Filistin milli dava

İsrail’in var olma hakkını da, İsrail’i de tanıyor Türkiye. Ayrıca, günümüz siyasetinde seçimler, fikirlerle değil hikayelerle kazanılıyor. Bugün ülkemizde, ilginç biçimde, seçim kampanyalarında ekonomi denli dış politika konuları da gündemde. Muhalefete önerim, Filistin/İsrail meselesinde, Erdoğan’ın anlatısının peşine takılmayıp, kendi özgün anlatısını örmesi. Ulusal itibarı her konuda barışı kurmakta arayan akılcı ve gerçekçi bir dış siyaseti öncelemesi.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Bazı ürünlere “premium” etiketi yapıştırılması gibi, kimi dış politika meseleleri, dosyaları da “milli dava” oluyor. Herhangi bir konunun milli davaya dönüştürülmesinin akademik açıdan anlamlı, diplomatik bakımdan etkin olmadığı görüşündeyim. Ötesi, “milli dava” tanımının içeriğini doldurabileceğimizi de sanmıyorum.

Milli dava denilerek betimlenmek istenen sanırım İslamcısından, solcusuna tüm iç siyasi yelpazenin üzerinde ortaklaştığı dış konu. Böyleyse, günümüz Türkiye’sinde anti-Amerikancılık da artık milli davadır diyebilir miyiz? Kıbrıs da milli dava. Belki Dağlık Karabağ? Pekiyi, Ermeni Soykırımı milli dava mı? Ya, Kürt Meselesi? Hayır, o terörle mücadele. E terörle mücadele, küresel dava zaten.

Bir ülkenin ulusal güvenliği tehdit altında olduğunda siyasi görüş ayrımı gözetmeksizin tüm yurttaşların hür ve adil seçimle işbaşına gelen hükümetin yanına hizalanması milli dava. Buna karşılık, Fransızların tarım ürünlerini değerlerini artırmak kaygısıyla kökeni resmen sabit “AOC” (“appelation d’origine contrôlée”) olarak sınıflandırması gibi, “milli dava” sertifikası alan konuda söz söyleme olanağı daralıyor.

Farkındaysanız insancıl hiçbir şey söylemedim bu satıra kadar. Yoksa yetenekli genç çizer Utku Can Akyol’un tek karede çizgisiyle işlediği gibi bacaklarını İsrail bombardımanında yitirmiş Filistinli göstericinin tekerlekli sandalyesinde taş atarken keskin nişancılarca uzak mesafeden öldürülmesi bile tek başına yeterli bir hükme varmak için. Kim haklı, kim haksız onu konuşmuyoruz anlayacağınız.

O kadar farklı yerlerden durup bakılacak bir konu ki Filistin. Birinci Dünya Savaşı’nda bırakıp, çizgiyi bugünkü Suriye sınırımıza kadar bir nefeste neden geri almışız diye (mesela Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabını okuyarak) sorabilirsiniz. Filistin’de Birleşik Krallık yönetiminin sonunu getiren Hagana, Irgun tipi silahlı yeraltı yapılanmalar Kıbrıs’taki özel harp mücadelesine model oluşturmuş mudur araştırabilirsiniz.

İsrail kurulduğundan bu yana Filistinlilere kalan Gazze ve Batı Şeria alanlarının gelişimini haritalardan inceleyebilirsiniz. Gazze ve Batı Şeria yönetimleri, yahut Hamas ve Fetih yapıları, liderlikleri arasındaki ayrımlara bakabilirsiniz. Öncesine dönüp, FKÖ ve Arafat ile bizim sol hareketlerin ilişkisini (mesela Cengiz Çandar’ın Mezopotamya Ekspresi kitabından) okuyabilirsiniz.

Batı Şeria denilen yerin yerküremizde gerçekten medeniyetin beşiği olarak adlandırılabilecek ender yerlerden olmasının karşısına, Gazze’nin nasıl bir “modern” toplama kampı olduğunu koyabilirsiniz. Filistin denince, “ümmetin davası” anlamak yerine Hristiyan Filistinlilerin de olduğunu anımsayabilir, belki Yahudilerin de bir anlamda “Filistinli” olduğu üzerine kafa yorabilirsiniz.

Üstünde Mescid-i Aksa olan yerin altının Ağlama Duvarı (Süleyman Tapınağı) olduğunu gidip görebilirsiniz. Bizde Davutoğlugiller Kudüs Osmanlı yönetimindeyken üç dine mensup topluluklar üzerinde nasıl bir adalet hüküm sürdüğünü anlatırken, Filistinlilerin Osmanlı’yı hiç de hayırla yad etmediğini kendilerinden dinleyebilirsiniz.

Hiçbir ülkenin, kendimizinki dahil, eleştiriden bağışık olmadığı ortadayken, İsrail eleştirisini az kazıyınca, sürekli “bizde yoktur” varsaydığımız çiğ bir Yahudi düşmanlığının, yine soldan sağa tüm yelpazeyi kapsar biçimde, çiğ biçimde altından sırıttığını gözlemleyebilirsiniz. ABD’den bazı hahamların, Fransa’dan bazı düşünürlerin İsrail siyasetini ne denli keskin eleştirdiğine rastlayabilirsiniz.

İsrail’in kuruluşunda yalnızca Yahudi Soykırımı (Shoah/Holocaust) sonrası değil öncesi göçler de olduğunu, orada güçlü bir toplumsal eşitlikçi damar da bulunduğunu öğrenebilirsiniz. İsrail kurulduktan sonra ise asıl büyük nüfus göçünün civar Arap ülkelerinden özellikle Bağdat’tan gerçekleştiğini, daha sonra benzer büyüklükte göçün SSCB yıkıldıktan sonra yaşandığını, bu durumun toplumsal dokuda dolayısıyla siyasette dönüşüm yaşattığını not edebilirsiniz.

Bugün de, İsrail’den geriye bir tür “hayalkırıklığı” göçü başladığına, hatta bunun özellikle Almanya’ya doğru olduğuna şaşırabilir, İsrail’de toplumsal hamurun giderek mayasının bozulmakta olduğunu saptayabilirsiniz. Buna karşılık, ABD’den askerliğini (erkeklere üç, kadınlara iki yıl) yapmaya gelenler gayet hatırı sayılır sayıdayken, en çığırtkan barış düşmanlığı yapan yobazların hayatlarını “din eğitimine” vakfettikleri gerekçesiyle askerlik hizmetinden muaf oldukları üzerinden bizim buralarla düşünsel koşutluklar kurabilirsiniz. Laik-dindar geriliminin, bizdeki gibi orada da müzmin bir burulmaya dönüştüğünü görebilirsiniz.

İslam İşbirliği Teşkilatı’nı toplayıp, bildirgeye “Doğu Kudüs başkent olmuştur” yazmakla işin olmadığını, teker teker ülkelerin adım atması gerektiğini düşünebilirsiniz. Bugünkü ABD dış politikasının BAE, SA, Mısır ve İsrail’in İran alerjisi çizgisine hizalanmasına dayandığını, Ankara’nın bunların dördüyle de iletişiminin kısıtlı olduğu gibi, Başkan Trump yönetiminde bu işlere bakan ve kendi de inançlı bir Yahudi olan damad-ı şehriyari Jared Kushner’e erişimimiz bulunmadığını teslim edebilirsiniz.

Büyükelçi’yi “istenmeyen kişi” ilan etmeden, büyükelçiliği kapatmadan, bakanlığa çağırıp “bir müddet ortalarda görünme” demenin “zorunlu karşılıklılık” olduğuna, bir senden bir benden derken şimdi ne Tel Aviv Büyükelçimiz, ne Kudüs’te Büyükelçi ünvanlı Başkonsolosumuz kalmadığına kafa yorabilirsiniz. Büyükelçi'yi gönderirken havaalanına televizyon ekipleri göndermek hangi protokol kitabında yazar, ne getirisi olur araştırabilirsiniz. İsrail’le ticaret ve enerji ilişkileri sürekli derinleşir, genişlerken diplomatik ilişkileri kopartmanın ne işe yarayacağını sorgulayabilirsiniz.

Şimdilik yeteri kadar soru sorduk. Çıkan kısmın özeti: İsrail-Filistin barış süreci, İsrail’in tanınmasına karşılık Filistin’in de 1967 sınırlarıyla tanınması ve/ama Kudüs’ün ortak başkent olması gibi basitçe özetlenebilecek bir hattan bitkisel türden de olsa hayata tutunmaktaydı. Şimdi, Büyükelçiliği Kudüs’e taşıyarak Başkan Trump hastayı yatağında boğdu. Barış yoktu, artık umudu da öldü.

Türkiye’nin oynayacağı diplomatik rol var idiyse, o da artık yok. Filistin, bugün yeni bir Yenikapı mitingiyle seçim kampanyasının bir parçası. Muhalefet, muhalif adaylar Cumhurbaşkanı Erdoğan’a İsrail’e yönelik “ne karar alırsan arkandayız” demekle kampanya yapmış da, (ne demekse) “devlet adamı sorumluluğu” sergilemiş de olmuyor. Keza, “Doğu Kudüs’te Büyükelçilik aç” demek de, “git Mısır Çarşısı’nda dükkan aç” demek gibi olmuyor.

Anımsayalım, İsrail’in var olma hakkını da, İsrail’i de tanıyor Türkiye. Ayrıca, günümüz siyasetinde seçimler, fikirlerle değil hikayelerle kazanılıyor. Bugün ülkemizde, ilginç biçimde, seçim kampanyalarında ekonomi denli dış politika konuları da gündemde. Muhalefete önerim, Filistin/İsrail meselesinde, Erdoğan’ın anlatısının peşine takılmayıp, kendi özgün anlatısını örmesi. Ulusal itibarı her konuda barışı kurmakta arayan akılcı ve gerçekçi bir dış siyaseti öncelemesi.

Bence, her renkten muhalefet İsrail’in hükümetini, devletini, halkını, Yahudileri ve Yahudi dinini bir bulamaç içinde birbirlerine karıştırmaktan sakınıp, soğukkanlı, akılcı ve barışçıl önerileri, kısıtlı konuşma notlarına sadık kalarak ortaya koymayı yeğlerse, Filistin’e ve Filistin halkının durumunun görece iyileşmesine daha somut katkı yapar. Zira “ver coşkuyu, ver gazı” yarışına girmek, göğüs yumruklayıp, saçını başını yolmak ne dışarıda Filistin halkına, ne içeride seçimi kazanmaya korkarım hiçbir katkı sunmayacak.

*Bir film önerisi: “Gatekeepers” (2012)

Tüm yazılarını göster