Türkiye’de romanın yüz yılı

Türkiye’de romancılık ulusal devletin gelişimine paralel olarak ve hatta onu temsilen doğmuştur. Romancılığın -geç gelişse de- böyle 'tabandan gelen' esaslı bir mantığa dayanması çok anlamlıdır.

Abone ol

Gürsel Korat*

Romancılık kentlerin ve sanayi devriminin ürünüdür. Uzun süre sözlü kültür dairesinde bekleyen ve sanayi devrimi yaşamayan ülkemizde roman sonradan öğrenilmiş bir yazılı kültür öğesidir: En az iki insanın hikayesini birlikte anlatmaya dayanır, olay örgüsü gerektirir ve kuruluş itibarıyla karmaşıktır. Genel olarak bir kişinin hikayesini anlatmaya dayanan, olay örgüsünden çok olay dizilişini gerektiren sözel kültür hikayeciliği nedeniyle ülkemizde modern romancılığın gerçekte 1900 yılında Aşk-ı Memnu ile doğduğunu söylemek yanlış değildir; şüphesiz 1850’de Vartan Paşa ile başlayan roman yazma sürecinin bir olgunluğa evrildiği ama ancak Stendhal ve Balzac’tan yaklaşık yetmiş yıl sonra Türkçeyle roman yazıldığı söylenebilir.

Zaten yol boyunca yaşanan maceralara dayanan pikaresk romanları saymazsak, modern roman iki yüz yaşındadır, bu durum ülkemizdeki romancılığın, hemen hemen tüm klasikler yazıldıktan sonra doğduğu anlamına gelmektedir.

Bu gecikme yalnız ekonominin gelişmesiyle değil, toplumsal özgürlüklerle de ilgilidir, Türkiye’de romancılık dikkatle bakılırsa ulusal devletin gelişimine paralel olarak ve hatta onu temsilen doğmuştur. Kralsız, kraliçesiz, meclise ve yasalara dayalı bir özgür ülkeyi dünyada ilk kez kuran ülkelerden biri olan ülkemizde romancılığın -geç gelişse de- böyle “tabandan gelen” esaslı bir mantığa dayanması çok anlamlıdır.

KURUCU EDEBİYAT

1908’de İttihatçıların iktidara gelmesinden sonra romanda anlaşılırlık ve açıklığın öne çıktığını, bu dönemin yazarlarının ise Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu olduğunu görmekteyiz. Onların çağını “kurucu dönem” olarak adlandırmakta yarar vardır, çünkü belirgin bir biçimde İstanbul Türkçesini odağa yerleştirmişlerdir ve yalnız seçtikleri dille değil, bazı stereotip karakterlerle de kurucu nitelik taşımaktadırlar. Onların edebiyatında cumhuriyetin getirdiği yenilikler, kaygılar ve temel anlatı konuları vardır. Başka bir ifadeyle, kurucu dönemde romanların bazıları iktidar kanonuyla ele alınmış (Yeşil Gece, Ankara, Sodom ve Gomorra) niteliği belirsiz yapıtlar yazılabilmiş (Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Sinekli Bakkal, Şıpsevdi) veya özgün ve yaratıcı nitelikler taşıyan yapıtlar da ortaya konmuştur. (Yaban, Ateş Gecesi, Yaprak Dökümü…)

Kurucu edebiyat aydınlanmacıdır, dili sadeleştirmeyi, uluslaşmayı ve halka ulaşmayı hedeflemiştir, Osmanlı’yı eleştirir. Cumhuriyetin kazanımları esastır ve dinciliğin karşısındadır.

‘MÜESSES NİZAMIN’ İLK HAREKETLERİ

1930’lu yıllardan itibaren Sovyetler’in yükselişi Türkiye’yi olumlu ve olumsuz anlamda çok etkiledi. Sol düşmanı ve ırkçı eğilimlerle sınıf siyaseti arasındaki çekişme görünür bir haldeydi. Kurucu edebiyat merkeze yerleşmiş, bunun dışında iki kamp oluşmuştu. Bu dönemde özellikle solun morali yüksekti, işçilerin ve yoksulların kendi iktidarını kurabileceğine ilişkin öngörü yeni yeni biçimleniyordu. Fakat belki de bu nedenle sol siyasetle edebiyatın birbirine karıştığı, birinin ötekinin yerini aldığı görülebiliyordu. Bu durum Türkiye’de Alman Nazizminin etkisinin artmasına ve gerçekçiliğin “servet düşmanlığı” olarak görülmesine yol açtı. Edebiyat var olanı reddetti, ülkemizde sınıf savaşı olmadığı tezini savunanlar öne çıktı. Böylece bir yanda Peyami Safa’nın öbür yanda da Nazım Hikmet’in yer aldığı çatışma görünür hale geldi.

1930’lu yıllarda tüm dünyada büyük bir sempatiyle sola yönelen, savaş karşıtı, sömürüye düşman, üretim araçlarında kollektif mülkiyeti savunan solcuların karşısına matbaa basan, insanların kafatasını ölçerek bağlı olduğu kaynağı bulmaya çalışan kişiler çıktı; sol, bütün dünyada sağcılığın karşısında entelektüel planda çok parlak bir konumdaydı. Bu nedenle tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de solcuların elimine edilme tarihi başlamış oldu. 1937’deki Donanma Davası sonucunda Nazım Hikmet’le birlikte Türkiye’nin çok kıymetli yazarlarının hapse atılması bu acı başlangıcın ilk adımıydı. O yıllarda Aziz Nesin, Kemal Tahir, Rifat Ilgaz ve Sabahattin Ali’nin yanı sıra üniversitelerden çok sayıda parlak çalışmalar yapan akademisyenler uzaklaştırılmaya başlanmıştı. 

ENTELEKTÜEL AURA

Peyami Safa Türkiye’nin Geç-Osmanlı’dan devir aldığı “az gelişmişlik kompleksi”ni ödünlemek niyetiyle “manevi niteliklerimizin yüksek olduğu” görüşünü öne çıkardı. Hemen hemen her romanında Doğu-Batı sorununu işlemekle kalmayıp Türkiye’de romanın bu konuya uzun süre hapsolmasına neden oldu. Simeranya gibi akıldışı toplumsal önerilerle ortaya çıktı ve üstelik romancılık yönünden herhangi bir parlak nitelik taşımayan kitapları her koldan desteklendi.

Oysa düşmanca saldırılara uğrayan ve sonunda katledilen Sabahattin Ali, roman yazmanın dayandığı asli unsurun “insanı gözlemek” olduğunu biliyordu. Kürk Mantolu Madonna’nın edebiyat tarihindeki önemi büyüktür. Her türlü sansür ve baskıya rağmen değişik bir sestir bu: Karakterin içsel derinliği ile yetersizliği arasında bir dönem dikkati ediniriz ve sonunda iç acıtan Türkiye gerçekliğine ayak basarız. Doğrusu Sabahattin Ali’nin öykücülüğünü romancılığından daha çok beğenen biri olarak Kuyucaklı Yusuf’la pek aram yoktur ama yine de adil olmak için şunu söylemem gerekir: Sabahattin Ali cinayete kurban gitmeseydi, romancı olarak dönüşümler yaratabilecek gerçekçi bir yazar kumaşı taşıyordu. Bunu şundan çıkarıyorum: Nabokov, Edebiyat Dersleri’nde bir romancının “gözlerinin iyi” olması gerektiğini söyler; sanırım Türkiye’de bu konuda parmakla gösterilecek yazarlardan biri Sabahattin Ali’dir. 

Korkarım ki yazarları katlederek hem siyasetin ve hem de edebiyatın önünü kesmek fikri Nazım’dan sonra Sabahattin Ali ile “otomatiğe bağlanmış”tır. Türkiye’de bu tarihten sonra yazarın siyaseten katl tarihinin yolu açılmıştır. Sabahattin Ali’den onu öldürerek kurtulan siyasal iktidar, öldüremediği solculardan da hapis, işkence ve sürgün yoluyla kurtulmak istemiştir. 

Nitekim Kırk Kuşağı’nın ve Köy Enstitülü yazarların başına gelen budur. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Ümit Kaftancıoğlu ve Dursun Akçam gibi yazarların öncülüğünde toplumsal gerçekçiliği bir aşırılık olarak yorumlayan siyasal erk, “komünist sapkınlığın” nedeni saydığı tarihin en güzel eğitim atılımlarından birini, Köy Enstitüleri’ni salt solcular kitap yazıyor diye mahvetmiştir. Yazarlık bakımından birçok sorunu olan ve aslında sanıldığı gibi sosyalist tezlere yakın durmaktan çok kalkınmacı söylemden öte bir dil geliştiremeyen bu akımı kötülemek, o dönemin en şehvet dolu eleştirilerinin başında geliyordu. İnsanlar “servet düşmanı” olarak damgalanıyor, Sait Faik’in “medar-ı maişet” kavramında bile komünizm görülüyordu. Doğrusu Köy Enstitüleri çok parlak yazarlar üretemese de açtığı çığır biricikti; bu gidişin önünü açan politikalar gerekiyordu. Çünkü hem çobanlık eden hem de Medea oynamak için hazırlanan köy çocuklarından olağanüstü büyük bir düşünsel devrim doğmak üzereydi. Bütün olumsuzluklara rağmen köy enstitüleri on yılda ülkemize çağ atlattı. Karma eğitimin güzelliğini ve başarısını en çok ona borçluyuz. Eğitim yoluyla insanların kurtulacağına dair bilinç Köy Enstitülerinden ötürü tabana yayıldı. Fakat acılar içinde, tüm yazdıklarını saklamak ve kaçırmak zorunda kalan solcuların hayatlarını içinde barındırarak. Yaşar Kemal’in evindeki aramada bir romanı ele geçiren ve yok edenler İnce Memed’e savaş açmıştı ama öbür tarafta Bozkurtların Dirilişi’nin yahut Minyeli Abdullah’ın sırtları sıvazlanıyordu.

ENTELEKTÜEL VERİM

Yüz yıllık tarihimiz içinde romanımızın biçimlenmesinde, bir epope olsa da, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın etkisini anmadan geçemeyiz. Nazım Hikmet bu yapıtında yazar olarak estetik konumunu bir hayli anonimleştirmiş ve söyleyiş derinliğiyle Rus edebiyatına yaklaşmıştır. Özellikle Yevgeni Onegin’e nazire olarak yazdığı bu yapıtta Nazım Hikmet’in tutumu özgündür: İşçi sınıfına ve halka yönelenlerin davranışını belirleyen iki niteliği birden barındırır. Bu nitelikler gerçekçilik ve Puşkin gibi, dili adeta damıtan edebi seçimdir.

Unutulmamalı ki Nazım’la aynı dönemde varlık bulan ve 1930’larda doğan Garip Akımı, Oktay Rifat’la Melih Cevdet’in yalnızca şair değil romancı olarak da ayrıştığı derin bir entelektüel sahadır. Raziye ile edebiyatımızın parlak romanlarından birini yazan Melih Cevdet, yeni diliyle edebiyatımıza bir bomba gibi düşen Birinci Yeni’nin uzantısı olarak yeni romanı da öncelemiş görünmektedir. Üstelik Nazım’ın dilsel yenilik aurasından uzaklarda değildir. 

Nazım’ın hapse atıldığı yıllarda Nazizm ülkemizde gizli bir özne olarak çok iş görüyor ve birçok kişinin benliğinde yer ediyordu. Bu yetmezmiş gibi Sovyetler’in İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa’yı işgal etmesi, dünyayı kana bulayan ırkçılığa karşı solun doğal olarak sahip olduğu haklılığı yok etti. Mehmet Ali Aybar ve sol entelektüeller 1934 Sovyet Yazarlar Birliği’nin yolundan ayrıldı: Avrupa, Frankfurt Okulu’nun yolunda ilerlerken, buna koşut olarak bizim ülkemizde de ikinci yeni kendini ortaya koymaktaydı. Ionescu’nun başını çektiği absürd, Camus ile yürüyen Hiçcilik ve bir nebze “serinlik” içeren Varoluşçuluk bu çağın gözdeleri olarak ortaya çıktı ve bu coğrafyada Vüsat O. Bener, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Adalet Ağaoğlu olarak karşılık buldu.

Nazım’ın bir söyleyiş üstünlüğüne ulaştırdığı Türkçe, Garip’le birlikte tümüyle yeni idi; İkinci Yeni ile benzersiz oldu. Türkçeye olağanüstü olanaklar kazandıran bu girişimler uydurukçuluk gerekçesiyle reddedilse de çok kalıcı ve inanılmaz etkiler taşıyordu. Toplumun dilini kuranların yazarlar olduğunu bundan daha iyi hiçbir şey gösteremez. Bunun karşısında yer alan Doğucu, tutucu, aşağılık kompleksiyle dolu ve “medeniyet” tezleri öne süren romancılığın ne yaptığı ise ortada duruyor: Her türlü şiddet ve saldırganlığı onaylayan, eril tahakkümü dayatan ve düşünmekten kaçınan bir içerikten ibaret olarak, muktedirlerin desteğine rağmen yalnızca kendi kendine propaganda yapan, ergen bir kibir odağı olarak yerinde sayıyor. 

1950’lerden ta günümüze, bütün bunlara rağmen ne oldu? Saldırganlığıyla övünenler, onların dibek dövücüleri ve kibirli akademisyenler unutuldu ama Yaşar Kemal, Suat Derviş ve Nezihe Meriç’in açtığı yol büyüdü, derinleşti.

İkinci Yeni çağında yaşanan siyasal baskılardan ötürü halk gibi yaşayan, halk katmanlarında dolaşan, dilini oradan emanet almış, yeni bir biçim deneyen roman yazarları iyiden iyiye görünür hale geldi. Resim, öykü ve şiirde de yaşanan bu durum benzersizdir: Orhan Kemal, Sevim Burak, Leyla Erbil, Kemal Tahir, Necati Cumalı, Ayla Kutlu ve Attila İlhan bu entelektüel çığırdan türedi: Oradan Pınar Kür, Sevgi Soysal, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Füruzan gibi yazarlar fışkırdı.

Halbuki aynı dönemde sağcılıkla edebiyatı yan yana yürütenlerin örtülü ödeneklerle beslendiği artık bir sır değil. O çağda, solcuların hayal bile edemeyeceği paralar el altında dönüyor, Peyami Safa’nın sol düşmanı tezleri, Necip Fazıl’ın “İdeoloçya Örgüsü” ve “Başyücelik” adını verdiği fikirler dolaşıma sokuluyordu. Fakat ne yapılırsa yapılsın, romanın ideoloçya övgüsünden yahut Simeranya’dan çok, insanla ilgili bir tasarım olduğu düşüncesi anlaşılmıştı. Edebiyat başka bir dille ve yeni bir içerikle kuruluyordu; bu nedenle eski dille ve içerikle yazan herkesi geldiği yere yolladı. Bunlar arasında eski dille yazmadaki gayreti yüzünden öne çıkamayan Abdülhak Şinasi Hisar yer almaz. Zaman bu değerli yazarın hakkını yavaş yavaş teslim etmektedir. Benzer bir yargı, Nahid Sırrı Örik için de geçerlidir. 

NİTELİK VE NİCELİK

1970’li yıllara gelindiğinde sol kitleselleşmiş ve entelektüel açıdan bir çözülme eğilimi taşımaya başlamıştı. İdeoloji ile felsefeyi birbirine karıştıran, bilimsel düşünceyi ezber etmeye çalışan bu yeni yığınsal kültür, lidere tapınmacılığı sol kültüre sokan ataerkil yapılardan gücünü aldı. Solun yenilikçi karakteri, sokak çatışmalarından ötürü tutuculuğa ve nefret söylemine kaymış, hem inanılmaz ölçüde yeni hem de yanında durulamayacak kadar geri sol görüşler bir arada yaşamaya başlamıştı. Sanat görüşü çoğu insan için politikanın aparatı olan metinler yaratmaktan ibaretti. Jdanov ve Mao’nun edebiyat tezleri revaçtaydı. Sosyalist gerçekçilik denince metinde sosyalist olmayı zorunlu olarak gören bir mantık esastı. Bunu toplumcu olmak, edebiyatı toplumun aynası olarak görmek biçiminde okuyanlar da vardı şüphesiz; fakat Hegelyan tezlerle Stalin’i destekleyen, toplumsal gelişme ile karakterin yaratılmasını başat gören Lukacs’ın görüşleri nedeniyle, sorunu edebiyatın içinden tartışmak mümkün olmadı. Edebiyatın üzerinde siyasetin ve felsefenin gölgesi hep durdu. Türkiye’de okur daha çok ulusal savaşların anlatıldığı, zevk çözülüşünü işaret eden bir seçimle baş başa kaldı. Sayısal olarak çoğaldıkça, beğeni bakımından kaybeden kitleler ortaya çıktı. 

Buna karşılık, tüm dünyada sol, iktidarı yitiriyordu. Doğruya doğru: Çin dünyanın tanıdığı en vahşi kapitalist ülkelerden biriydi artık, Kuzey Kore, Laos ve Kamboçya utanç verici bir sol deneyim yaşamış, Ortadoğu ve Afrika’daki sol hareketler umutsuz girişimler olarak terk edilmişti. Latin Amerika entelektüel açıdan bir temsil yeterliliği kazanamamıştı. Bu durum, edebiyat değerlendirmesi yapılırken neden Avrupa merkezli bir yerde durmak gerektiğini açıklar: Lukacs kaybetmiş, Brecht ve Frankfurt Okulu’nun izinden gidenlerse yeni bir entelektüel zemin yaratmışlardır.

OBJEKTİF DURUM

1980’den sonra Türkiye metropolleşti; hayatlar iç içe geçti, şortlu bir genç kızla fanatik İslamcı metroda karşılaşmaya başladı. Bu durum her şeyin normalize olmasını sağlayabilirdi ama tam tersine çelişkileri arttırdı ve hayatları birbirinden kopardı. Edebiyatı propagandadan ibaret sayan görüşlerin hepsi, ötekileştirici metinlere sığınarak tebliğ alanına çekildi ve edebiyatı terk etti. Oysa 1980’den beri edebiyat sürekli yenileniyor: Ülkemizde korku romanından polisiyeye, fantastik edebiyattan tarih romanına kadar her şey yeni. Oysa geleneksel yapılar eskiyi tamamen eski yöntemlerle yineliyor: Aynı eril söylem ve zorbalığa övgü. Bunun adı roman oluyor. Öyle anlaşılıyor ki geleneksel yapılar için edebiyat yok artık. Egemen ideoloji, şehirlerdeki hayatın estetik dolayımından kavranmasını engellemeye başladı. Düşünürse dinden çıkacağını, aklından geçirirse eşcinsel olacağını ya da “deşelerse” kanıbozuk bir fitnenin parçasına dönüşeceğini sananlar için sanat gönül rahatlığıyla içinde dolaşılacak bir alan değil. Bu durum romandaki gelişimin bir eski-yeni buluşması biçiminde yaşanmadığını gösteriyor. Günlük yaşamımız, yeni romanın, eskiyle asla bağdaşmayacağını gösteren ip uçlarıyla doludur.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında maalesef olanlar bunlardan ibarettir.

*Yazar