Küresel ara rejim ve merkezkaç hareket

Kriz sonrasında geç kapitalistleşen ülkeler için gündem bu sefer “yapısal uyum” idi. Ticari serbestleşme, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, finansın yükselişi ve ihracat yönelimli birikim modellerinin gelişimi bu dönemde gerçekleşti. Kısacası, 1970’lerdeki kriz, 1929 krizi gibi bir küresel ara rejim yaratmadı. ABD halen hakim devlet olma işlevini sürdürse de, özellikle uluslararası para ve finans sisteminde (Bretton Woods sisteminin çöküşü sonrası) artan istikrarsızlıklar ve üretim alanında rakip güçlerin yükselişi, 1990’lı ve 2000’li yıllarda devam etti.

Ümit Akçay uakcay@gazeteduvar.com.tr

Geçtiğimiz hafta, korumacılığın yükselişi serisinin üçüncü yazısında dünya genelinde içinden geçmekte olduğumuz siyasal ve iktisadi konjonktürü “küresel ara rejim” olarak tanımlamayı önermiştim. Küresel ara rejimin en belirgin özelliği şu idi: “hakim gücün (ABD) göreli gerilemesine karşı, rakip güçlerin (en kuvvetlisi Çin) henüz hakim gücün yerini alacak düzeye gelememesi”. Bu durumda dünya ekonomisinde ve siyasetinde istikrarsızlığın artması, küresel ara rejimlerin bir başka temel özelliği. Serinin dördüncü yazısında, küresel ara rejim döneminde Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerin konumu üzerinde duracağım.

İLK KÜRESEL ARA REJİM

“Korumacılığın Yükselişi” yazımda belirttiğim küresel ticaretteki üç genişleme dalgasının ilkinin sonunda 1. Dünya Savaşı, 1929 Büyük Bunalımı ve 2.Dünya Savaşı yaşanmıştı. O yazıdaki tarihlere sadık kalırsam, 1913-1950 arası dönem, aynı zamanda ABD’nin dünya genelinde hakim devlet olarak yükselişi ve aynı pozisyonun önceki sahibi olan Büyük Britanya’nın gerilemesi dönemiydi. Yani “ilk küresel ara rejim”.

MERKEZKAÇ  HAREKET

Özellikle 1929 krizinden sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen dönem, dünya genelinde ticaretin gerilediği, korumacı gümrük duvarlarının yükseltildiği bir dönem oldu. Bu dönemin geç kapitalistleşen ülkeler açısından en önemli özelliği, merkezkaç hareketlerin güçlenmesidir. Dönemin hakim siyasal-iktisadi paradigmalarındaki çöküşün de etkisiyle, Türkiye gibi ülkelerde iktisadi korumacılığın yanı sıra yerli sanayileşme girişimlerinin ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: İlk küresel ara rejim, geç kapitalistleşen ülkelerde merkezkaç hareketin güçlenmesi ile sonuçlanmıştır.

Bu hareketlerin ne kadarının “sistem dışı” niyetlerle, ne kadarının ise dış ticaretin çökmesi nedeniyle geliştiğinden bağımsız olarak (ki kanaatim ikinci etkenin ağır bastığı yönünde) ortaya çıkan sonuç, serbest ticaret yerine korumacılığa, özel sektör yerine devletçiliğe dayanan bir birikim modelinin oluşmasıdır.

DE KOLONİZASYON VE ENTEGTASYON 

İkinci dünya Savaşı sonlandığında, ilk küresel ara rejim dönemi bitmiş oldu. Dünya ticaretinde 1950-1973 arasında görülen ikinci genişleme döneminin tartışmasız en önemli lideri ABD idi. Uluslararası para sermaye hareketlerinin düzenlenmesi için IMF (Uluslararası Para Fonu), ticari sermaye hareketlerinin düzenlenmesi için GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması), üretken sermaye hareketlerinin düzenlenmesi için WB (Dünya Bankası), siyasi ilişkileri düzenlemek için UN (Birleşmiş Milletler) ve askeri ilişkileri düzenlemek için NATO (Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü), ABD öncülünde kuruldu.

Bu dönemde geç kapitalistler için gündem merkezkaç hareketin sınırlanması ve yeni kurulan uluslararası sistem ile entegrasyon idi. Modernleşme okulu ve kalkınma iktisadı, bu entegrasyonun teorik ve pratik rotasını çizdi. Eski sömürgelerin tasfiyesi ile oluşan yeni ulus devletler, yine ulus devlet oluşumlarının bir parçası olarak korumacı politikalar uyguladılar. Ancak bu 1930’ların bütüncül korumacılığından farklı olarak (en azından kimi yerlerde) seçici bir şekilde uygulanabildi. İthal ikameci sanayileşme stratejileri olarak adlandırılan bu modelde korumacılık, nihai malların ithalini sınırlarken, o nihai malların üretimi için gerekli olan ara ve yatırım mallarının ithal edilmesinde herhangi bir engelleme yoktu.

Bu durum, erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki büyük firmaların geç kapitalistleşmiş ülkelere doğrudan yatırımlarının artmasıyla, yani bizzat geç kapitalistleşen ülkelere gelerek, gümrük duvarları ile korunan iç pazar ortamında rekabet tehdidi olmadan üretim yapmalarıyla sonuçlandı. Dolayısıyla bu dönemde ticari ve para sermaye hareketleri kısıtlanmasına rağmen, üretken sermaye hareketleri hızlanarak artmaktaydı. Kısacası, 1950-1973 döneminde yaşanan genişleme döneminin temel özelliği üretken sermaye yatırımlarının uluslararasılaşması ve geç kapitalistleşen ülkelerin yeni küresel sisteme entegrasyonları idi.

KRİZ VE YANSILAMALARI

1970’li yıllarda erken kapitalistleşmiş ülkelerde yaşanan kriz, üç açıdan önemliydi. İlki, kriz ABD’nin mutlak hegemonyasının sarsılma emareleriyle birlikte gelişti. Özellikle savaş sonrasının yıkımından çıkan Almanya ve Japonya’nın üretkenlik artışında ABD’yi yakalayıp geçmeleri, dönemin uluslararası finans sistemi olan Bretton Woods yapısının yıkılması gibi gelişmeler, 1970’li yıllardaki krizle birlikte gelişti.

İkincisi, kriz sonrasında özellikle erken kapitalistleşen ülkelerde kar oranlarının yeniden yükseltilebilmesi için kapsamlı bir ekonomi politikası değişikliğine gidildi. Bugün neoliberalizm olarak adlandırılan ve özünde emeğin hem siyasal karar alma mekanizmalarından dışlanmasını hem de ekonomik gücünün kırılmasını amaçlayan bir program 1980’lerde yürürlüğe girdi.

Üçüncüsü ise, 1970’lerin sonlarından itibaren, geç kapitalistleşmiş ülkelerde, 1945 sonrası kurulan ithal ikameci birikim modellerinin krize girerek iflas etmeleriydi. İronik bir şekilde yerli üretimi artırma ve dışa bağımlılığı azaltma amaçlarıyla yola çıkan ithal ikameci stratejiler, borç krizi ile sonuçlandı.

YAPISAL UYUM

Kriz sonrasında geç kapitalistleşen ülkeler için gündem bu sefer “yapısal uyum” idi. Ticari serbestleşme, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, finansın yükselişi ve ihracat yönelimli birikim modellerinin gelişimi bu dönemde gerçekleşti. Kısacası, 1970’lerdeki kriz, 1929 krizi gibi bir küresel ara rejim yaratmadı. ABD halen hakim devlet olma işlevini sürdürse de, özellikle uluslararası para ve finans sisteminde (Bretton Woods sisteminin çöküşü sonrası) artan istikrarsızlıklar ve üretim alanında rakip güçlerin yükselişi, 1990’lı ve 2000’li yıllarda devam etti.

HAKİM GÜCÜN GÖRECELİ GERİLEMESİ

Yukarıda, IMF’in Nisan 2017 Küresel Ekonomik Görünüm raporundan (s. 67) aldığım bir grafik var. Grafikteki mavi kolonlar (IMF’in terminolojisi ile) gelişmiş ülkelerin, kırmızı kolonlar da yükselen piyasa ekonomilerinin küresel büyümedeki paylarını, küçük siyah kareler de bu ülkelerin küresel tüketimin artışındaki paylarını gösteriyor. 1970’li yıllardan itibaren kırmızı kolonlardaki istikrarlı artış çarpıcı bir şekilde görünüyor. Bunun anlamı yükselen piyasa ekonomilerinin küresel çıktı artışına giderek daha fazla katkı yapmaları ve küresel tüketim büyümesinin önemli bir kısmını karşılamalarıdır. Tabi bu değişimde Çin’in gelişmesinin payı azımsanamayacak derecede büyük.

Ancak altını çizelim. Tüm bu gelişmeye rağmen yükselen piyasa ekonomileri ve gelişen ülke kategorisindeki ülkelerin yüzde 90’ında kişi başına düşen reel gelir ABD’dekinin yarısından az. Dolayısıyla burada bahsettiğimiz geç kapitalistleşen ülkelerin gelişmiş ülkeleri ya da ABD’yi “yakalaması” değil. Kritik olan bu ülkelerin kapitalistleşmesi. İki ülke kategorisi arasındaki fark halen uçurum düzeyinde olsa da Çin gibi dev bir ekonominin yükselişi, kritik önemde.

Haftaya, son küresel ara rejimin geç kapitalistleşen ülkelere etkilerini, merkezkaç hareketin güncel konumunu ve bu bağlamda “utangaç kalkınmacılığı” tartışacağım.

Tüm yazılarını göster