Trumpizm ve 2030’lar…

Mikro ölçekte; ne okul aile birliğinde, ne işte, ne akademide kimse iktidarını bırakmak istemiyor, görüyor, yaşıyoruz. Makro ölçekte ise siyasette Trumpizmin bütün dünyadaki temsilcilerinin iktidar hırsı birçok ülkeyi şekillendiriyor. 70 milyon kişinin bir deliye her şeye rağmen oy vermesi de, bu hırsa meşru arka plan sağlıyor elbette, tıpkı başka ülkelerde olduğu gibi…

Azmi Karaveli azmikaraveli@yahoo.com

Trump o kadar kestirilemez bir deli ki, aslında kurumsal ve geleneksel ABD politikalarını temsil eden ve rekor bir oy sayısıyla gelen Biden, bütün dünya açısından ehvenişer olarak kabul gördü. Olacaksa, baskıcı rejimler hemen gitsin istiyoruz. Bu da elbette ciddi bir açmaz yaratıyor. “Yerine kim gelirse (Hoş bizim için hâlâ o kadar uzak bir hayal ki) gelsin, yeter ki gitsin” talebi, birçok coğrafyada siyasete yön veriyor. Giden geleni aratıyor oysa zaman zaman… Uç örnek olarak Libya’da, Irak’ta değişimler sonrası yaşananlar ortada, keza İngiltere’de, ABD’de son yıllarda yaşananlar dünyanın ne derece saçma bir noktaya evrildiğini gösteriyor. Demokratik sistem süreçleri gittikçe tıkanıyor, pandemi sürecinde yönetimsel yalpalamalar bu gerçeği daha da hızlandırıyor.

Türkiye olarak yanına dahi yaklaşamadığımız geleneksel demokrasi kavramı, parlamenter sistem günümüz ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak hale geldi. Beğenin beğenmeyin ama uzak görüşlülüğüne saygı duymamız gereken Winston Churchill’in, 11 Kasım 1947’de Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmasında “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir, bugüne kadar denenen diğer bütün yönetim şekilleri hariç tutulursa” demişliği vardır. ABD seçimlerinde iktidarı bırakmak istemeyen ve hayatımıza Trumpizmi armağan eden ve abartı bir oy almayı başaran bir adam ve onun dünyanın dört bir yanına yayılmış, demokrasiyi teferruat olarak gören takipçileri, bize önümüzdeki dönemde yaşanacak daha derin yönetim krizlerinin de habercisi aslında.

Bizden çok taze bir örnek vermek gerekirse Ekonomi Bakanı’nın aslında rüyalarına girmesi gereken dövize “bakmaması” bu açıdan önemli itiraftır, “takmıyorum ben sizi” diyor özünde muhterem bakan. Başka bir ülkede nadir görülebilecek bir şuursuzluk olsa da, kendi kendini deşifre etmesi, iktidarın özgüvenini, ona karşı hesap sorulamazlığı göstermesi açısından anlamlıdır. Türkiye’de iktidarın gözümüze her daim soktuğu bu kudret şerbeti ile seçim sonuçlarını kabul etmek istemeyen Trump’ın iktidar hırsı aynı potada birleşiyor. Türkiye medyasında, Trump’tan çok Trumpçı olan yayınları, haberleri hepimiz gördük. Çünkü ne derlerse, ne yaparlarsa yapsınlar, ne itiraf ederse etsinler iktidarın olduğu her yerde kimse koltuğunu bırakmak istemiyor. Bu neredeyse bütün dünya tarihi boyunca geçerli bir olgu. Teorik çerçevesi en klasik biçimiyle Machiavelli tarafından formüle edilen yaklaşıma göre, iktidarseviciler için tek değerli ve taviz verilmeyecek olan şey iktidarın sürekliliğidir. Halk, yönetim şekli ve yasalar gibi birçok temel konu bu anlamda detaydan ibarettir. İktidarın varlığını korumak ve yüceltmek için her şey mubahtır, kullanılabilirdir ya da feda edilebilirdir. Günü değil geleceği kurtaracak iklim değişikliği, çevresel felaketler gibi konular uzun vadeli yatırımları gerektirdiği için iktidar odakları açısından makbul değildir elbette. Çünkü bugünün seçmeni hemen, bir an önce somut ilgi ve alaka bekler. Bizden örnek vermek gerekirse deprem için devletin uzun vadeli strateji geliştirmesini talep etmek yerine, insanlar üç kuruşluk eşya yardımına hemen tav olabiliyor, bu da insan doğası gereği anlaşılabilir olsa gerek, ancak hal böyle olunca da yaşanan bu kısır döngü bir türlü kırılamıyor.

David Runciman 2014’te yazdığı Politika kitabında “hızlı değişimlerin yaşandığı ve küresel bağlantıların arttığı bir zamanda felaketle flört etmek, onunla hiç beklemediğimiz anda yüz yüze kalma riskini taşır” der. Aradan geçen 7 yılın ardından gördük ki dünya, pandemi felaketinde alenen çuvalladı, sağlık sistemi çöktü, sosyal devlet kavramı nostalji olarak kaldı. Bugün geleceğe yatırım gerektiren felaket senaryolarının, bilimkurgu hikayelerinin yavaş yavaş gerçeğe evrildiğini, küresel bazda krizden krize savrulduğumuzu görüyoruz. Trumpizm de bu küresel krizin önemli bir parçası. Mikro ölçekte; ne okul aile birliğinde, ne işte, ne akademide kimse iktidarını bırakmak istemiyor, görüyor, yaşıyoruz. Makro ölçekte ise siyasette Trumpizmin bütün dünyadaki temsilcilerinin iktidar hırsı birçok ülkeyi şekillendiriyor. 70 milyon kişinin bir deliye her şeye rağmen oy vermesi de, bu hırsa meşru arka plan sağlıyor elbette, tıpkı başka ülkelerde olduğu gibi… Bu hatırı sayılır rakam, ister istemez “galiptir bu yolda mağlup” da dedirtiyor ve insanı ürpertiyor.

Bu noktada insanlığın; ne günümüz, ne de gelecek ihtiyaçlarını karşılamaya yeten, mevcut küresel düzenin daha fazla sürdürülemez olduğu, katılımcı ya da tam tersi yapıda, yeni bir sisteme ihtiyaç duyulduğu, istesek de istemesek de bir gerçek olarak karşımızda. Yeni gelecek alternatif (ya da mevcut -izmlerden birinin) sistemin dünyamıza daha fazla kaos mu getireceği, distopik filmlerde sıklıkla karşımıza çıkan daha otoriter bir yapı mı sunacağı, her şeyin güllük gülistanlık mı olacağı gibi soruların cevabını muhtemelen, fütüristik referansların verildiği o ünlü 2030 yılında göreceğiz.

Tüm yazılarını göster