardır”. Bunu kendi hayatımda idrak etmem onlarca arkadaşımla birlikte Fakülte’den atılmamın ardından oldu. O arşiv çalışmaya başlamıştı çünkü. Okuma yazmayı öğrenmemin ardından biriktirdiğim, içinde emek, arzu ve hayaller olan; kendimi, arkadaşlarımı, yoldaşlarımı, çalıştığım kurumu kuşatan bir hafıza Fakülte’nin karşısına geçip ellerinde tuttukları kâğıda saçma sapan notlar alan sivil polislerin yarattığı arşiv ile karşı karşıya gelmişti. O arşivi tanıyordum. Katıldığım demokratik protestolarda, akademik-demokratik hakları her savunduğumda büyüyordu. Başörtülü kadın öğrencilerin kampüse giremediği yıllarda örneğin o arşiv soruşturma talebi olarak bana dönmüştü, bugünün arşivini tutan erkek ve kadınlar, kadın arkadaşlarının haklarını savunmak yerine çaylarını içmekteydi o günlerde. Arşiv oluşturan polislerin karşısına, elimize aldığımız kalem ve defterlerle geçip not almaya başladığımızda yaşadıkları tedirginliğe bugün anlam verebiliyorum ancak, çünkü bizim asla aklımıza gelmeyecek şeyleri o arşivlere yazan, bizlere aklımıza gelmeyecek şeyleri yapan bir aklın parçası olduklarını biliyordu onlar, biz ise bunu bilmeden eğlenceli bir öğrenci protestosu yapıyorduk sadece.

2000’li yılların ortasında dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, Türkiye nüfusunun bir bölümünün etnik olarak fişlendiğini söylediğinde, aslında açık biçimde tehdit ettiğinde sakıncalılığın siz hiç farkında olmasınız bile devlet arşivlerinde olduğunu da öğrenmiş bulunduk. Biz bilmeyebilirdik ama bir yerlerde tutulan arşivlerde sakıncalı bir “unsur” sayılabilir ve artık gizlisi saklısı kalmamış “devletin intikam yeminleri”nin hedefi olabilirdik.

SAKINCALININ HAFIZASI

Yaklaşık üç yıldır sakıncalı biri olarak yaşıyorum. Ülkemizde öyle fişlenip fişlenmediğini bilmeyen milyonlarca insan gibi. Hakkımda hiçbir dava açılmadı, anayasa öğretirken anayasal devlet hakkında ne söylüyorsam bugün de aynı şeyleri söylüyorum. Ama anayasada yazılan seyahat hakkım, çalışma hakkım, sosyal güvencelerim, akademik çalışmalarım için üniversiteye erişimim, seçilme hakkım yok. Neden sakıncalı olduğumu bilmiyorum çünkü o saçma sapan kağıtlara tutulan notlara da erişimim yok. Fakat çocukken yaşadığım korkuyu hatırlamak, içimdeki arzuları besliyor artık. Unutmama arzusu, hafızamı koruma arzusu. On beş yıl önce naif duygularla elimize kağıt kalem alıp hakkımızda saçma sapan notlar tutanlar hakkında komik şeyler yazdığımız o gün yaptığımızı bugün büyük ciddiyetle yapmamız gerektiğinin farkındayım artık. Hafızamın kolektif olduğunu ve arşivlerden çok daha güçlü bir tarihe, insani ilişkilere yayılmış olduğunu biliyorum.

Kendi oğlunun, rektör olduğu üniversiteye geçmesi için yatay geçişi olanağı yaratmaktan tutun da ikbali için İslamcı vakıflara, iktidar partisi okullarına koşa koşa gidenler hafızamızda. Anayasanın ve kanunların gereklerini değil, kindar bir parti aygıtının taleplerini yerine getirenler hafızamızda. Türkiye’de eşitlik, barış ve demokrasi hafızasını arşivlerle yok etmeye çalışanlar bu hafızada yerini aldı. Tekel direnişinde Sakarya Caddesi’nde, Gezi Parkı’nda, Soma’da, Ankara Garı’nda, Suruç’ta, Cizre’de, Kaz Dağları’nda yapılanlar; insanlarımıza, denizlerimize, dağlarımıza, göllerimize, ağaçlarımıza yaptıkları… Hepsi bu ülkenin geleceğinin, emekçi sınıfların hafızasında… Yani bir siyasal topluluk olarak eşit-özgür bir siyasal zeminde var kalabilme imkanlarımızı ortadan kaldırabilmek için kullandıkları her araç, her işkenceci polis, her yolsuz bürokrat, her tetikçi gazeteci, her gaz fişeği bizzat kendi arşivleri dahil hafızamıza işliyor.

İşte emekçi sınıfların refleksi olan bu hafıza, yolunu, zeminini bulduğunda devreye girecektir, arşivi yenecektir. Bu yolu, zemini yaratacak olan siyasal öznelerin bundan kaçmaları ise ne yazık ki anlaşılabilir değil.

Tüm yazılarını göster