Marina Abramovic ile hiçlikten birliğe

Marina Abramovic, İstanbul seyircisine seslenirken performans sanatının entelektüel bir şey olmadığını anlatıyor. Performans sanatı, duygularla ilgili; hepimizin dertleri üzüntüleri var ve aslında hepimiz yalnızız, diyor. Bunu bildiğiniz zaman insanlara dokunabilir ve onların hissetmesini sağlayabilirsiniz. Marina’nın performanslarını izlediğinizde tam olarak olan da bu...

Irmak Özer heyirmako@gmail.com

“Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir hiç ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.”

Şems-i Tebrizi

Bir insan neden korkar? Acı çekmekten, canının yanmasından, ölümden... Bu korkularla hiçbirimiz yüzleşmek istemeyiz haliyle; ne aşk acısı çekelim, ne yere düşüp dizimizi kanatalım, ne ciddi hastalıklarla boğuşup korkular içine düşelim... Kim hoşlanır ki bundan?

Performans sanatçısı Marina Abramovic, mutluluk, aşk ve sevgi gibi duyguların insana değişik kapılar açmadığını ve sadece bulunan modu yükselttiğini söylüyor. Halbuki acı, bu kültürün insanları olarak (jiletler hazırsa) biliriz ki, değiştirir, büyütür. Marina Abramovic, değişime, başka bir kafa yapısına geçmeye merak duyan bir sanatçı ve yaralı bir ruh olarak, fiziksel acının sınırlarını sonuna kadar zorlar. İşte o sınırı geçtiğinde artık acıyı hissetmezsin ve kendini huzurlu, dingin ve özgür hissedersin, diye anlatır performanslarının amacını.

Duygusal ve fiziksel acılarıyla kalabalıkların önünde yüzleşen, imkansız diyeceğiniz derecede fiziksel dayanıklılık gösteren, insanların eline kendini öldürme fırsatı vererek, sadece karşısındakine olan güvene dayanarak kalbine bir ok doğrulmasına izin verip ölümle yüzleşen “korkusuz bir ölümlü”

Abramovic. Bu efsanevi performans sanatçısı, 50 sanat yılını doldurmuşken seçili performans arşivi, sergi için özel olarak seçilen ve Marina Abramovic Institute (MAI) tarafından eğitilen genç performans sanatçıları ve biz seyircilere sunacağı deneyim alanı ile bugünden itibaren İstanbul’da, Sakıp Sabancı Müzesi’nde.

EDİLGEN BİR OBJE OLARAK BENLİK

Komünist Yugoslavya’da yüksek rütbeli partizan bir çiftin çocuğu olarak dünyaya gelen Marina Abramovic, ülkesinde ailesinin rütbesi sebebiyle oldukça ayrıcalıklı olmasına rağmen, özellikle annesi ile sorunlu ilişkisi sebebiyle zor bir çocukluk ve gençlik geçiriyor. Bir türlü gösterilemeyen sevgi, ilgisizlik, yasaklar, kızgınlık Marina’nın içine işliyor. Annesiyle sorunlu ilişkisinin yaşattığı hayal kırıklıkları, üzüntüler, Marina’yı çocukluktan beri sevdiği ve kendine bir yol aradığı sanatta performans alanına ve bu performans üzerinden acı ile fiziksel olarak yüzleşmeye itiyor.

En radikal performanslarından birini 23 yaşında yapıyor Abramovic. Napoli’de bir galeride bir masaya 76 obje koyuyor. Gül, tüy, parfüm, bal, ekmek, şarap, makas, çivi, tek bir kurşunla dolu bir silah... 6 saatlik performans sırasında izleyicilere kendisine istediklerini yapabileceğini söylüyor sanatçı. Performans bittiğinde öldürülmüyor ama, yüzü boyalı, saçı başı dağınık, gömleği yırtık, vücudunda kesikler, psikolojik olarak sarsılmış bir kadın olarak çıkıyor Marina. Sabancı Müzesi’ndeki basın toplantısında bu performansından bahsederek “Performans bittikten sonra asla aynı insan olmuyorsun,” diye anlatıyor. Performanslarında sıkça bedenin ve fiziksel acının sınırlarını zorladığı için kendine gelebilmek için uzaklaşmak, kendi kendine kalma ihtiyacı duyduğunu söylüyor. Zorlayıcı performanslar sergilemeden önce en önemli işin psikolojik olarak hazırlanmak olduğundan bahsediyor.

Abramovic 1960’lardan 2010’a geldiğimizde süreç içinde kendi acılarını yendikçe, bir “hiç” oldukça (performansları sırasında bir süre sonra “kaybolduğunu” söylüyor Marina) bu hiçliği bir ayna olarak tutup karşısındakilere yansıtıyor. 2010’da New York’ta MoMA’da (The Museum of Modern Art) 3 ay boyunca günde 8 saat (Cuma günleri 10 saat) bir sandalyede hiç kalkmadan, yemeden içmeden, tuvalete gitmeden, bacaklarını, belini hareket ettirmeden sadece oturduğu ve karşısına geçen insanların yüzlerine bakarak onlara duygusal bir ayna tuttuğu 700 saat geçiriyor. Sanatçı aynı pozisyonda saatlerce oturmaktan o kadar çok tutuluyormuş ki, elbisesini çıkarmak için bile kolunu kaldıramıyormuş, yardım alıyormuş. İlk ay çok acı hissetmiş, sonra giderek, parça parça azalmış acı. Sabancı Müzesi’nde de bir kısmını izleyebileceğiniz performansın görüntüleri hakikaten çok etkileyici. Abramovic o kadar farklı bir psikolojik duruma geçiyor ki, karşısına oturan insanların içlerinde ne varsa dökülüveriyor... Sanatçının karşısına oturdukları anda bambaşka ruh halindeki yüzlerce insanın kendilerine has ruh hallerini hemen açığa çıkıyor. Bir yabancıyla kelimeleri kullanmadan bir diyaloğa girerseniz, sizden kaçamaz ve duvarlar öremez diyor Abramovic. Bu performansta duvarlar yıkılıyor. (Bu arada müzedeki görüntüler yetmezse, “The Artist is Present” belgeselinde bütün hikâyeyi izleyebilirsiniz.)

Şimdi, bir kadın sandalyeye uzun saatler oturmuş ve insanlar da sırf onun karşısına geçmek için saatlerce (mesela filmde biri 16 saattir beklediğini söylüyordu) beklemiş ve siz buna sanat diye “kulp takıyorsunuz” diyebilirsiniz. Marina, İstanbul seyircisine seslenirken performans sanatının entelektüel bir şey olmadığını anlatıyor. Performans sanatı, duygularla ilgili; hepimizin dertleri üzüntüleri var ve aslında hepimiz yalnızız, diyor. Bunu bildiğiniz zaman insanlara dokunabilir ve onların hissetmesini sağlayabilirsiniz. Marina’nın performanslarını izlediğinizde tam olarak olan da bu... Size uzak ve zaman zaman sert görünen o performanslar, dikkatli baktığınızda, hissetmeye hazır olduğunuzda tamamen tanıdık duyguları anlatıyorlar...

GELİN VE BU OYUNA KATILIN!

Marina’ya interaktif ve belirgin fiziksel acı içeren performanslardan, acının bir nevi artık gizlendiği ve toplumla daha çok paylaşıma doğru giden performansların kişisel hikâyeden çıkıp toplumsal bir paylaşıma dönmesi ile ilgili düşündüklerini soruyoruz... Müzede sergi yapmanın bir deney, müzenin bir laboratuvar olduğunu anlatıyor. O yüzden Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Akış sergisi için oldukça kafa yormuşlar. İnsanlar artık edilgen bir biçimde resimlere gelip bakmak istemiyorlar, sanatın bir parçası olmak istiyorlar, diyor. Müzede, insanların sanatın bir parçası olmaları ve bir sanat topluluğu yaratmayı amaçlamışlar. Sorunun cevabını gelirken; insanlar olmadan sanatının bir anlamı olmadığını, o enerjiyle performans yaptığını anlatan Marina, herkesin müzeye gelip performansa katılmasını ve arkadaşlarını da getirip onları da bu topluluğun bir parçası yapmasını öneriyor.

Bizler MAI’nin dünyaya yaydığı The Abramovic Method ile kulaklıkları bu kez sessizlik için takarken (çünkü Marina, teknolojinin bizi kendimizden, insanlığımızdan uzaklaştırdığını düşünüyor ve ekranları dışarıda bıraktırıp sessizliğe çağırıyor) 400 başvuru içerisinden seçilen 16 performans sanatçısı, serginin üç galerisinden birinde günde 8 saat, tam 3 ay boyunca performanslarını sergileyecekler. MAI’nin “ev temizleme” egzersizlerini yerine getirerek hazırlanan bu sanatçıların başarılı performansları için ayrı bir yazı gerekiyor; ama şunu söyleyebilirim ki siz de benim gibi Abramovic’in performanslarını daha önce izlediyseniz Abramovic’in eski performanslarının gösterildiği arşiv galerisinden ziyade MAI’nin bu yeni öğrencilerinin galerisi daha dikkat çekici oluyor. Arda Cabaoğlu’nun bembeyaz bir deniz içinden müzikler çıkaran mizofonisinden Nezaket Ekici’nin inanılmaz bir karakter sergilediği Kişisel Harita performansına kadar oldukça başarılı performanslar izliyorsunuz. Nezaket Ekici için “Bu kız bırak ayları tek bir günde nasıl 8 saat bu deli performansında konuşacak?” diye düşünürken, Marina Abramovic hem müzede sergi açmanın hem de bu performans sanatçılarıyla ilk kez çalışmanın bir risk olduğunu söylüyor. Performansın bir kafa hali olduğu ve prova edilemeyeceği için risk aldıklarını anlatırken, “Devam edip edemeyeceklerini biz de bilmiyoruz, hep beraber göreceğiz,” diyor. Abramovic’e göre olası başarısızlıklar da sürecin bir parçası, onlardan da korkmamak gerek.

Mevlana öğretilerinde asıl önemli olanın hiç olabilmek olduğu söylenir. Bir kere yazmakla, iki kere okumakla öğrenilebilecek bir şey değildir bu öğreti... Öğretiye göre kızgınlık, kırgınlık beslemezsin, tevekkül edersin, sabredersin ve bir hiç olurken tüm dünya sen olursun. Hayatımda bunu en elle tutulur, gözle görülür şekilde anlayabileceğim örnek Marina Abramovic’in performansları diye düşünürüm. Acıdan bir nevi transa geçerek kaybolur Marina. Sıfır olur, hiç olur. Bu yolculuğunun ilerleyen dönemlerinde işte MoMA’da yaptığı gibi, yüzlerce insana ayna olur, onlarla bir olur, dünya olur. Kendi yolculuklarında öğrendiklerini yaymak ve insana insanlığını tekrar hatırlatmak için ise İstanbul’a geldiği gibi, MAI ile artık dünyayı dolaşıyor.

Çok mu derin? Basına verilen röportaj ve sanatçı eşliğinde sergi gezme sözleri unutulup bir de basın toplantısının sonunda soru-cevap kısmı atlanınca birkaç gazetecinin ısrarı üzerine bir Türk yapımı “organizasyonsuzluk kaosu” performansına dahil olup toplantıya geri getiriliveren Marina, havada gerginliği sezmiş olacak ki, toplantının sonunda basın mensuplarına “Niye bu kadar gerginsiniz? Rahatlayın!” dedi ve kendi hikâyesini anlattı... Beraber çalışmalar yaptığı Dalai Lama, hep gülümser ve her hikâyesine bir espri ya da fıkrayla başlarmış. “Ondan sonra hayatın gerçeklerini yüzüne vurur!” Benim performanslarım da çok trajik, ama en çok ihtiyacım olan şey sevgi ve gülmek, diyor Abramovic. Bütün performansların, acıların, korkuların sonu dinginlik, huzur, kendi kendine kalabilme ve biraz gülümseme... Hem çok zor, hem çok basit.

Tüm yazılarını göster