Mülteci mahallesinde birkaç saat

Önder Mahallesi’nin mülteci nüfusu kısa süre içinde bu kez de Altındağ ve Mamak dışında bir semte yerleştirileceklerdi. Onları istemeyenler sadece fiziksel olarak yakın yaşadıkları semt sakinleri değil biliyorsunuz. Mahalledeki birkaç saatlik tecrübemizi aktardığımız aile büyüklerinden biri, çelişkili bir ifadeyle, birçok kişinin ortak hissini dile getiriyordu: “Yazık tabii ama hiç de acımıyorum onlara.”

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

Geçtiğimiz hafta, Ankara’da Suriyeli mültecilerin yıllar önce yerleştirildikleri Altındağ’daki Önder Mahallesi’ne gittik. Daha önce oğlum küçükken, aynı rota üzerinde bulunan ve Altındağ Belediyesi tarafından yapılan bir tema parkına, Altın Köy’e gitmek için belediye otobüsüyle transit geçmiştik bu mahalleden. O zaman çok daha kalabalıktı ve semt hakkında hiçbir fikriniz olmasa da, dükkân tabelalarının Arapça olması, sakinlerinin kılık kıyafetleri burasının mültecilerin yaşam alanı olduğunu anlamanızı sağlıyordu. Acı, fakat orası da, eğlenceli değilse de, ilgi çekici bir tema parkı gibiydi gelip geçenler için. Altındağ dışından gelen yolcuların gözlerini nasıl da merak ve çoğunlukla memnuniyetsizlikle pencerelerden görünen manzaralara çevirdiklerini hatırlıyorum.

Bu kez bir orta yaşlı kadın ve bir orta yaşlı erkek, hedef gözeterek gitmek istedik semte. İstedik, diyorum çünkü ne bizi götüren taksici bu mahalleyi tam olarak biliyordu, ne de biz nasıl gideceğimizi tarif edebilecek durumdaydık. Hal böyle olunca, Karapürçek’e kadar yollandık. Yol boyu taksicinin mülteci sorunu hakkındaki fikirlerini dinlemek durumunda kaldık. Mültecilere “acımamak gerektiğini”, çünkü “Yenidoğan’lıları kovarak Altındağ’a yerleştiklerini” iddia ediyordu. Duyan da, iltica eden herkes semt semt dolaştırılıp “seç, beğen, al” deniyor sanacaktı.

FİZİKSEL MESAFELER KISAYSA DA KÜLTÜREL MESAFELER UZUN

Karapürçek’e varınca, herhangi bir semt sakinine mülteci mahallesine gitmek istediğimizi beyan ederek adres sormanın yaratacağı tepkiyi kestiremediğimizden, semtin kentsel dönüşüme teslim olmuş bölgelerinde yabancılığımızı belli etmemeye çalışarak dolandık bir süre. Kent sosyolojisiyle ilgilenen biri olarak, metropol denilemeyecek, mesafelerin çok da uzun olmadığı bir şehrin yeni gelişen veya farklılaşan semtlerinin tümünü henüz keşfetmemiş, orada yaşayanlarınkiyle kendi Ankaramı kıyaslama çabasına girmemiş olmama hayıflandım. Fiziksel mesafeler kısaysa da, kültürel mesafeler uzun malum.

Birbirine benzer çok katlı siteler tek veya birkaç katlı, yıkıldı yıkılacak evlerin sağında solunda çalımla yükseliyordu burada da. Evlerinin bahçesinde yetiştirdikleri bir avuç zerzevatı, kurutulmuş otu, çığırtkanlık yapmadan satmaya çalışan yorgun, dalgın ihtiyarlar o tek katlı evler kadar yıpranmış ve beklentisiz görünüyorlardı. 100 metre ötedeyse yürüyüş yolları, plastik oyuncakları, güvenlik görevlileriyle nizami parklar, geniş caddeler, zincir marketler, küçük avm’ler kentsel dönüşümün mütemmim cüzü olarak yerli yerindeydiler. Altındağ’a doğru yol aldıkça devasa bir kampüsün bir vakfa ait erkek lisesi olarak hizmet verdiğini görmek şaşırtıcı geldi. Şaşıracak ne vardı halbuki. Karma eğitim çoktan sorgulanmaya ve dönüştürülmeye başlanmamış mıydı? Kadın üniversiteleri gündeme getirileli epey olmamış mıydı?

'MÜSAİT BİR YERDE İNECEK VAR'

Öyle şaşkın şaşkın dolanmanın anlamsızlığını fark edince, bari yolu bir dolmuş şoförüne soralım dedik. Şoför homurdanarak bir yerleri işaret etti. Fakat biz daha neresi olduğunu anlayamadan umursamazca gazlayıp gitti. Aynı tepkiyi bir esnaftan da aldık. Semt sakinlerinin ve esnafın mülteci mahallesi ve sakinleri hakkındaki yargılarını tahmin etmek zor değildi bu tepkilere bakarak. Nihayet aklıma mültecilerle çalışan sivil toplum örgütünden bir arkadaşımı aramak geldi. Onun yönlendirmesiyle ve navigasyon yardımına da başvurarak Ankara’nın Küçük Halep’ine doğru yol aldık. Epey uzun olan rotamızda sokağın hâkimi erkek nüfustu. Özellikle de çarşı içindeki meydanlıkta. Anlayamadığım bir sebepten bir araya gelmiş dörtyol ağzındaki bu refüje rahatça yerleşmeleri yadırgatıcıydı.

Fotoğrafta gördüğünüz alışveriş merkezleri dışında küçük esnafın hakimiyetindeki çarşı içinden yürürken sağımızdan solumuzdan geçip gidenlerin kulağımıza çalınan sohbetleri hep hayat pahalılığından dem vuruyordu. Önder Mahallesi’ne yaklaştıkça çöp konteynırlarının içine kadar girip işe yarar bir şeyler arayan mülteci ailelerin sayısı artmaya başladı. Fakat ilginç olan, bir marketin önündeki konteynırdan sağlam kalan maydanoz ve marul yapraklarını toplayıp temiz bir poşete dolduran iyi giyimli, genç bir erkeğe rastlamamızdı.

Yolun düşündüğümüzden uzun olduğunu fark edince kendimizi kalabalık bir dolmuşa attık. Yine aynı tedirginlikle dolmuş ahalisinden birine veya şoföre Önder Mahallesi’nin nerede olduğunu sormaktan imtina ediyorduk. Nihayet yakınımda duran genç bir kadına adeta fısıltıyla “Önder Mahallesi’nde ineceğiz de, oraya gelince haber verir misiniz?” deyiverdim. Der demez de, fısıltımı duyacak mesafedeki herkesin bakışlarını üzerimde hissettim. Dolmuş mahalle sınırları içine girdiğinde muhatabım, “Tam olarak nereye gitmek istiyorsunuz ki orada?” diye sordu. Yanıtını bizim de bilmediğimiz soruya cevap veremeyince, mahalleye girdiğimizi, herhangi bir yerde inebileceğimizi söyledi. “Müsait bir yerde inecek var” sözünü duyan dolmuş şoförü, o güzergahta bu komutu ilk defa alıyormuşçasına, zınk diye durup arkasına baktı. Bu kez tüm dolmuş sakinlerinin şaşkın bakışları eşliğinde kendimizi apar topar dışarı attığımızda, arka pencereden üzerimize çevrilen meraklı başlar tedirginliğimizi biraz daha arttırdı.

KÜÇÜK HALEP

Sağlı sollu sıralanan ve konut alanlarını barındıran sokaklara kaçamak bakışlar atıp, mahremiyeti ihlal etmemeye çalışarak semtin kalbine doğru hızlı hızlı yürüdük. Çarşıya doğru ilerledikçe kalabalık arttı. Daha çok erkeklerden oluşan kalabalık, Ramazan ayı olması sebebiyle yiyecek-içecek alışverişi yapıyordu. En çok da meyan kökü şerbeti olduğunu tahmin ettiğim poşetler içindeki sıvı içecek, Şam tatlısı ve adını bilmediğim şerbetli tatlılar, hurma, kuruyemiş ve çeşitli hamur işi… Daha genç erkekler dükkân önlerinde, duvar diplerinde oturup güneşleniyor, sohbet ediyorlardı. Kadınlar bir arada veya çocuklarıyla dahil olmuşlardı çarşı kalabalığına. Tek başına bir kadına rastlamak zordu. Sekiz-on dükkândan oluşan çarşıda en çok bakkal, tatlıcı, aşevi tarzı lokantalar ve erkek berberi vardı. Çocuklar dahil erkeklerin saç modellerinin birörnekliği ve abartılı özeni, bu kadar çok berberin kısacık cadde üzerinde sıralanmasının sebebini açıklıyordu.

Bir karşılaşma imkânı olsun ve oradaki yadırgatıcı varlığımızı meşrulaştırsın diye bu dükkanlardan bazılarına girip alışveriş yapmaya karar verdik. Çocuklar ve birkaç genç erkekten başka Türkçe bilen yoktu ve bilenlerin bir kısmı da çat pat konuşabiliyordu. Dükkanlarda bize çocuklar tercümanlık ettiler. Neşeyle ve işe yaramanın getirdiği bir gururla yapıyorlardı bunu. Çocukların aksine genç ve yaşlı erkek esnaf bizimle göz teması kurmuyor, siparişleri aceleyle ve adeta orada bulunmamıza anlam veremeyerek hazırlayıp uzatıyorlardı. Öyle olmadığımız halde başka hiçbir ortamda olmadığı kadar Beyaz Türk hissetmemize sebep olan bir mesafe vardı aramızda.

'ABLANIN HATIRI İÇİN'

Arap mutfağından otantik tatlılar ve meşhur şekerlemelerle dolu poşetler elimizde aynı hızlı tempoda mahallenin Siteler’e bağlandığı sınıra doğru yürürken ağzımızı bıçak açmıyordu. Biz sağa sola kaçamak bakışlar atarken, duvarları bel vermiş evlerin etrafında yükselen molozlar, binaların bahçelerinde oturan kalabalık nüfuslu aileler, işsiz gençlerin toplandıkları sokak köşeleri ve sokakta oynayan çocukların görüntüleri sağımızdan solumuzdan hızla akıyordu. “Bi bakıp çıkmış” gibi olduğumuz Önder Mahallesi’nden kalan imgeler arasında en etkileyici olanlar, kırık bir Türkçeyle “ablanın hatırı için” diyerek poşete fazladan çörek atan ve parasını almamakta direnen genç fırıncı çırağı ile gezmeye çıkardığı bebeğine değil de kendisine el salladığımızı sanıp neşeyle karşılık veren babaydı. Bir de sokağa girmemiz ile çıkmamız arasında geçen yaklaşık 45 dakikalık sürede yüzlerde beliren merak ve endişe… 

Ertesi gün soruşturup öğrendiğimize göre, çalışabilecek durumda olanların çoğu Siteler’deki mobilya atölyelerinde çalışan Önder Mahallesi’nin mülteci nüfusu kısa süre içinde bu kez de Altındağ ve Mamak dışında bir semte yerleştirileceklerdi. Taşınmak için onlara ikişer günlük süre veriliyordu. Görünen gerekçe semtin kentsel dönüşüme gireceğiydi. Nitekim, yol boyu gözümüze ilişen molozlar, yarı yıkık binalar ve onların hemen gerisinde yükselen heyula gibi inşaatlar bunu gösteriyordu. Fakat asıl gerekçe artık bu semtlerde istenmemeleri olsa gerek. Onları istemeyenler sadece fiziksel olarak yakın yaşadıkları semt sakinleri değil biliyorsunuz. Mahalledeki birkaç saatlik tecrübemizi aktardığımız aile büyüklerinden biri, çelişkili bir ifadeyle, birçok kişinin ortak hissini dile getiriyordu: “Yazık tabii ama hiç de acımıyorum onlara.”

Bizim bu kısa, etkileyici ve neredeyse turistik maceramız çok yüzeysel bir ilişkilenme oldu. Başta dil olmak üzere aramızdaki sayısız bariyer, önyargılar, korkular da bu iletişimsizliği çoğalttı. Fakat hiçbir şey olmadıysa da bir şey oldu bize bu geziden sonra. Karşılaşmada keramet var. Mahalleyi daha yakından tanımış, sakinleriyle söyleşmiş genç bir araştırmacının, Sezen Savran Penbecioğlu’nun ‘Küçük Halep’ Büyük Umutlar, Ankara Altındağ’da Suriyelilerin Gündelik Yaşamı ve Mekânı (İdealkent Yayınları) başlıklı kitabında yer verdiği izlenimlerini yakında paylaşacağımı da ekleyerek bitireyim.

Tüm yazılarını göster