Enkaz ama hangi enkaz?

Türkiye bilimden uzaklaşıyor. Tıpkı pandemide olduğu gibi, tıpkı ekonomik krizde olduğu gibi, bilim insanlarına kulak vermediği için büyük hasarlarla, toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Şimdi de zaten pandemi sürecinde bir buçuk yıl boyunca uzaktan eğitime maruz kalan öğrencileri bir kere daha aynı zorluklarla karşı karşıya bırakarak ülkedeki bilimsel gelişmenin geleceğini de riske atıyor.

Aslıhan Aykaç aslihanaykac@gmail.com

Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden on gün geçti. Artık yaşama tutunma ve mucize beklentisi yerini ölümle, enkazla yüzleşmeye bıraktı. Yas tutmanın, acı çekmenin beş evresinden söz edilir; inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme. Oysa biz henüz yolun çok başındayız. Bu kadar büyük bir kayıp ve bu kadar kitlesel bir travma karşısında henüz yasla ve acıyla nasıl başa çıkacağımızı bilmiyoruz. Yaşananları muhakeme etmeden ve bilincimizi netleştirmeden düze çıkmamız mümkün değil, oysa enkazın tozu hepimizin üstünde.

DEPREM ENKAZI

Bilim insanları defalarca uyarmasına, bulunduğumuz coğrafyanın depremlere gebe faylarla sarılı olduğu bilinmesine rağmen insan arsızlığı, iktidar açlığı, tedbirsizlik 24 yıl sonra aynı felaketle karşı karşıya kalmamıza neden oldu. 18.000 kişinin öldüğü 1999 depreminden sonra olası bir İstanbul depreminin riskleri tartışılırken, daha iki yıl önce daha düşük ölçekli daha az kayıplı İzmir depreminin hatırlatmasına rağmen Türkiye’de depreme karşı hiçbir önlem alınmadı. Bugün Cumhuriyet tarihinin en büyük depremi ve en yüksek can kaybıyla karşı karşıyayız. Ancak bu tedbirsizlikle, bu zihniyetle, daha acılar bu kadar tazeyken şehirleri düzleyip yeniden inşa etmenin hayaliyle ellerini ovuşturan harislerle biz daha çok can kaybederiz.

DEVLET ENKAZI

Depremle birlikte gözler önüne serilen bir başka enkaz da devlet enkazı oldu. Depremin ilk gününden itibaren deprem bölgesinde halkın, medyanın, gönüllülerin ve arama kurtarma ekiplerinin ortak kanısı koordinasyon eksikliğine odaklandı. Bu koordinasyon eksikliği her konuda yetkiyi kendi bünyesinde toplayan merkezi yönetimin yerelden habersiz olmasına, hem merkezi yönetimin yereldeki idari birimleriyle hem de yerel yönetimlerle bir bürokratik işbirliği, yetki paylaşımı, basit bir hiyerarşi bile kuramamış olmasına bağlıydı. Olası bir deprem durumu bilim insanları tarafından defalarca dile getirilmesine, imar barışının yaratacağı riskler hakkında muhalefet milletvekillerinin meclisteki uyarılarına rağmen iktidar bildiğini okudu, dirençsiz binaların denetimsiz bir biçimde yükselmesine, sonuç olarak milyonlarca insanın evsiz kalmasına, binlerce insanın hayatını kaybetmesine göz yumdu.

Sorunun ikinci bir boyutu da konuyla ilgili kurumların başına iş bilmeyen insanların yine merkezden atanmış olması, bu atamaların bir takım kafa kol ilişkileri sonucu gerçekleşmiş olmasıydı. AFAD Afetlere Müdahale Genel Müdürü İsmail Palakoğlu’nun afet yönetimi ile ilgili bir uzmanlığının olmaması, ilahiyat ve İslam bilimleri uzmanı olması öne çıkan örneklerden bir tanesiydi. Sonuç olarak, AFAD deprem alanına geç müdahale etti, AFAD çalışanları yukarıdan gelecek talimatları beklemeden hareket etmedi; hatta AFAD çalışanları basına konuşma konusunda bile basiret gösteremedi. İktidarın tahakkümü, sağduyulu bir insanın akıl yürütme gerekmeksizin yapması gereken en basit çıkarıma, insan hayatını kurtarmasına engel oldu. Nasıl bir güçtür ki, iktidar sahibinin korkusuyla bir mahşer yerinde insanın elini, kolunu, vicdanını bağlar?

EKONOMİK ENKAZ

Depremlerden önce ülke gündeminin en önemli konusu ekonomik krizdi. Yüksek enflasyon oranı, asgari ücrete, memur ve emekli maaşlarına yapılan artışların enflasyonun yükünü karşılayacak düzeyde olmaması, Türk lirasının değer kaybı bu krizin temel tartışma noktalarıydı. Ülkenin seçim sürecine girmiş olmasıyla birlikte tartışılan bir başka konu da iktidarın inşaata dayalı ekonomik büyüme anlayışının sakıncaları, emlak piyasasındaki yüksek değerleme ve insanların yüksek kira bedelleri ve yüksek satış fiyatları nedeniyle bir barınma kriziyle karşı karşıya kalmış olmalarıydı.

Deprem, ekonomik krizi derinleştirecek. Bunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok, on ilin karşı karşıya kaldığı altyapı, barınma ve yeniden yapılanma ihtiyacı ortada. 13 milyonluk bir nüfusun hayatlarını yeniden kurabilmek için muhtaç olduğu destek de ortada. Depremzedelere 10-15 bin lira vererek sus payı dağıtmayı planlayanlar henüz durumun vahametiyle yüzleşmeye hazır değil. Gazete Duvar’dan Süleyman Karan’ın analizine ve referans verdiği TÜRKONFED 2023 Kahramanmaraş Depremi Ön Değerlendirme Durum Raporu’na göre 17 Ağustos depreminin ekonomik maliyeti yaklaşık 17 milyar dolar olarak hesaplanırken ekonomideki etkisi yüzde 3,3 kadar bir daralma olmuştu. Kahramanmaraş depremlerinde ise on ilde 13 milyon kişinin etkilendiği ve bu illerin milli gelirdeki payının yüzde 9,3 seviyesinde olduğu göz önüne alınınca depremin ekonomik etkisinin en az 84 milyar doları bulacağı öngörülüyor. Depremin ekonomik etkisi yalnızca üretim faaliyetlerinin aksaması değil, milyonlarca insanın uzunca bir süre sosyal korumaya ihtiyaç duyması, kamu sektöründe afet yönetimi ve takip eden süreçlerin neden olacağı maliyetler, bölgede gereken altyapı ve restorasyon faaliyetleri de bu maliyetlerin artmasına neden olacak. Sonuç olarak deprem sürecinin ekonomik boyutu orta ve uzun vadede yeni maliyetler ve yeni sorunları da beraberinde getirecek. Halihazırda iyi yönetilmeyen bir ekonominin bu yükle nasıl başa çıkacağı belirsiz.

AKADEMİK ENKAZ

Depremle ortaya çıkan bir başka enkaz da akademik enkaz olarak niteleyebileceğimiz, mevcut iktidarın bilime, bilim insanlarına, bilimsel eğitime ve ülkenin geleceğinden sorumlu olacak gençlerin eğitimine ne kadar uzak olduğunu gösteren durum oldu. Prof. Dr. Naci Görür’ün depremin gelişini raporlarla gösterdiklerini, kimsenin seslerini duymadığını söylemesi, Prof. Dr. Cenk Yaltırak’ın gözyaşları ve daha sonra Türkiye deprem haritasındaki yanlışlarla ilgili açıklamaları aslında konunun araştırıldığını, bilimsel gerçeklerin ulaşılabilir olduğunu, ancak siyasi otoritenin kendi hırsları ve inşaat sektörüyle yakın bağları nedeniyle bunları görmezden geldiğini, bilimi reddettiğini ortaya çıkarıyor.

Akademik enkazın tek boyutu bu değil. Siyasi otoritenin deprem bölgelerinden tahliye edilen depremzedelerin barınma sorununu çözmek için üniversiteleri uzaktan eğitime geçirmesi ve yurtları depremzedelere tahsis etmesi de acil durumlarda ilk gözden çıkarılanların yine gençler olduğunu düşündürdü. Gerek akademisyenlerden gelen tepkiler gerekse öğrencilerin talepleri hiçe sayıldı, iktidar yine bildiğini okudu. Üstelik KYK yurtlarının ne sayısal kapasiteleri ne de yaşam şartları depremzedeleri barındırmaya uygun. İhtiyaçları karşılamaya yönelik sayısız yerel yönetim ve sivil toplum inisiyatifi olmasına, kamu kurumlarının misafirhaneleri, lojmanları bulunmasına ve hatta devletin rayiç bedeli üzerinden kiralayarak depremzedelere tahsis edebileceği konut fazlası olmasına rağmen siyasi otorite öğrencilerin barınma hakkına çökmeyi tercih etti. Şimdi hangi yüzle sekiz milyon üniversite öğrencisinin oyuna talip olacakları ise merak konusu.

Türkiye bilimden uzaklaşıyor. Tıpkı pandemide olduğu gibi, tıpkı ekonomik krizde olduğu gibi, bilim insanlarına kulak vermediği için büyük hasarlarla, toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Şimdi de zaten pandemi sürecinde bir buçuk yıl boyunca uzaktan eğitime maruz kalan öğrencileri bir kere daha aynı zorluklarla karşı karşıya bırakarak ülkedeki bilimsel gelişmenin geleceğini de riske atıyor.

RUHLARIN ENKAZI

Bütün bu yaşananların en büyük maliyeti en başta depreme maruz kalan, depremden kurtulan ama yakınlarını kaybeden, evinden barkından olan, ait olduğu şehrini yıkıntılar içinde bulan milyonlara, sonra bütün bunları çaresizce izleyen bizlere olacak. Cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanırken böyle bir felaketle karşı karşıya kalmak hepimizin ruhunda yaralar açacak. Yasla yüzleşmenin ötesinde bu yaraların uzun dönemli etkisini yaşayacağız. Bu tür durumlarda sıkça karşılaşılan durumlardan biri travma sonrası stres bozukluğu oluyor. Travma sonrası stres bozukluğu savaş, çatışma, doğal afetler ya da kişisel kayıplar gibi durumlardan sonra bireylerin depresyon, korku, kaygı, uyku bozuklukları, gibi tepkiler biçiminde ortaya çıkıyor. Bu tür olumsuzluklara maruz kalanlar olayın etkilerini tekrar tekrar yaşıyor ve psikolojik desteğe ihtiyaç duyuyor.

Kolektif düzeyde baktığımızda ise deprem sahasında yaşanan kuralsızlık hali, klasik sosyolojik ifadesiyle anomi, bireylerin kendini toplumsal yapı ve ilişkiler içinde konumlandırmasına engel oluyor. Artık içeriyi ve dışarıyı birbirinden ayıran, ev diyebilecekleri güvenli alanlar yok, bireyi destekleyen ailevi bağlar, sosyal çevre yok, uğruna emek harcanacak bir iş yok. Böyle bir durumda insan kendini büyük bir boşluğun ortasında buluyor. Bu durumda bir an önce depremzedelerin bir rutin oluşturabilecekleri, basit de olsa gündelik hayatı yeniden kurabilecekleri bir yaşam alanına ihtiyaç var. Bundan sonraki yardımlar maddi ihtiyaçların yanı sıra depremzedelerin duygu durumunu da güçlendirecek etkinlikler içermeli.

Belki son olarak kolektif travmanın toplumlardaki birleştirici rolüne değinmeli ve bu yazının sonuna bir umut ışığı bırakmalı. Kolektif travma, ortak mücadele ve dayanışma böyle durumlarda yalnızca hayatta kalmak ya da fiziksel koşulları güçlendirmek anlamına gelmez. Kolektif travma birlik duygusunun oluşması için de birleştirici olur. Deprem sonrası toplumun farklı kesimlerinden akan yardımlar, dayanışma ve birlik duygusu farklılıkları bir kenara bırakarak birlikte hareket etmenin önemini gösterdi. Ermenistan’dan, Yunanistan’dan, İsrail’den gelen yardımlar dış politikada uzlaşıya ve işbirliğine duyulan ihtiyacın bir kanıtı. İç siyasette kutuplaştırıcı dilin, dış politikada çatışmacı siyasetin Türkiye’yi getirdiği yer ortada. Bundan sonra yaralarımızı sararken içeride ve dışarıda işbirliği ve dayanışmayla hareket etmenin, birlik duygusu inşa etmenin zamanı.

Tüm yazılarını göster