Latin Amerika: Cesur ve uğursuz

Tarihe “El Libertador” lakabıyla geçen Simon Bolivar, XIX. yy’de İspanya’ya karşı savaş başlatıp Latin Amerika’ya bağımsızlık kazanmıştı. Ama İspanya’nın yerini ABD alınca kıta tam anlamda bağımsız olamamış. Ve her halde önümüzdeki dönemde de olamayacak.

Andrey İsaev aisaev@gazeteduvar.com.tr

Onlarca senedir Latin Amerika’da iktidar çoğu zaman ister devrim diyelim, ister askeri darbe ile el değiştirirken son zamanlarda hemen hemen bütün bölgede diktatörlüklerin yerini demokratik rejimler aldı.

XXI. yüzyılın başında “muz cumhuriyeti” konumundan yeni çıkmaya başlayan kıtanın Brezilya’sında Lula da Silva, Ekvator’unda Rafael Correa, Arjantin’inde Nestor Kirchner, Bolivya’sında Evo Morales ve Venezuela’sında Hugo Chavez gibi “devrimci” liderler, ülkelerinin zenginliklerini ABD’li şirketlerden alıp halka dağıtmak için ter akıttı. En azından bunu amaç olarak ilan etti. Uluslararası konjonktür de buna müsait idi. Şöyle ki 2003 ila 2013 yıllarında bölge ülkelerinin ham madde, enerji ve gıda gibi klasik ihracat mallarının fiyat artışı ile Latin Amerika’nın ekonomik gelişmesi hız kazandı.

“Emperyalist karşıtı” sosyalistvari deneyler başarısız kalsa da ABD’nin kucağını gevşetmiş. Küresel kriz bu bölgeyi vurduktan sonra kıtada “neoliberal” lakabı takılan, sıkı tasarrufa dayanan politika, sosyal programları kısıtlama pahasına yürütüldü. Neticesinde toplumsal gerilimin tırmanışı ile devletler zayıflayıp yolsuzluk artarken, mafya tekrar baş kaldırdı. Öyle ki Kolombiya ve Meksika’da mafya önemli siyasi güç haline geldi.

Doksanlarda Washington, ABD’nin sermaye ve teknoloji, Latin Amerika’nın ise iş gücü sağladığı ve bütün kıtayı kapsayan “Amerika’lara inisiyatif” denen entegre bir ekonomik mekanizmayı kurmaya çalıştı. Üstelik kıtanın “dış tehditlere” karşı güvenliğini ABD üstlenmişti. Böylece Latin Amerika ülkelerinin dış dünya ile ilişkileri Washington’un kontrolü altında olacaktı.

Ne de olsa Obama döneminde ABD’nin Güney Amerika’ya etkisi gözle görünen şekilde azalmıştı ve bu sürecin devamı gelecek gibi.

Bu gelişmenin farkına varıp durumu değerlendirmeye çalışan Rusya, bölgeye rota çizdi. Bir sene zarfında (2015) özellikle silah satışı sayesinde Peru ile ticaret yüzde 40 arttı, Brezilya ile yapılan anlaşmalar “Buğday OPEC’i” lakaplı bir ekonomik birliğe yol açtı, "sosyalist" Venezuela az kaldı Rusya’nın stratejik müttefiki konumuna geliyordu. Ama genel olarak süreç tökezliyor. Rusya’nın burada iki büyük dezavantajı var. Birincisi, yerel sosyal programlara finansman sağlamakla zorlanması, ikincisi, Rusya'nın hem coğrafya, hem tarih ve kültür anlamında buradan uzak oluşu. Latin Amerikalıların da Rusya’dan pek fazla haberi yok. Lenin ile Troçki'yi okudular, bol bol “Kalaşnikov” kullandılar. Hepsi bu.

Dediğimiz gibi ABD himayeli dönem sona eriyor gibi. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a gelişi Latin Amerika’yı “kuzey komşu”dan daha da uzaklaştırmış. Trump’ın korumacılık politikası ve özellikle Washington’un Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'ndan (NAFTA) olası çıkışı kıta için bir hayli tedirgin edicidir.

Atlantik Konseyi'ne bağlı Latin Amerika Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı Andrea Murta’ya göre ABD önümüzdeki dönemde sadece Küba ve Venezuela ile ilgilenecek. Küba’ya birilerinin gene füze yerleştirmesi ikinci “Karayip Krizi”ni çıkartma tehlikesi mevcut, Venezuela ise bir petrol zengini, üstelik yabancı yardıma muhtaç. Küba ile flört başlamış, ABD’li turistler Havana barlarında “Cuba Libre” yudumlarken Venezuela’nın başı gerçekte dertte. 2007’de Caracas rejimi, Exxon Mobil’in varlıklarına el koyduğu zaman Amerikan devinin yöneticisinin kim olduğunu hatırlatalım. Bugün o ülkeyi “demokratik transit”e yöneltmek gerektiğini savunan ABD Dışişleri bakanı Rex Tillerson’un ta kendisi!

Bu açıdan Hugo Chavez’in makamına geçen ve ABD’ye rutin şekilde zehir saçan Rusya’nın kıtadaki en büyük dostu Nicolas Maduro’nun, Washington ile ilişki “normale çevirmek için” gereken her şeyi yapmaya hazır olduğunu açıklaması tesadüf değil. Latin Amerikalılar ekseriyetle “Gringo” sevmez ama onlardan çekinir. Her halde Washington’dan karşılık gelmeyince Caracas ABD’ye küsüp Amerika Devletleri Örgütü’nden çıktığını açıkladı. Neticede sivil savaş eşiğine gelmiş Venezuela’yı otarşi bekliyor olabilir. Rejim direnebildiği kadar direnecek sonra ise Maduro’nun yerini “Che Guevara’nın mücadele ruhundan” arındırılmış biri alacak, ülkenin petrolünü “doğru” yöne akıtacak.

“Gringolar” Latin Amerika’ya karşı isteksiz davranırken ticaret, yatırım, ve teknoloji konusunda müjde, hırslı Çin’den gelmiş. Ne yapalım, günümüzde her taşın altından o çıkıyor! Latin Amerika ile Karayip Denizi'ni “yaşam gücü ve ümit alanı” ilan eden Çin, 2025’e kadar bölge ile ticaret hacmini 500 milyar dolar artırmayı ve 250 milyar dolarlık yatırım yapmayı taahhüt etti. Zaten Pekin şimdiye kadar bölgesel yatırım fonlarına 35 milyar dolar aktarmış durumda. Para yağmuruna hayran kalan birçok Güney Amerika lideri, Çin ile kontrolsüz ticaretin dünyanın her yerinde yerli sanayiyi öldürdüğüne dair uyarılara sağır kalıyor.

Obama, Pekin’i dışlayan Trans-Pasifik Partnerliği Projesi ile Latin Amerika’yı ABD’nin kontrolüne almaya çalışırken Trump, önceki başkanın yaptığı her şeyi adeta silmekle meşgul. Kendi hareketlerine bakılırsa amacının, dünya çapında Çin ile doğrudan kapsamlı diyalog kurmak olduğunu görürüz. Özünde bir işadamı olan başkan, zayıf rakipleri ezdiğini, güçlü olanlarıyla mümkün olduğu sürece anlaşmaktan yana olduğunu gösterdi. Latin Amerika o anlaşmanın pazarlık konusu olacak ve iki süper güç onu sektörel veya bölgesel temelde paylaşacak gibi.

Tarihe “El Libertador” lakabıyla geçen Simon Bolivar, XIX. yy’de İspanya’ya karşı savaş başlatıp Latin Amerika’ya bağımsızlık kazanmıştı. Ama İspanya’nın yerini ABD alınca kıta tam anlamda bağımsız olamamış. Ve her halde önümüzdeki dönemde de olamayacak.

Tüm yazılarını göster