Kalpsiz dünyanın kalbi

Bir keyif olarak cezbe, hayatla tutunma yeri olarak rabıta ipi, ev olarak dergah, baba olarak şeyh, komünite olarak tarikat; bitik bir berduş için yeniden doğmak. Artık, kendinizi harcamanın anlamlı bir yoluna sahipsiniz. Yani bir davanız var.

Osman Özarslan osmanozarslan@gmail.com

Geçtiğimiz hafta, Adıyaman’ın Menzil köyünü dergah haline getirmiş olan tarikat şeyhi hayatını kaybetti ve sonrasında yaşananlar, pek çok bakımdan ibretlikti. Öncelikle, tarikatın intisaplılarının sayısal büyüklüğü çok konuşuldu ve cenazeye yaklaşık 2 milyon civarında kişinin geleceği/geldiği söylendi. Ezici çoğunluğunu yoksulların oluşturduğu ama, toplumun her sınıfından, her katmanından insanlar, büyük bir disiplin ve tevekkül içinde cenazeye geldiler, katıldılar ve döndüler.

Geride, en azından seküler dünya için, tarikat holdingin finansal büyüklüğü, tarikatın üçe bölünmesi sonrası tövbelerin sıfırlanması, bu tarikata intisab etmiş olanları makarnacılar hikayesine bağlayacak komikli videolar kaldı.

Güldük, eğlendik.

Öte yandan, ben, herhangi bir sosyal medya kullanıcısından ziyade, bir sosyal bilimci olarak, meseleye "bu kadar insan bu tarikata neden bağlanmış" sorusu üzerinden bakmaya çalışacağım. “Cehalet, ahmaklık, AKP’nin 20 yılı, e zaten Adıyaman…” bunlar hazırcevaplar, biraz daha dikkatle bakmaya çalışalım, zira derinlerde sanki başka bir şeyler var.

Ama önce şu “din afyondur” meselesine bakalım. Zira yalnızca, bu süre boyunca en fazla kullanılan aforizmalardan birisi olmasının ötesinde, afyon, Menzil meselesini açıklamak için önemli bir metafor.

“Din halk(lar)ın afyonudur” sözü, aslında Marks’ın, H. Heine ve M.Hess’in aforizmalarından, Hegelci idealizm ve Feuerbach materyalizmine karşı geliştirdiği tiradlardan birisidir. Tam olarak şu şekildedir: “Dinsel ıstırap hem gerçek ıstırabın dışavurumu hem de gerçek ıstıraba karşı bir başkaldırıdır. Din, ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkların afyonudur.” Afyon metaforunu, Marks’tan önce kullanan Heine meseleyi şöyle alır: “Tatlı ve uyuşturucu manevi afyon damlalarıyla, bir yudum aşk, umut ve tevekkül arzusuyla ıstırap içindeki insanların acı kadehine dökülen dini selamlayın” ve M. Hess için ise din-afyon “Afyonun ağrılı hastalıklarda acıyı dindirmesi gibi, din de (…) serfliğin mutsuz bilincini (…) katlanılabilir hale getirebilir.”(1)

Yani 1840’lar boyunca Alman İdealizmi ve Hegelcilikle hesaplaşmaya çalışanlar için, dinin afyon olma özelliği ikili bir anlam ifade ediyor, bilhassa Marks’ın alıntısında görüleceği gibi dinin kendisinin ikili anlam ifade etmesi (hem isyan hem çile) gibi, afyon da hem ağrı kesme/keyif verme işlevi hem de uyuşturma ahmaklaştırma işlevi bakımından metafor olarak kullanılıyor. Bilhassa konumuz bağlamında, M.Hess, Menzil’e intisab etmiş yoksullara o yıllarda yaklaşık olarak karşılık gelen “serfliğin mutsuz bilincini katlanabilir hale getirme” üzerinden yaklaşıyor din-afyon meselesine.

Fakat, seküler dünya 'din halkın afyonudur' diye kestirip attığında, dinin keyif verici/ağrı kesici yönünü de kestirip atmış oluyor.

Bu mutsuzluk ve ıstırap meselesini Hegel sonrası sosyalistler genelde yoksulluk üzerinden okur, gelir dağılımındaki mesele sosyal adalet üzerinden çözülürse, hayat mutlu bir yer haline gelebilirmiş gibi. Fakat, Weber buraya ontolojik bir itirazda bulunur, modernizmin Protestan etiği, hayatın büyüsünü bozduğu için, dünyevi rasyonelliğin demirden kafesi, hayatı sıkıcı bir yer haline getirmiştir.

Weber’in bu tezi üzerine çalışma yapan pek çok düşünür, erken modernliğin bir büyü bozumu olmakla birlikte, sonrasında insanların yaşamı büyüleyecek mekanizmalar aramaya devam ettiklerini ve kendilerini büyüleyen şeyleri arayıp bulmakta pek de mahir olduklarını söylerler. Örneğin Weber’in karizmatik otoritesi aslında kısmen bir büyülenmedir fakat bunun ötesinde, örneğin Disneyland, McDonalds, AVM’ler(2), giderek holdingleşen katedraller, konulu restoranlar, tematik parklar ve son yıllarda yaşadığımız bireyselleştirilmiş lezzet ve keyif deneyimleri vb., erken modernliğin askıya aldığı büyüyü geri getirme çabası olabilir, en azından meseleyi böyle tartışan ciddi bir literatür var.(3)

Menzil’e de işte buradan bakarsak, yani büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemek ya da Marks’ın yarım gördüğümüz aforizmasının kalanı ‘kalpsiz dünyanın kalbi, dünyevi ıstıraba karşı iç çekiş, afyon-din’ olarak bakarsak, burada yaşanan kitleselleşmeyi biraz daha iyi anlayabiliriz.

Zira Menzil gerçekten sıradan insanı, berduşları, alkolikleri, kimsesizleri, yoksulları büyülemek için kurulmuş bir tertibattır.  

Gene tüm bu süreç boyunca sosyal medya timeline’larında en fazla Atatürk’ün “Türkiye, şeyhler, meczuplar, dervişler memleketi olamaz” vecizini/uyarısını sıklıkla gördük.(4) Sözün aslında mensuplar diye söylenen ama bir tür galat-ı meşhur olarak ‘meczup’lara dönüşen bu Freudyen dil sürçmesi, tam da Menzil efsanesinin kendisini kurduğu yerdir. Mesela Menzil Şeyhinin ya da onların sevdiği isimle Gavs’ın ölümünün ardından dolaşıma giren komikli videolardan birisinde, şeyhe karşı sevgisini anlatan insanlar, ara ara tuhaf sesler çıkarmaktadırlar; bu görüntüler tıpkı şeyhin attığı iple rabıtaya girmeye çalışan mensupların yapmaya çalıştıkları gibi anlamsız ve komik görünebilir.

Ama bence değil.

Bu bir tertibatın sonucu ve tuhaf gelebilir ama bir grup yoksul insanın hayattan keyif alma ya da dünyevi ıstıraba afyon damlatma biçimi. Zira her ‘Allah’ ya da ‘peygamber’ dediklerinde, peygamber sıfatlarını ya da esma-ül hüsnayı zikrettiklerinde, cezbe geçirebildiklerini yani rabıta aracılığıyla bir tür tanrısal çeki(l)me girdiklerini düşünüyorlar, bize meczupça gelen ve Atatürk’e atfedilen dil sürçmesi ile yasaklanan, onların cezbesi ya da daha açık söylersek, Menzil’in köpürerek büyüyen cazibesi bu.

Birisini hatırlamanın cezbesi ve birisi tarafından hatırlanmanın cazibesi. Sürekli olarak bu dergahın taraftarları tarafından buraya ilişkin kullanılan afektif sevgi dili işte bu tutulmanın dildeki inşası.

Buranın şifa kapısı olması, bitmeyen çorba, çorbanın aynı kazan ve kepçeden herkesin ağız tadına göre ayrı keramet göstermesinin elbette inananları vardır ve bu inananlar sayesinde bu dergah bu noktaya gelmiştir ama buranın büyüsü, dünyevi çileyi sürekli olarak etinde kemiğinde ruhunda hisseden, büyülenmeye ihtiyacı olan, kimsenin insan yerine koymadığı, sıradan insanı, en azından insan yerine koyuyormuş gibi yapmasından doğan cazibedir.

Mesela şöyle düşünelim, zengin bir ahlaksızsanız toplum sizi idare etmenin mekanizmalarını geliştirir; ama bitik bir berduşsanız, bu sefer de muhtemelen ailenizden başlayarak toplum sizi dışlamanın mekanizmalarını geliştirir.  

Bir an buradan düşünmeye devam edelim, yoksul bir insansınız, berduş ve alkoliksiniz, hiçbir şeyiniz yok, hiçliğin ortasında anlamsız bir hayatınız var, bütün kapılar yüzünüze kapanmış; bir vesile kendinizi on binlerce insanın yanında bir kapının önünde buluyorsunuz ve bir noktada size bir ip atılıyor, kendinizi bir kozmolojinin içerisinde, anlamlı görmeye başlıyorsunuz, hayatınız anlam kazanıyor, din, gavs, Allah gibi büyük büyük kelimeler öğreniyorsunuz. Artık, kendinizi harcamanın anlamlı bir yoluna sahipsiniz. Yani bir davanız var. Kendinize benzer insanlarla, sizin geçtiğiniz yoldan geçen insanlarla ritmik hareketler yapmaya başlıyorsunuz, artık bir kapınız ve bir aidiyetiniz var.

Bir keyif olarak cezbe, hayata tutunma yeri olarak rabıta ipi, ev olarak dergah, baba olarak şeyh, komünite olarak tarikat; bitik bir berduş için yeniden doğmak.

Ne demişti Mustafa Kemal; “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir”. İşte, bu kadar insan, buraya gidiyorsa, cumhuriyetçiler/sekülerler hatta yer yer sosyalistler, bu makarna kafalılar mavrasını ve orta sınıf sinizmini bir kenara bırakıp, kimin kimsesi olmuşlar ve kime kimse olabilirler ya da daha büyük ontolojik bir mesele olarak bir baltaya sap olmak isterler mi bunu düşünüp tartışmak lazım.

Tabii ki, tüm bunları söylerken burasının yoksullar için bir cazibe/cezbe merkezi olduğunu söylerken, burasının İçişleri Bakanlığı’nın ve devletin derin mahfillerinin denetimi ve gözetiminde olduğunu, buradaki hikayenin en azından 15 Temmuz’dan sonra yoksullukla ilgili bir hikaye olmaktan çıktığını, Menzil’in holdingleştiğini, buralarda literal anlamıyla emek sömürüsü, çocuk işçilik ve ölümlü iş kazalarının yaygın olduğunu bir an olsun aklımızdan çıkarmıyoruz. Fakat, gene de tüm bunlar Menzil’in devlet ile yoksullar arasında bir köprü olduğu gerçeğini ve tam da bundan dolayı burasının yalnızca yoksullar için değil, çakarlı arabalı yeni Türkiye elitleri içinde cazibe merkezi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

NOTLAR:

(1) Bu konuda ayrıntılı okuma için, Michael Löwy’nin, Marksizm ve Din: Halkın Afyonu mu? İsimli makaleye bakılabilir.

(2) Ben burada, dini yoksullar için bir cazibe/cezbe olarak imal etme üzerinden ilerlemeye çalışıyorum. Ama din, bilhassa AVM kültürünün etkisiyle, bir tüketim nesnesi haline de getirilebilir. Burada, öte yandan, Cübbeli’nin ateş geçirmez kefeni ya da cennete götüren terliğini vb. değil, dinin ve mabetlerinin çok yönlü bir AVM gibi (şifa dağıtma, dert görme, bereket verme, psikolojik rehberlik ve danışma vb…), modern dünyanın içinde asr-ı saadeti çağıran nostaljik bir külliye mimarisi ile imal edilmesini kast ediyorum.

(3) Bu konuda ayrıntılı okumak için, George Ritzer’in , Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, isimli kitabına bakılabilir.

(4) Sinan Meydan, Atatürk’ün 1925 yılında yaptığı konuşmadaki tahrifatı, 2019 yılında attığı bir tweet ile düzeltmiş. Burada söz konusu olan şey, meczuplar değil, mensuplar yani yurttaşlık hukuku dışında herhangi bir yere ait olma durumuna cumhuriyet izin vermez diyor Mustafa Kemal, ama yıllar içinde hem cumhuriyetin tutumu hem de Mustafa Kemal’in vecizi aşınıyor. 

Tüm yazılarını göster