'Karşımızda gerçek bir düşman var'

Hüsnü Arkan'ın yeni romanı 'Gülhisarlı Terziler' raflardaki yernini aldı. Arkan romanında bir terk etme tutkusuna, kaçarak süren bir varoluş mücadelesine ve ülkenin yakın tarihindeki acılarına temas ediyor.

Abone ol

Nida Dinçtürk  nidadincturk@gmail.com

Hem sözlü hem de yazılı hikâyelerin ustası Hüsnü Arkan’ın son romanı “Gülhisarlı Terziler” okurla buluştu. Seneler boyunca sevimli, eğlenceli, absürd hikâyelere sahne olan Ege coğrafyası, “Gülhisarlı Terziler”de alışılmadık bir gerçekçilikle dikiliyor karşımıza. Kuzey Ege’de küçük bir kasaba olan Gülhisar, tahmin edilenin aksine huzurdan uzak, insanların sokaklarında sessizce yürüdüğü, kadınların terk edildiği, çocukların hiç dönmeyecek babalarını beklediği ve sakinlerinin mutlu olma fikrini çoktan unuttuğu bir kasaba. ‘Beklemenin profesörü’ Ayhan Demir ise hem kasabanın tek ve ıssız oteli Ilıca Otel’in en küçük sakini, hem de kasabada yaşamın sürdüğü tek mekan denilebilecek terzi dükkanının son terzisi. Yaşamını Gülhisar’da sürdürmeye hiç niyeti olmayan Ayhan Demir’in hayattan beklediği çok bir şey yok. Ne zengin olmayı, ne bir şeylere sahip olmayı ne bir aile kurmayı, ne de bir ‘şey’ olmayı hayal ediyor. Sadece gitmenin peşine düşüyor, geri dönmesizce gitmenin…

Bu terk ediliş arzusu üstünden Türkiye’nin yakın tarihini de sayfa sayfa aralayan “Gülhisarlı Terziler” acının dününü, bugününü gözler önüne seriyor. Üstelik yıllarca Doğu coğrafyası üzerinden okuduğumuz ‘bu topraklara ait olamama’ hikayelerinin, düşündüğümüz kadar uzağımızda olmadığını; bu halin dinle, dille, ırkla hiçbir bağının olmadığını anımsatıyor.

Gülhisar aslında kendi çapında insanların yaşadığı, sakin bir kasaba. Peki, orayı bu kadar lanetli kılan şey ne? Neden herkes buraya sırtını dönüyor?

Ortada bir lanet olduğunu söylemek güç… Ama ülkede ve dünyada olup bitenlere bir uzaklık var. Bu aynı zamanda vicdanî bir uzaklık; bugün toplumun çoğunluğu bu uzaklıkla malûl. Herkesin sırtını döndüğü şey aslında coğrafik bir alan değil. Gerçeğe sırtımızı dönüyoruz. Bunu yalnızca mesafelerle ve cehaletle açıklayamazsınız, eksik kalır. Ortada on yıllarca, siyasî basiretsizliklerle beslenmiş apatik bir toplumsal eğilim var. Birbirimizin sevincini ve acısını anlayabilecek halde değiliz. 15 Temmuz’da, Gezi’de tepki göstermeyenler, tepki gösterenleri anlamıyor. Siyasî güç sahipleri bu duyarsızlıkları ahlaksız bir biçimde kullanıyor. Zaten bu duyarsızlığı her gün yeniden yaratan da onlar. Bir lanet varsa, o da bizim birbirimizden habersiz olmayı kabullenmemizdir. Düşünebiliyor musunuz, 60’lı yılların sonunda, Türkiye İşçi Partisi programına alana kadar Kürtlerden bile habersizdik. Dünyanın tek uyanığı biziz sanki. Belçika’da Volanlar ve Flamanlar eşit haklara sahip. Resmen iki dilleri var. İsviçre bağımsız kantonlara bölünmüş. Bu ne kadar sürer bilmiyorum ama ellişer, yüzer yıllık çözüm dilimleri, çatışmadan ve genç ölümlerden yeğdir. İnsan doğduğu toprağı niye terk eder, yurduna niye sırtını döner? Siz Belçika’dan, İsviçre’den Türkiye’ye kitlesel bir göçe şahit oldunuz mu? Ben olmadım. Sorun haklar ve özgürlükler meselesinde düğümleniyor. En basit haklar ve özgürlükler. Yaşama hakkı, dilini konuşma özgürlüğü, ana dilde eğitim özgürlüğü, yerel yönetim özgürlüğü… Vatan denen şey haklar ve özgürlüklerle bölünmüyor. Bir takım üçkâğıtçıların çıkarlarıyla bölünüyor. Todor Jivkof Bulgaristan’daki Türk köylerinin isimlerini değiştirirken yandım anam diyeceksin, sonra Amed’e Diyarbakır, Dersim’e Tunceli adını takacaksın. Bunlar ‘cambaza bak’ kurnazlıkları.

'ŞIRNAKLI, CİZRELİ NEREYE GİTSİN'

Gülhisarlı Terziler birkaç farklı kuşaktan insanın hikayesini okurken ülkeyi "terk etme" arzusunun baskın olduğunu görüyoruz. Son yıllarda yaşadıklarımızdan sonra Türkiye'de de genel bir "terk etme" türküsü tutturulmuş vaziyette. Geldiğimiz noktada dünyanın hiçbir zaman iyi bir yer olmadığını söyleyebilir miyiz?

Terk etmek yeni bir eğilim değil. 60’ların ortasında yaşanan Almanya rüyasını hatırlayalım. Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü’nü ya da Yılmaz Güney’in Almanya’ya gitmek isteyen vasıfsız bir işçiyi canlandırdığı sahneyi. Bu ülke o zamanlar da bu ülkeden kurtulmak isteyenlerle doluydu. Sorun çok basit. İnsanlar, insan yerine konulmak istiyor. Kurtulmak istiyorlar. Ha, orada insan yerine mi koyuluyorlar? Hayır. Ama ekmek ve güvenlik gibi en basit ihtiyaçları bir biçimde karşılanıyor. Bu sadece Türkiyelilerin sorunu da değil. Kongo’da yaşayanlar Belçika’ya gitmek istiyor, Surinam’da yaşayanlar Hollanda’ya, Cezayirliler Fransa’ya. Bu biraz da coğrafik bir adalet arayışı ve yaşam hakkıyla ilgili… Şırnaklılar, Cizreliler nereye gitsin? Adamın köyünü, kasabasını boşaltmışsın, ortada bırakmışsın. Binlerce aile var. Nereye gitsinler? Bu konuda karşımızda ‘dünyadan’ daha gerçek bir düşman olduğunu söyleyebilirim.

Kitabın bir bölümünde Ayhan, Lütfü Usta için "İnsan o kadar çile çektikten sonra mutlu olabilir miydi" diye düşünüyor. Sizce daha kolay mutlu olmayı öğrenmez mi? Yoksa bedeni artık mutlu olmayı mı unutur?

Mutlu olmanın iyi insan olmakla ve erdemle herhangi bir ilişkisi yoktur. Bütün devlet sistemlerinin hikâyeleri bize hep şunu anlatır; çok çile çektik ve artık topluca mutluyuz. Hayır, mutlu değiliz. Kişiler olarak çok çile çektik ve hâlâ çekiyoruz. Devlet hep abat oluyor, birey hep can çekişiyor. Devlet mamur, birey mağdur… Alişimin Kaşları Kâre türküsünü dinleyin. Bir ana savaş alanında ölmüş oğlunu arar. Buradan mutluluk çıkmaz ki. Buradan çıkacak mutluluğun, bekanın gıdım değeri yoktur.

'SURİYELİLER YALNIZCA YAŞAMAK İSTİYOR'

Son yıllarda şahit olduğumuz tüm acı olaylara ve sınırımızda süren savaşa rağmen toplum nezdinde ciddi bir Suriyeli karşıtlığı oluştu. Kitapta Ayhan'la Dilaver'in de ülkeyi terk etmek pahasına nasıl tehlikeli bir yolculuğa kalkıştıklarını tüm detaylarıyla okuyoruz. Kitabın bu kısmını biraz da toplumdaki bu çirkin karşıtlıkla mücadele etmek için detaylandırmış olabilir misiniz?

Çirkinlik, evet… Suriyeliler hakkında ileri geri konuşanlar, genel olarak Avrupalı ırkçıların Türkler hakkındaki fikirlerini sergiliyorlar. Binlerce Suriyeli aile ölümü göze alıp toprağını terk ediyor. 60’lı yıllarda binlerce Türkiyeli işçi Almanya’ya göç edebilmek için yarış atlarının satışında yapıldığı gibi ağızlarını açıp dişlerini göstermişlerdi. Bu, ölümü göze almak değil ama yine de korkunç bir şey olmalı. Ancak yeni göç dalgasının detayları biraz daha can yakıcı. Günümüz göçmenleri iş filan aramıyor, yalnızca yaşamak istiyorlar. Mümkünse biraz daha iyi yaşamak…

Ilıca Otel giderek suya gömülen bir gemi gibi fakat mürettebattan kimse diğerini yüzeye çekmeye çalışmıyor. Söz gelimi Günnur, ablasının yaşadıklarından ders almaya çalışmadığı gibi ablası da onu yönlendirmeyi denemiyor ya da bu iki kadın Ayhan Demir'in daha sağlıklı bir yaşam sürebilmesi için hissedilir bir çaba sarf etmiyorlar. Aslında bu gemide kimse battıklarının farkında değil mi?

Umursamazlık bu toplumun genlerinde var diyemeyeceğim. Her toplumda bu kadarı vardır. Sorun bizim iktidar denen şeyle ilişkilerimizde. Çocuğu yönetilecek bir şey olarak görmemizde. Devlet anneyi çocuğa âmir olarak atayabiliyorsa, anne de çocuğa bir iktidar alanı olarak bakar. Buradan olumlu bir gelecek çıkmaz. Çocuklarımızı eğittiğimiz kadar devlet politikalarını da eğitmemiz lazım. Yoksa emin olun, bu gemiden hiçbir çocuk karaya çıkamayacak.

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Herkeste aynı şekilde tezahür eder mi bilmiyorum ama Gülhisarlı Terziler'den sonra benim burnumun direği sızladı ve kendimi bir anda fotoğraf albümlerinin başında buldum. Geçmiş ne kadar sancılı olursa olsun insan hep mutlu anlarını anımsıyor galiba. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, kitabın böyle bir duygu uyandırmasını neye yoruyorsunuz?

Doğrusu, okuyucuda böyle bir duygunun uyanıp uyanmayacağını bilmiyorum. Ayhan Demir’in durumu karşısında kendinizi şanslı hissetmiş olabilirsiniz. Yirmi küsur yıldır tekerlekli sandalyede yaşayan bir adamı anlatıyorum. 35 yıldır süren bir savaş var. Barışı talep etmek çoğunluğun gündeminde değil. Kitlesel ağırlıkları olan siyasi güçlerin de gündeminde değil. Barış isteyen onlarca gazetecinin, yazarın içerde olduğu bir ülkede nasıl mutlu olunur bilemiyorum. Bence onlar mutlu olmayı dışardakilerden, hepimizden daha çok hak ediyorlar.

Siz yazılı olduğu kadar sözlü olarak da başarılı bir hikaye anlatıcısısınız. Hikaye anlatmak sizin için ne ifade ediyor?

Hikâye işte! Moda deyimle ‘paralel’ bir gerçeklik yaratıyorsunuz. Edebiyatın asıl gücü insanların, özellikle de gençlerin kafasında düşünceler uyandırmak. Özgürlüğün ve vicdanın mümkün olduğunu ben okuduğum romanlardan öğrendim.

Hüsnü Arkan kimdir?

Hüsnü Arkan 1958 yılında İzmir’in Kınık ilçesinde doğdu. 1975 yılında, Bergama Lisesi’ni bitirdi. Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Yüksek Okulu’nda üç yıl mimarlık okuduktan sonra, 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.

1985’te, kesinleşen cezası nedeniyle yurt dışına çıktı. Bir yıl Atina’da, beş yıl Hollanda’da, iki yıl Köln’de yaşadı. 1987 yılında, Amsterdam’da, arkadaşlarıyla Hezarfen adlı müzik grubunu kurup, Avrupa’nın birçok kentinde kendi şarkılarını seslendirdi. 1990’da, Şanar Yurdatapan’ın düzenlemeleriyle ilk solo albümü Bir Yalnızlık Ezgisi’ni çıkardı. Kendi şarkılarından oluşan bu albümde, şarkı sözlerinin yanı sıra, Nazım Hikmet, Can Yücel, Ülkü Tamer, Muzaffer Erdost ve Louis Aragon’un dizelerine de yer verdi.

1993’te Türkiye’ye döndü ve Ezginin Günlüğü’ne katıldı. Grubun on bir albümüne şarkılarıyla ve sesiyle katkıda bulundu. 2005 yılında Destur adlı projeyle Deli Bu Dünya albümünü çıkardı. 2010 yılına kadar yüze yakın şarkısı yayımlandı. Aynı yıl Ezginin Günlüğü’nden ayrıldı.

Hüsnü Arkan, Türkiye’ye döndükten sonra, bir yandan da edebiyat çalışmalarını sürdürdü. İlk romanı Ölü Kelebeklerin Dansı, 1998 yılında Metis Yayınları’ndan çıktı. Romanda, küresel adaletsizlik ve mültecilik konularını işledi. İkinci romanı Menekşeler Atlar Oburlar’da, 12 Eylül faşizmi koşullarını, iktidar sahipliğini, bireyin iktidarla ve kaderiyle ilişkisini işledi. Bu kitap, 2001 yılında, Om Yayınları’ndan çıktı.

Üçüncü romanı Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer, 2005’te Yapı Kredi Yayınlarından çıktı. 1914 Şark Savaşı’nı konu alan romanda, İstanbul’dan Orta Asya’ya uzanan geniş bir coğrafyada, yüz yıla yakın bir tarihî alanda, savaşın insan kaderiyle ilişkisini inceledi.

Aynı yıl, edebiyatçı Yiğit Bener ve Levent Mete’yle birlikte, ayda bir yenilenen iktidarsiz.com adlı internet sitesini yayınlamaya başladı. Bu sitede yetmişe yakın makalesi yayınlandı. Yine aynı yıl, Seyhan Kitap’tan, Hiçe Doğru adlı şiir kitabı yayınlandı. 2008 yılında, Uyku adlı romanı İthaki Yayınları’ndan çıktı. İlk kitabındaki gibi fantastik öğelere yer verdiği bu romanda, karşı-ütopya kavramını ve siyasi alanla birey arasındaki ilişkileri eleştirdi. Romanlarında ve şiirlerinde, genel olarak, adalet, ahlak ve bireyin kaderiyle ilişkisi temalarını ele aldı.