Kürt sorununda sınıfsal denklem

Entegrasyonist Kürt burjuvazisi ve Türkiye egemen sınıfları arasında nasıl bir kader birliği varsa, Türk ve Kürt işçi-emekçileri arasında da bir kader ve çıkar birliği olduğuna işaret etmek gerekiyor.

Abone ol

Yusuf Karadaş

Çözümü gecikmiş bir ulusal sorun olarak Kürt sorunu, yüz yıllık Cumhuriyet'in antidemokratik karakterini belirleyen önemli sorunlardan biri olageldi. Bugün bir yandan Kürdistan coğrafyasının parçalanmışlığı, bu sorunun bölgede (Ortadoğu) süregelen egemenlik/paylaşım mücadeleleriyle iç içe geçmesini sağlarken öte yandan kapitalist gelişmenin de bir sonucu olarak çözümünde sınıfsal farklılıklar giderek belirginleşti.

**

Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşı boyunca (1919-1923) bu savaşta etkin bir rol oynamalarını sağlamak üzere Kürtlerin ulusal haklarına yapılan vurgular, Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte son bulmuş; Cumhuriyet rejimi Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde bir ulus-devlet olarak inşa edilmişti.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında kendilerine verilen sözler yerine getirilmeyip ulusal varlık ve hakları yok sayılan Kürtlerin Ağustos 1924’teki Beytüşşebap İsyanı'yla başlayan, Şeyh Said ve Ağrı gibi önemli isyanlarla devam edip 1937-38’deki Dersim Harekâtı ile sona eren başkaldırısı ve cumhuriyet rejiminin bunları kanlı bir biçimde bastırmasının damga vurduğunu söyleyebiliriz.

Kürt ulusal mücadelesinin bu dönemi ve bu dönemde hareketin önderliğini yapanlar için şu tespiti de yapmak gerekiyor: 19. yüzyılda feodal bir temele sahip olmalarına rağmen kendi özerk statülerini korumaya çalışan Kürt beyliklerinin/mirliklerinin Osmanlı merkezi yönetiminin baskılarına karşı isyanlarının Kürtlerin uluslaşma sürecinin başlangıç noktasını oluşturduğu kabul edilir. Ancak bu isyanların bastırılması ve bu beyliklerin/mirliklerin tasfiyesi sonrasında dini önderlerin (şeyhlerin ve seyyidlerin) aynı zamanda kendi sınıfsal konumları ve çıkarlarının da bir gereği olarak ulusal harekete, isyanlara önderlik etme rolüne soyunduklarını görüyoruz. Bu nedenle özellikle Şeyh Said İsyanı üzerinden sürdürülen tartışmalar bağlamında bu isyanın dinci/şeriatçı yönünün ulusalcı karakterini ortadan kaldırmadığını vurgulamak gerekiyor.

Arada İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın da yaşandığı uzunca sayılabilecek bir sessizlik döneminden sonra 1950’li yıllarda Türkiye ve Kürdistan’da kapitalist gelişme hız kazanmış ve bunun bir sonucu olarak Kürdistan’daki kentleşmeyle birlikte eğitimli bir genç aydın kuşağı da ortaya çıkmıştı. Batman Petrol, Elâzığ Bakır, Mazıdağı Fosfat gibi Kürdistan’daki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kullanılması amaçlı ilk sanayi işletmeleri de bu dönemde kurulmuştur.

Bayar-Menderes yönetimine karşı toplumsal hoşnutsuzluğun arttığı koşullarda gerçekleştirilen 1960 Darbesi ve bu hoşnutsuzluğun kontrol altına alınması amacıyla kimi hak ve özgürlüklerin yer aldığı 1961 Anayasası'nın yapılmasının ardından Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, Kürt aydın ve gençleri de Kürt sorununa “Doğu sorunu” adı altında yer veren TİP’te siyaset yapmaya başlamışlardı.

1967-69 yılları arasında Diyarbakır, Batman, Dersim başta Kürdistan’ın birçok önemli merkezinde gerçekleştirdiği “Doğu Mitingleri”, TİP’in Kürt ulusal hareketi ve örgütlenmesi için dar geldiği bir sürecin de önünü açmış ve devamında 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) kurulmuştu.

Doğu Mitingleri her ne kadar Kürt ulusal mücadelesinin yeniden canlanması bakımından oynadıkları özel rol bakımından hatırlansa da bu eylemlerin kır ve kent yoksullarının aynı zamanda emek eksenli, sınıfsal talepleriyle (işsizlik ve yoksulluğa, ağalığa karşı) katıldıkları eylemler olduklarının da altını çizmek gerekiyor.

1971 faşist darbesi sonrasında DDKO’ların kapatılıp üye ve yöneticilerinin tutuklanmasının ardından 1974 Affı'yla birlikte o dönemin siyasal atmosferinin de bir sonucu olarak kendilerini “sosyalist”, “Marksist-Leninist” olarak tanımlayan ama esas olarak ‘ulusal kurtuluş hareketleri’ karakteri taşıyan Devrimci Doğu Kültür Dernekleri (DDKD), Rızgari, Özgürlük Yolu, KUK, KAWA gibi Kürt örgütleri kurulmuştu. Yakın dönem Kürt ulusal mücadelesinin ortaya çıkışında önemli bir rol oynayan PKK ve Öcalan’ın adı da ilk kez bu dönemde duyulmaya başlamıştı.

**

Demirel’in "29. Kürt İsyanı" dediği yakın dönem Kürt ulusal hareketi ve mücadelesinin ortaya çıkışı, geçirdiği dönüşüm ve Kürdistan’daki modern sınıf ilişkilerinin gelişimi ve bu ilişkilerin Kürt sorununun çözümünde yarattığı sınıfsal ayrımların anlaşılması bakımından iki önemli dönemeçten söz edebiliriz.

Birincisi, işçi sınıfı ve halk mücadelesinin ezilmesi ve Türkiye’nin neoliberal kapitalist politikalara entegre edilmesi amacıyla yapılan 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile başlayan süreçtir-ki, Türkiye burjuvazisinin egemen olduğu pazarın bir kısmında (Kürdistan’da) ayrı bir devlet kurmayı amaçlayan Kürt örgütleri ve halkı da bu faşist darbe ve saldırılardan payını en ağır biçimde almıştır. İşçi sınıfı ve halkın örgütlü güçlerinin dağıtılması, 24 Ocak Kararları olarak bilinen neoliberal saldırı politikalarının hızla uygulanabilmesini ve Kürdistan’ın en ücra noktalarına kadar kapitalist pazar ilişkilerinin egemen olmasını sağlamıştı.

Bu dönemi şekillendiren bir diğer önemli gelişme ise, Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkenceler ve vahşetle sembolize olmuş ve Kürt halkına yönelik baskı ve sindirme politikalarının ortaya çıkardığı sonuçlardan bağımsız düşünülemeyecek olan -ki, AKP’nin kurucularından Bülent Arınç 2012’de yaptığı bir konuşmada bu dönem yaşananlar için, “Bu işkencelere maruz kalsam ben de dağa çıkardım” demişti- PKK’nin silahlı bir güç olarak ortaya çıkışı ve yeni bir çatışma sürecinin başlamasıydı. Bu baskı ve sindirme politikalarına tepkinin bir sonucu olarak örgütün Kürt gençliği ve kır yoksullarından destek görmesi ve ulusal mücadelenin giderek kitleselleşmesi, Genelkurmay tarafından “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırılan ve bugüne kadar farklı biçim ve boyutlarda devam eden bir çatışmalı sürecin de önünü açmıştı.

Özellikle en şiddetli çatışmaların yaşandığı dönemlerden biri olan 1990’lı yılların ilk yarısında devreye sokulan ‘özel savaş’ politikaları bağlamında-ki, Diyarbakır Barosu Eski Başkanı ve CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, 8 Eylül’de katıldığı bir televizyon programında bu dönem işlenen savaş suçlarını hatırlattığı için hedef gösterilmişti-üç bini aşkın köy ve mezra yakılıp yıkılarak zorla boşaltılmıştı. Toprağından, geçim araçlarından koparılan milyonlarca Kürt köylüsü, Türkiye ve Kürdistan metropollerinin en ucuz ve güvencesiz işlerinde çalışan işçiler haline geldiler.

Bu dönemde Kürt köylüsünün ve kır yoksullarının proleterleşmesi, iki biçimde gerçekleşti: Birincisi, kapitalist pazar ilişkilerinin gelişmesi nedeniyle geçimlik tarım ekonomisinin çözülmesi, yani ekonomik nedenlerle ve ikincisi de Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalı sürecin bir devamı olarak zorunlu göç nedeniyle Kürt köylüsünün kendi geçim araçlarından kopartılması yoluyla.

Batı metropollerinde tersane ve tekstil gibi güvencesiz ve emek yoğun sektörlerde Kürt işçilerin sayıları giderek arttı ve özellikle tersanelerdeki iş cinayetlerine kurban giden işçiler arasında Kürt işçilerin çokluğu dikkat çekmeye başladı. Öte yandan Kürdistan kentlerinin varoşlarındaki Kürt yoksulları ise, mevsimlik tarım işçileri ve inşaat işçileri olarak gittikleri her yerde ayrımcılığın ve ırkçı saldırıların baskısı altında yaşam mücadelelerini sürdürmeye çalıştılar.

İşçi sınıfının bileşimi içinde Kürt işçilerin sayısının artması, bu konudaki akademik çalışmaların bazılarında yanlış bir şekilde “işçi sınıfının Kürtleşmesi” olarak tanımlandı. Oysa Kürtçe konuşma dahil, Kürtlerin kendi ulusal kültürlerini ifade etme koşullarının baskı ve yasaklara maruz kaldığı koşullarda gerçekleşen, işçi sınıfının Kürtleşmesi değil, ulusal kimlikleri yok sayılan Kürt yoksullarının proleterleşmesiydi.

**

1990’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başlarından bugüne kadar devam eden süreci, Kürt ulusal hareketinin evrimi ve Kürdistan’daki sınıf güç ve ilişkilerinin anlaşılması bakımından ikinci önemli dönemeç olarak değerlendirebiliriz. Çünkü bu dönem, ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistlerin bölge (Ortadoğu) politikası ve bu politika bağlamında Türkiye’ye biçtikleri misyon, Kürt sorunu ve yine Kürdistan’daki kapitalist gelişme bakımından önemli sonuçlara yol açtı.

Bu dönemecin ilk önemli uğrağı, PKK’nin bölgenin enerji kaynakları ve geçiş yolları bakımından bir “tehdit” olmaktan çıkartılması ve yine 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’ndan beri fiilen özerk/federe bir yapıda olan Irak Kürdistan Bölgesi (Barzani yönetimi) ile Türkiye arasındaki işbirliğinin sağlanabilmesi amacıyla 1999’da Öcalan’ın uluslararası bir operasyon sonrasında Türkiye’ye teslim edilmesi oldu. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildikten sonra silahlı güçlerin ülke sınırlarının dışına çekilmesi çağrısı yapması ve barışçıl çözüme hazır olduğunu açıklaması, Kürt hareketinde legal siyasetin ve kitle mücadelesinin belirleyici güç haline geldiği yeni bir dönemi başlatmıştı. Kürt siyasetinin geçirdiği bu dönüşümün sosyo-ekonomik temelinde, hareketin ortaya çıkış döneminde kitle tabanını oluşturan kır emekçilerinin/köylülüğün yerini ekonomik nedenli ve zorunlu göçün bir sonucu olarak giderek kentli emekçilerin ve orta sınıfların alması bulunuyordu. Kürt siyasetinin 1999’dan sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere Kürt kentlerinde yerel yönetimleri kazanmaya başlaması (2016’dan sonra Kürt hareketi belediyeleri kazanmaya devam etse de Erdoğan iktidarının bu belediyelere kayyum ataması rutin bir uygulama haline geldi) ve şehirli orta sınıfların Kürt siyasetinde etkin hale gelmesi bu alanda önemli çalışmaları bulunan akademisyen Cuma Çiçek’in “şehirleşme, legalleşme ve orta sınıflaşma” olarak tanımladığı dönüşümün sonuçları olarak değerlendirilebilir.

Bu dönemecin emperyalistler eliyle şekillendirilen bir diğer önemli uğrağı ise, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı neoliberal İslamcı güçler üzerinden yeniden dizayn etmek amacıyla Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni gündeme getirmesi ve Türkiye’ye bu projenin ‘model ülkesi’ rolünü biçmesi bağlamında AKP ve Gülencilerin iktidara taşınmasıydı.

24 Ocak Kararları'nın hazırlayıcısı ve 1983’ten sonra ilk uygulayıcısı olan Özal’ın sermayenin neoliberal saldırı programının hedefleri doğrultusunda yapamadığı ne varsa bu dönemde AKP-Erdoğan iktidarı tarafından gerçekleştirildi. Bu saldırı programının merkezinde yer alan özelleştirme konusunda 1985’ten 2021’e kadar yapılan 70,8 milyar dolarlık özelleştirmenin 62,7 milyar dolarlık kısmının AKP-Erdoğan iktidarı döneminde yapılmış olması, AKP-Erdoğan iktidarının Türkiye’yi emperyalist-kapitalist sistemin neoliberal dönüşüm politikalarına entegre etme konusundaki pozisyonunu yeterince açıklıyor.

AKP-Erdoğan iktidarı, ABD’nin bölgesel taşeronluğu ve kendi yayılmacı emelleri temelinde Irak Kürdistan Bölgesi ile ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirirken aynı zamanda içeride de Kürt sorununda kendi işbirlikçisi güçlerin elini güçlendirmeye yönelik adımlar attı. Bu temelde “Çinleştirme” adı altında ucuz işgücüne dayanan emek yoğun sektörlerin rekabet gücünün artırılması amacıyla bölgeye kaydırılması için özel teşvik programları yürütüldü. Böylece Kürdistan’da işsizlik ve yoksulluğun en fazla olduğu kentlerde tekstil başta olmak üzere emek yoğun sektörlerde birçok yeni işletmeler kuruldu.

O dönem iktidarın akıl hocaları “teşvik paketlerinin entegrasyonist Kürt burjuvazisini güçlendirip Kürt sorununun çözümünde aranan dinamik haline getirebileceği”ni söylüyorlardı. Bu hedef doğrultusunda teşvik paketleri ile açılım politikası ve Kürt siyasetçilere karşı operasyonlar eşgüdümlü bir biçimde gerçekleştiriliyordu. Böylece bir yandan demokratik Kürt siyasetinin etkisizleştirilmesi ve öte yandan bireysel-kültürel haklar çerçevesinde atılacak adımlarla entegrasyonist Kürt burjuvazisinin iktidarın “çözüm” politikasının enstrümanı haline getirilmesi amaçlanıyordu.

2013-2015 yılları arasındaki “çözüm süreci”nde demokratik Kürt hareketini ülke içinde başkanlık rejimine, Suriye ve bölge genelinde ise yayılmacı emellerine yedekleme hesabı tutmayan Erdoğan, masayı devirip yeniden savaşçı politikalara dönüş yapmıştı. 2015-2016’daki şehir savaşlarında Kürt kentlerinin yerle bir edilmesinden Kürt siyasetçilerin dokunulmazlığının kaldırılıp binlerce siyasetçinin cezaevlerine doldurulmasına, Kürt belediyelere kayyumların atanmasından Rojava’ya yönelik sınır ötesi operasyonlara kadar bu dönem boyunca Kürt sorunu ülke içindeki baskı rejiminin ve bölgeye yönelik saldırgan-yayılmacı politikaların dayanaklarından biri haline getirildi.

Buna rağmen Erdoğan yönetiminin Kürdistan Bölgesi’ndeki Barzani yönetimi ile ilişkileri gelişmeye devam etti ve öte yandan ülke içinde işbirlikçi Kürt burjuva çevrelerine yönelik kamu ihaleleri ve teşvik politikaları devam etti. Bu iki uçlu politika, Kürt sorununa yaklaşımda sınıfsal ayrımları daha önce olmadığı kadar belirgin hale getirdi. Demokratik Kürt siyasetine karşı çok yönlü saldırı ve kuşatmanın devam ettiği koşullarda bile Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı (DTSO) Mehmet Kaya, 2020’de Gazete Duvar'da İrfan Aktan’la yaptığı röportajda “pragmatist bir lider” olarak tanımladığı Erdoğan’dan “yeni bir çözüm süreci beklediğini” söylüyor ve bu beklentinin ilk adımı olarak “teşvik politikasının değişmesi”ni istiyordu. HDP’nin/Kürt hareketinin ‘yerel iktidar’ olduğu dönemlerde partiye katılan ama Erdoğan’ın masayı devirmesinden sonra partiyi terk edenlerin başını çeken Kürt burjuva çevrelerinin bazı temsilcileri de bu dönem boyunca her fırsatta demokratik Kürt hareketini eleştirerek Kürt burjuvazisinin çıkarları temelinde iktidarla pazarlık yapılması politikasını savundular.

**

Bu noktada nasıl entegrasyonist Kürt burjuvazisi ve Türkiye egemen sınıfları arasında bir kader birliği bulunuyorsa, Türk ve Kürt işçi-emekçileri arasında da bir kader ve çıkar birliği olduğuna işaret etmek gerekiyor.

Bu kader ve çıkar birliği birinci olarak, daha 1900’lerin ilk yıllarında İstanbul’daki binlerce Kürt hamaldan başlayarak gerek ekonomik nedenlerle ve gerekse daha sonra savaş politikaları ve zorunlu göç nedeniyle batı metropollerinde işçi sınıfının bileşimi içinde Kürt işçilerin sayısının sürekli artmasından kaynaklanıyor. İkinci olarak ucuz işgücüne dayalı emek yoğun sektörlerdeki işletmelerin Kürt kentlerine taşınması, bu kentlerin hemen hepsinde hatırı sayılır bir işçi sınıfının oluşmasını sağlamış; bu temelde Kürt ve Türk işçi ve emekçilerin emek ve demokrasi mücadelesi birbirine bağlanmıştır.

Dolayısıyla Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümü; “komünistlik”, “devrimcilik” adına siyaset yapan bazı çevrelerin yaptığı gibi sosyalizme ertelenemeyecek demokratik bir görev olduğu kadar aynı zamanda Türk ve Kürt işçi sınıfının birliği ve ortak mücadelesinin önündeki milliyetçi bariyerlerin yıkılması için de zorunludur.

Öte yandan madalyonun öbür yüzünde Kürdistan’ın yüz yıldır Türkiye’nin ‘yoksulluk coğrafyası’ olması gerçeği bulunuyor-ki, sosyo-ekonomik gelişmişlikle ilgili bütün istatistiklerde Kürdistan kentleri son sıralarda yer alıyor. Son on yılda SAMER ve Sosyopolitik Saha Araştırmaları Merkezi tarafından yapılan saha araştırmalarında da Kürt halkı içinde ekonomik sorunların, insanca yaşam taleplerinin giderek öne çıktığı görülüyor-ki, elbette bu durum ulusal demokratik istemlerin ikincil hale geldiği anlamına gelmiyor. Ancak karşı karşıya kalınan tablonun ağırlığı, ulusal sorunun çözümünün yoksul halkın sosyal taleplerini de kapsayacak bir çizgide ilerletilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor.

Kürt sorununun yüz yıl sonra önümüze koyduğu denklem, sorunun sınıfsal boyut ve katmanlarını göstermekle kalmıyor; aynı zamanda Türkiye egemen sınıfları ve işbirlikçi-entegrasyonist Kürt burjuvazisinin “çözüm” adına dayattığı politikanın karşısında Türkiye emekçilerinin ve Kürt halkının çıkarlarına dayanan demokratik-halkçı bir çözümü savunmanın zorunluluğuna işaret ediyor. Bu denklem, Türkiye işçi sınıfının da Kürt halkının bu talep ve mücadelesini sahiplenmeden kendi birliğini sağlayamayacağını, dolayısıyla kurtuluşun mücadeleyi ortak paydada birleştirmekten geçtiğini gösteriyor.