Pavyon: İma ve vaat

Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin farklılaştığı, cinselliğin genelde şarkı sözlerindeki imalar ve konsomatrislerin beden dillerindeki, sahnede müşterilere sokularak bel kıran dansçıların terli göğüs dekolteleri ile kalça hareketlerindeki vaadlerle sınırlı olduğu mekanlara farklı muamele göreceği beklentisi ve hatta inadıyla gelen müşteri hayal kırıklığına uğrayacaktır.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

Yönetmenliğini Sami Öztürk’ün, yapımcılığını ise Enver Arcak’ın üstlendikleri Pavyon belgeselini bazılarınız izlemişsinizdir. Behzat Ç. dizisi ve aynı zamanda elektro saz eşliğinde yerinden hoplatan Angara havaları başkenti çoktandır alaycı fakat mütecessis bir ilginin merkezine taşımıştı. Boğaz’da süzülen gezi teknelerinde ve hatta hanım sultanların adına inşa ettirilen yalılardaki sosyetik düğünlerde bile “Angara’nın Bağları” icra edilip parmak şaklatılmadan edilemiyordu. Bilinçli icra edilen bu taşralı maskaralık neşe veriyordu metropol sakinlerine. E tabii sonra elit yaşamlarına dönüp taşra irisi şehir hakkında atıp tutmaya devam ediyorlardı. Şehrin halihazırdaki yerel kültürünü temsil eden, suni (elektro) bağlama nağmeleri eşliğinde arka arkaya dizilen yaveler, yani müstehcen, matrak ve absürt şarkı sözlerinde Ankara’nın kuzeyinde doğup zengin muhitlere doğru büyümüş, şehrin alametifarikası olan pavyonlar esas karakterdiler.

Sami ile Enver, çoğu kişinin kültürel olarak çok uzağına düşmelerine rağmen iştahlı bir merak duydukları bu mekanlara kafalarını uzatıp bakma cesaretini gösterdiler. Bununla da kalmayıp, çalışanlar ve müşterilerin mahremiyetine sokulabilecek kadar güvenlerini kazandılar. Kameranızı herhangi bir yükseltiye yerleştirip rastgele kayıt yapsanız bile sosyal medyada izleyici rekoru kırabileceğiniz bu mekanların inşa ettikleri alt kültürü, sansasyon yaratma çabasının ötesinde bir merakla, anlama gayretiyle izlediler ve şimdi de izletiyorlar.

Orta Anadolu’nun oturak alemleri, sazlı-sözlü eğlenceleri, ferfene toplantıları, köçeklik geleneği meşhurdur ve çok eskiye dayanır. Türkan Şoray’ın başrolünü oynadığı, Sabahattin Ali’nin bir hikayesinden senaryolaştırılan Gramofon Avrat, Konya’da oturak alemlerine gidip göbek atan genç, güzel bir kadının hüzünlü hikayesini anlatırken, yörenin erkekçe eğlence anlayışının hikayesini de anlatıyordu.

Modern bir Batılı başkente benzesin diye epey çaba harcanan Ankara’nın sazlı-sözlü, içkili, oyun havaları eşliğinde dönenmeli eğlence kültürünü kazıyıp atmak, onu Orta Anadolu taşrasından çekip almak tam anlamıyla mümkün olamadı hiç. Bağlarda, bahçelerde, su kenarlarında, derme çatma bağevlerinde ortaya çıkan gelenek Cumhuriyet’le birlikte Çankırı Caddesi, Cebeci, Bent Deresi, İsmetpaşa gibi semtlerdeki, adına o zamanlar bar denen mekanlara taşındı. Bu mekanlara Nil, Tabarin gibi modern isimler verilse de sunulan hizmet çok farklı değildi. Müdavimlerinin “Macar katanası gibi” diye tarif ettikleri Macar konsomatris ve garsonların hizmet verdikleri bu barlar, Orta Anadolu muhafazakarlığından nasibini fazlasıyla almış Ankara’da kamusal alanın kadınsızlığını, “başkasına ait olan” ve namus/ahlak anlayışı farklı olan bir kültüre mensup Avrupalı kadını arzu nesnesine dönüştürerek telafi etmeye yarıyordu. Özellikle şehri mamur etmek için davet edilmiş yahut görevlendirilmiş, bekar veya ailesinden uzakta memur, siyasetçi ve sanatçılarla dolup taşıyordu bu mekanlar.

Bar denilerek kibarlaştırılıp mutenalaştırılmaya çalışılan pavyonlar yıllar içinde asıllarına rücu ettiler. Bölüne bölüne çoğaldılar. Bulundukları semtlere ve müdavimlerinin sınıfsal konumlarına bağlı olarak, dekorasyon, personel, repertuvar, şov, menü ve tabii fiyat bakımından çeşitlendiler. Mahallenin yaşlı kadınları, “bara, saza dadanan” oğullarına, damatlarına ilenirlerdi ben çocukken. Hele bu adam, ailesinin rızkından kestiği parayla oralardan bir de “dost tutmuşsa” çatkılar sarılırdı başlara ve bir araya gelinerek bir hal çaresi düşünülürdü kara kara. Pavyondan “kadın çıkaran” erkeklerin namus ve ahlak anlayışı da tartışma konusu edilirdi. Bunun da bir çeşit sevap olduğunu iddia eden birkaç çatlak ses hemen susturulurdu. Yeşilçam’ın da sevdiği bir temaydı konsomatris veya pavyon şarkıcısı ile müşterinin aşkı, onay görmeyen evliliği. Tövbekar olmak “geçmişin günahlarını affettirir mi?” sorusu etrafında örülürdü bu filmlerin hikayeleri.

Osman Özarslan’ın Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik adlı kitabını okuyup, üstüne bir de Pavyon belgeselinin karakterleriyle tanışınca, nüfuz etmesi neredeyse imkansız bu alt kültürün dinamiğini, ne tür taleplere karşılık geldiğini, buralarda cinsiyet rollerinin, sınıf ilişkilerinin, hiyerarşinin nasıl kurulduğunu, bu mekanların ekonomi-politiğini büyük ölçüde idrak ediyorsunuz. Tabii Şenay Yılmaz ile birlikte pavyon kuaförlerini dolaşarak yaptığımız görüşmeler de bu konuda ufuk açıcıydı. Özarslan’ın bir “erkeklik müzayedesi” diye tarif ettiği erkeklik performansının, her yaştan bir erkek kalabalığı tarafından icra edildiği yerler pavyonlar. Fakat sanılanın aksine, eril tahakkümün, şiddetin alışıldık biçimlerde işlediği yerler değil. Buralar, çoğu zaman konsomatrisler/şarkıcılar, müzisyenler dahil çalışanların iktidar kurdukları ve kuralları belirledikleri yerler. Ama tabii iktidar iktidardır. Zorbalık, korku, rıza, çıkar ilişkileri, müzakere içerir. Müşterinin sınıfsal konumu, statüsü ona yönelik muameleyi bir ölçüde farklılaştırsa da racona aykırı davranışların, hatta bu yöndeki girişimlerin bile affedilmediği bir mekandır pavyon. Bir konsomatrisin tabiriyle “Müşteri içer para verir, konsomatris içer para alır”. Hatta daha çok, müşteriye ayık kafayla daha çok ısmarlatabilmek için içermiş gibi yapar. Müşteriye ödettiği hesapla itibar ve para kazanan konsomatrisler pavyonların belkemiğidirler. “Midemi pazarlıyorum” diyen konsomatrisin ipucunu verdiği pavyon kaidelerinden bir diğerini “Bizim sermayemiz kadın değil, bizim sermayemiz içki, yalan satmak” diye hatırlatır bir başkası. Müşterilerle yatmadıklarını, ola ki yatarlarsa bunu kendi rızalarıyla yaptıklarını sık sık vurgulayan bu kadınlar kendilerini seks işçilerinden itinayla ayırırlar. Onlara bazen acıma, bazen de iğrenme hissiyle yaklaşırlar. Genel ahlakın değer yargılarına yaslanarak kendileriyle ilgili olumsuz imajdan arınacaklarını düşünmektedirler belki.

Hovarda Âlemi - Taşrada Eğlence ve Erkeklik, Osman Özarslan, 176 syf., İletişim Yayınları, 2018.

Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin farklılaştığı, cinselliğin genelde şarkı sözlerindeki imalar ve konsomatrislerin beden dillerindeki, sahnede müşterilere sokularak bel kıran dansçıların terli göğüs dekolteleri ile kalça hareketlerindeki vaatlerle sınırlı olduğu mekanlara farklı muamele göreceği beklentisi ve hatta inadıyla gelen müşteri hayal kırıklığına uğrayacaktır. Gece aleminin hoyratlığına, erkekler dünyasının tekinsizliğine racona uyum göstererek dahil olan konsomatrisler, şarkıcılar, dansçılar erkeklik performansının bir parçası olurlar çalışma saatleri boyunca. Kendilerine “ameliyatçı”, “kaşar”, “kasap” gibi isimler takan kadınlar, “mekancı” dedikleri müşterilerin “dükkan” dedikleri pavyona kandırılmaya, avutulmaya, pohpohlanmaya geldiklerini bilirler. “Halkla ilişkiler uzmanı ve psikolog gibi” çalıştıklarını söyleyen bu kadınlara ne zaman yaptıkları işin riskleri sorulsa “Ben onu s.ker gönderirim. O bunun farkında değil” ve benzeri şeyler söylemeleri bu dehşet dengesini koruma refleksi gibi görünür. Müşteri soyulup soğana çevrilme, hatta dayak yeme riskine rağmen talepkar; konsomatris, takıntılı müşterilerin, acımasız patronların, belalıların müsebbibi oldukları ve bazılarının yüzlerinde taşıdıkları faça izlerinden okunabilen dehşet hikayelerine rağmen mekanın kuralları ve pavyonculuğun raconuna güvenerek mağrur ve özgüvenlidirler. Kadınları evlerinde, kuaförlerde, sokakta takip edip bela olan erkekler az değildir oysa. Taksici işte biraz da konsomatrisi, dansçıyı bunlardan koruyup sağ salim evine ulaştırmaktan sorumludur. İlişkinin profesyonellik sınırlarını aşıp aşmayacağına ortak karar verilir. Yahut koşullar belirler bunu. Pavyon çalışanı kadın için güçlü görünmek, meydan okuyucu olmak, küfrün bini bir para olan, cinselliğin edepsizce dile dolandığı bir jargona başvurmak kendini korumanın bir yoludur. Erkeksi, cinsel olarak atak görünen kadın erkeklerde korku yaratır. Beklenmediktir. Toplumsal onayın dışına kaçmış, feleğin çemberinden geçmiş bu kadın tipi müşterilerin “dışarıdaki” hayatlarında çoğunlukla yer bulamaz. Bu yönüyle pavyon, Foucault’nun öteki mekan dediği, geçicilik mentalitesiyle tarif edilebilecek bir kaçış, bir haz mekanıdır. Yarı çıplak bedenlerin, esrik bir müziğin, alkolün ve hatta uyuşturucunun biçim verdiği karnavalesk bir mekan. Bazen de müşteri talebine bağlı olarak mazbut, müşfik görünmelidir kadın. Ağır abla olmalı, eşlikçi olmakla yetinmelidir. Konsomatris tecrübeliyse müşteriyi ilk bakışta göz terazisinde tartar ve nabza göre şerbet verir.

Pavyon konsomatris ve müşteriden ibaret değildir elbette. Başta bahsettiğim ve Ankara’nın kadim seymen kültürü nezdinde yozlaşma olarak algılanan oyun havaları ve hepsi birer sahne amiri gibi müşteriyi, dansçıyı yönlendiren, zapturapt altına alan müzisyenleri anmadan pavyon kültüründen söz edemeyiz. Bu kültürün izini buralarda çalınıp söylenen şarkıların/türkülerin sözlerini, ritmlerini takip ederek sürebiliriz. “Ali Dayı, Ali Dayı bir gecede yedin tarlayı” nakaratında ete kemiğe bürünen pavyon ekonomisi, adı anons edildikten sonra alemin en çekici, en popüler kadınıyla, en kıvrak namesi eşliğinde, hemcinslerinin kıskanç nazarlarını üzerinde hissederek, saz üstadının gönendirici yahut sarakaya alan dokundurmalarını işiterek oynayabilmek hevesi üzerine kuruludur. Ve tabii bir de müşteriye kendisini güçlü, cazip ve sevilesi hissettiren, ihtiyaca göre arzu ya da şefkat iması ile diğerlerinden farklı muamele göreceği vaadi üzerine…

Tüm yazılarını göster