Macron’un 'hegemonik majoritesi' size de tanıdık gelmiyor mu?

Macron’un “yürüyüşü” bana Türkiye’deki 2002 seçim sonuçlarını hatırlatıyor. Yani, Ak Parti’nin yüzde 34,42 oy oranı ile 365 milletvekili çıkararak hegemonik çoğunluğa ulaşmasını. Hatırlıyorsunuz, bu seçimde Meclis’e temsilci gönderebilen ikinci parti CHP yüzde 19.39 oy oranıyla 178 milletvekili koltuğu kazanmıştı. Diğerleri barajı geçemedikleri için Meclis dışında kalmıştı.

Kürşat Bumin kursatbmn@gmail.com

Önünüzdeki yazı için klavyenin başına geçtiğimde Fransa’da milletvekili seçimlerinin sonucu henüz açıklanmamıştı. Ancak hepimiz biliyoruz ki sonuçlar açıklandığında, “dünkü çocuk” Macron’un şunun şurasında üç beş aylık geçmişi olan “Yürüyelim” hareketi (partileşmemek de yeni Fransız siyasal modası!) toplam seçmenlerin 1/ 3’ünün oylarıyla parlamentonun 3/4’ünü eline geçirmiş olacak. Bu tabloyu yazının başlığında da zikrettiğim “hegemonik majorite” olarak nitelememek mümkün mü? Bu tabloyu politika yorumcusu gazeteci Alain Duhamel, “Mutlak bir çoğunluk nasıl demokratikleşebilir?” sorusundan hareketle sorguluyordu. Şu tespiti de eklemeyi unutmayarak: “Fransızlar hegemonik çoğunluğu asla sevmediler; güçlerin merkezileşmesini asla beğenmediler; mutlakiyetçilikten nefret ediyorlar.

Neyse de (tabii ki Fransızların bileceği bir şey) Macron artık 450 milletvekili ile Fransız siyasal tarihinin on yıllardır benimseyip sürdürdüğü özellikle sağ/ sol farklılıklaşması üzerine kurulu bir geleneği üç-beş ayda alaşağı ederek bambaşka bir sayfa açmış bulunuyor.

Yazının bu noktasında Fransa’daki seçimlere katılmama oranının ülke genelinde yüzde 57. Paris özelinde ise sandığa gidenlerin oranının yüzde 30 olduğu bilgisi geliyor. Bunu öğrenmem iyi oldu (!) çünkü görüyoruz ki yazının başında sözünü ettiğim “hegemonik majorite”nin temeli hepten “hegemonik” bir nitelik kazanmaya başlamış bulunuyor. Bu sonuçlar da gösteriyor ki, Alain Duhamel’in “Fransızlar hegemonik majoriteyi asla sevmediler” tespiti yerine oturuyor gibi... Bakalım Fransızların alıştığı “siyaset biçimi”nın altını üstüne getiren, “ideolojik duruşlar olmayacak” diyerek, özellikle 3'üncü Cumhuriyet'ten bugüne seçmenleri siyasette sağ/sol olarak ayıran yapıyı aştığını beraberinde getiren bir “tarz” uygulayacağını ilan eden Macron bu işin altından nasıl kalkacak? Bu çerçevede şu bilgiyi de paylaşalım Macron, “Yürüyüş”ün milletvekili seçimlerinde seçtiği adaylardan Meclis’ten geçirmeyi tasarladığı özellikle büyük projelere ilişkin “oyun bozanlık” yapmayacaklarına dair imzalı taahhütnameler almış. Bazı Sosyalist Parti adayları Fransız Anayasası’nın açıkça yasakladığı “emredici vekâlet” çerçevesine giren bu uygulamayı da haklı olarak eleştiriyorlar.

Görülen o ki, Macron’un seçtiği siyaset tarzı “muhalefetsiz” bir parlamento öngörüyor. Macron’un “Yürüyelim” hareketinin adaylarının seçiminde “sivil toplum”u esas aldığını söyleyerek meclise taşıdığı çoğu tecrübesiz 450 milletvekili ile “küreselleşme”nin nimetlerini Fransızlara kabul ettirebilmesi daha da zorlaşmış görünüyor. Hayal edin: Parlamentoda 450 milletvekili seçmenlerin büyük çoğunluğunun katılmayı reddettiği bir seçimle mutlak çoğunluğu katlayarak ele geçirmiş. Bu parlamentoda tartışmalar, görüşmeler tabii ki sığlaşacak, sıkıcı olacak.Önerilen yasalar kolay geçecek ama söz konusu metinlerin hak ettiği tartışmalardan yoksun olarak…

Yazının başlığında sormuştum: “Macron’un ‘hegemonik majoritesi’ size de tanıdık gelmiyor mu?”

Bana geliyor doğrusu; tabii ki aralarındaki büyük farklılıklar ve ülkelerin siyasete ilişkin gelenekleri ve dolayısıyla birikimleri saklı kalmak şartıyla.

Macron’un “yürüyüşü” bana Türkiye’deki 2002 seçim sonuçlarını hatırlatıyor. Yani, Ak Parti’nin yüzde 34,42 oy oranı ile 365 milletvekili çıkararak hegemonik çoğunluğa ulaşmasını. Hatırlıyorsunuz, bu seçimde Meclis’e temsilci gönderebilen ikinci parti CHP yüzde 19.39 oy oranıyla 178 milletvekili koltuğu kazanmıştı. Diğerleri barajı geçemedikleri için Meclis dışında kalmıştı.

Bu olayın Macron’u hatırlatmasının başka benzerlikleri de var. AK Parti de “Yürüyelim” gibi “partiler üstü”, “herkese açık” değil miydi? Siyasal ideolojisinin, siyasal duruşunun -Macron’da olduğu gibi- tamamen “pragmatik” olduğunu da benzerlikler arasında sayabiliriz.

Ama bana sorarsanız, “küreselleşme” karşısında –Meclis’te küçük bir azınlıkla temsil ediliyor olmasına rağmen- Fransa’daki muhalif siyasal damar Macron’un “hegemonik majoritesine” çok hayat şansı vermeyecektir. “Eski köye yeni âdet” uzun bir siyasal geçmişi-tecrübesi olan bu ülkede kendisine kolayca taraftar bulamayacaktır.

Seçimler sonuçlanınca konuya devam ederiz.

Devletin güvenliği ve gizlilik

Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasına ilişkin –izlediğim kadarıyla üzerinde durulmayan- önemli bir hususa ilişkin bir değerlendirme de yapacağım:

Biliyorsunuz, Berberoğlu’nun 25 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmasına “vesile olan” Türk Ceza Kanunu’nun 330./ birinci fıkrasıdır. Bu fıkra şöyle bir şey: “Devlet güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askeri casusluk maksadıyla açıklayan kimseye müebbet hapis cezası verilir.”

Sizi bilmem ama benim açımdan bu maddenin iki konuyu birbirine karıştırdığı aşikârdır. Tamam, bu maddenin “devlet güvenliği” ve “askeri casusluk” faslına ilişkin bir ceza takdir etmesi anlaşılmaz bir şey değil. Pekiyi ama söyler misiniz, “Devlet güvenliği” ile bilgilerin yanına “veya” ile eklenen “iç ve dış siyasal yararlar bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgiler” nasıl bir şeydir? Unutmuyoruz, konumuz “siyasal”; bir adım daha gidelim ve soralım: “Devletin iç ve dış siyasal yararları” niçin “gizli” duvarı ile çevrelensin, bu konudaki bilgiler vatandaşlar açısından niçin “dokunulmazlar” alanına ait olsun?

Tüm yazılarını göster