Devrimci bir eylem: Unutmamak

“Kayıp Bir Devrim Hikayesi”, bugün Galatasaray Meydanı onlara yasaklansa da, unutmamanın sembolü olan Cumartesi Anneleri’nin temsil ettiği bütün kaybettirilenlerin de hikayesi. Faruk Eren, küçük bir çocukken kar topu saldırısından “durun ben Hayri’nin kardeşiyim” diyerek kurtulmasını sağlayan abisini, aynı ruh haliyle “durun ben Hayri’nin kardeşiyim” diye anlatıyor.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Nietzsche, hatırlamayı unutamamayı insanlık halinin en önemli taraflarından biri olarak tarif ediyor: İnsanı hayvandan ayıranın onun hatırlama gücü ve geçmişine mahkumiyeti olduğundan bahsediyor. “Önünde yayılan sürüyü gözle bir: Ne dünü bilir ne bugünü, bir o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar, sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve acılarıyla bağımlı, anın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir üzüntü, ne de bir bıkkınlık duyar.” Çok tanıdık gelmiyor mu bu insanlık dışı hal; hatırlamayan, hatırlanmasından korkan, hatırlamayı yasaklayan, hatırlatana saldıran, geçmişini bugün için uydurduğu palavralara sıkıştıran. Gözlediğimiz, herkesin katılmaya zorlandığı sürünün, sadece anlık korkularını tanıyan, taşıdığı -yeniden yeniden yarattığı- geçmişin acılarıyla ilişkisini kopartmış, “durmadan yola devam” diyen aşırı memnuniyeti, hissetmeye devam etmek isteyen herkese hoyrat muzaffer duyarsızlığı. Nietzsche, insanlık halinden bu kadar kolay çıkılabileceğine herhalde ihtimal vermediğinden bunu izlemenin insana nasıl ağır geldiğinden, yarattığı kıskançlıktan, yenilgi hissinden de bahseder. Artık bu da fazla tanıdık. İnsanlıktan çıkmaya niyet edince, hayvanı kıskanacak bir şey kalmıyor.

Dostum, arkadaşım Faruk Eren yıllardır tüm ailesiyle, yoldaşlarıyla, bütün kaybedenlerle birlikte karnında, sırtında taşıdığı hatıra yükünü, hafıza kıymetini bizlere ikram eden, acımız olduğu kadar gücümüz de olan, yükümüz olduğu kadar onurumuz da olan geçmişi bize yeniden taşıyan bir kitap yazdı: “Kayıp Bir Devrimin Hikayesi, Bir Zamanlar Hasköy’de”. Tanıl Bora’nın kitabın arka kapağına yazdığı satırlar şöyle: “Resmi belleğe şiddetli bir politik kutuplaşmanın karanlık çağı olarak nakşedilen 70’li yıllar, başka bir bakışla, sarsıcı bir toplumsal canlanmanın, büyük heyecanların ve ümitlerin dönemiydi. Faruk Eren, işte Haliç’in kıyı semti Hasköy’ün 70’li yıllarını adımlıyor, gözaltında “kaybedilen” ağabeyinin, Hayrettin Eren’in hikayesini anlatıyor bize. Bu dönemde komşuluğun, ahbaplığın, gündeliğin nasıl deneyimlendiğinden, semtin siyasi-toplumsal tarihine, insanların nasıl devrimcileştiğine dair eşsiz izlenimler sunuyor. Pişmanlıkların, “keşke”lerin, “iyi ki”lerin izini sürerek yalnızca bir ailenin fotoğrafını çekmekle kalmıyor, tanıklık ettiği tarihi aktararak unutmamanın, hatırlamanın, en önemlisi de hatırlatmanın kıymetini teslim ederek Cumartesileri oğullarını, yakınlarını, eşlerini, kardeşlerini arayanlara yoldaş ve yaslarına paydaş oluyor.”

GEÇMİŞİN İÇİNDE BÜYÜMEK 

12 Eylül 1980 sonrasını hatırlayanlar hiç unutmazlar, en çok kullanılan laftı o zamanlar: “80 öncesine mi dönmek istiyorsun?” Benim kişisel cevabım o gün de, bugün de aynı; kocaman bir evet. Faruk Eren, bir zamanlar Hasköy’deki “Kayıp Bir Devrimin Hikayesi”ni anlatırken, acı hatıraların içinden süzdüğü sahici bir romantizmin, naif ama cesur bir iyiliğin, birlikte düşünülebilen bir umudun tatlı karşılaşmalarıyla süren böyle bir yolculuğa çıkartıyor. Dönmeyi isteyeceğimiz, dönemesek bile sevmekten vazgeçmeyeceğimiz, unutturulmasına hiç razı gelmeyeceğimiz bir geçmiş. Daha iyi bir gelecek kurmak için çıkılan yolda kaybettirilmişlerin anılarından gelen güç ve sıcaklık. Faruk, kaybettirilen ağabeyinin, unutulması umulan bir geçmişin kendisinde, çocuk adımlarıyla tekrar gezdiği hafızasında, yeni deneyimlerle başkalaşan sokaklarda kalan izleriyle bizi buluşturdukça, yaşanan acı kadar bu canlı ve sıcak temasın heyecanını, hatta -belki garip geliyor ama- sevincini de yaşatıyor. Tarihin kronolojik vakalar yığını olmadığını, kaybettirilenlerin asla kaybedilmeyecek olan tebessümünü bize gösteriyor.

Kayıp Bir Devrimin Hikayesi, Bir Zamanlar Hasköy’de, Faruk Eren, 200 syf., İletişim Yayınları, 2019.

Defalarca bilgisayardan uçan kitap kopyalarına, kıvranılarak geçirilen sabahlamalara, gözyaşı dolu sohbetlere, neşe ve kahkahalarla anlatılan hikayelere kadar bütün yazım sürecinin tanığı olduğum için, Faruk’un ne kadar içten, ne kadar dikkatli, ne kadar özenli olmaya çalıştığını biliyorum. Yakından tanıyanların çok iyi bildiği gibi, gündelik hayatındaki kendine yüklenmek pahasına kimseyi kırmamak, kimseye haksızlık etmemek gibi “kendinden” hasletlerini kağıda da nasıl aktardığını. Fakat, onu hiç tanımayanlar, hakkında bir fikri olmayanlar bile, kitabın daha ilk sayfalarından berrak samimiyeti ve vicdanlı dikkati hissedecekler. O günleri bilenler, benzerlerini yaşamışlar, anlatılanların sahiciliğini; hiç bunlardan haberi olmamış, anlatılanlardan bile dinlememiş olanlar ise, tanıdıklığı fark edecekler. Küçük bir çocuğun adımlarıyla 70’li yıllardaki Hasköy’e girip “Kayıp Bir Devrim Hikayesi”ni izlerken, öğrenilenler kadar hatırlananlar da şaşırtıyor. Faruk Eren, hatırlamanın en güçlü, en insan tarafına, yani kendisinde bıraktığına ihanet etmeden ama bahsettiği kimseye, değindiği şeylere, anlattığı yerlere de haksızlık etmeden, hamasetin de tuzağına düşmeden yürümeye çalışıyor. Yaşanmış her anın, temas edilmiş her insanın, içinde bulunulmuş her yerin anısına saygıyla.

Eski bir Yahudi mahallesi olan Hasköy’den sinematografik kareler, her biri renkli simalar, gündelik hayata dair eğlenceli detaylar, anekdotlar. Kendini araba sanan Mordi, Marko bakkal, yaşlı haham. 70’li yılların işçi yerleşimlerindeki hayat, sokak sofraları, kahveler, meyhaneler; henüz hemşeri gettolarına dönüşmemiş mahallelerde etnik, kültürel çeşitlilik. Göçlerle devam eden hareketlilik, Kürtler, Aleviler ve diğerleri. Gecekondular, dayanışma, hırs, husumet ve isyan. Haliç kıyısından gazete sayfalarına acı bir Romeo Juliet hikayesi. Kitaplar, plaklar, sinemalar, konserler, tiyatrolar; salgınlar, karantinalar, karartma geceleri, kuyruklar. Bacak kadar ortaokul çocuklarının fabrikadaki işçileri örgütleyebileceklerini düşünebildikleri saf heyecanlar. “Devrimci olmak, solcu olmak ne demek?” sorularına verilen -bugün bu kavramları anlamsız bulanlara da verilebilecek- en naif ama en sahici cevaplar. Mahalle dernekleri, “halka inmek” değil, halkın içinden gelmek, onunla yürümek. Çatışmalar, yasaklar, baskılar, ölümler; sıkıyönetim, askerler, polisler, hapishaneler, işkenceler. Büyük acıların işaretlerini taşıyan rüzgarlar, o rüzgarların içinde, karşısında yürümeye çalışan insanlar. Arkadaşlıklar, düşmanlıklar, dayanışma ve ihanet.

KAYBETTİRİLENLERİN HİKAYESİ

“Kayıp Bir Devrim Hikayesi”, bugün Galatasaray Meydanı onlara yasaklansa da, unutmamanın sembolü olan Cumartesi Anneleri’nin temsil ettiği bütün kaybettirilenlerin de hikayesi. Faruk Eren, küçük bir çocukken kar topu saldırısından “Durun ben Hayri’nin kardeşiyim” diyerek kurtulmasını sağlayan ağabeyini, aynı ruh haliyle “durun ben Hayri’nin kardeşiyim” diye anlatıyor. Kasım 1980’de aldılar Hayrettin Eren’i. Gözaltında kaybedilen diğer bütün insanlar gibi, vermediler bir daha geriye. İlk aşkını doyasıya ağabeyine anlatamamış bir kardeşin, kılık değiştirip girdiği zulümhanelerde ağabeyinin izini süren kız kardeşin, keşke ayıp olur demeden onu daha çok okşayıp sevseydim diyen annenin cevapsız bıraktılar bütün sorularını. Alınan, kaybedilen, öldürülen bir yakını için “mezarı olsa yeter” demek zorunda kalmak ne demektir? Hatırlamayı yasaklamaya kalkan, bunu başarabileceğini sananların anlaması zor. Neticede, hatırlamak insana dair, insan olmanın mecburiyeti. Faruk Eren, sadece bir kere -üstelik onu son görüşünde- bira içebildiği ağabeyini anlatıyor, onu hatırlayanların anılarını aktarıyor, bir ailenin hikayesi üzerinden kaybedilen yakını olmanın ne demek olduğunu gösteriyor. Bizi, bir eylemin içinde gördüğümüz Cumartesi Anneleri’nin evine, onların duygu dünyasına taşıyor. Unutmamanın en derin anlamını ve gücünü hatırlatıyor.

Kitabın arka kapağında Faruk Eren’den şöyle bir alıntı var: “İçeri girenler, ölenler, sağ kalanlar, sağ kaldığına üzülenler, gençliklerini faşizmin hapishanelerinde geçirenler, içeri girmeyenler, işkence görenler, işkencede konuşanlar, konuşmayanlar, mülteci olanlar… Son yok. Son da Hayri gibi kayıp. Nasıl olsun ki? Hayri yok, devrim yok… Kayıpları aramaya devam ediyoruz. Geçmişe ağlamak fayda vermez. Biliyorum… Ama Hayri ve onun gibi devrimciler yaşasaydı burası başka bir ülke olurdu, bunu da biliyorum.” Faruk Eren’e, kaybettiği ağabeyinin, kaybedilmiş devrimin kendi dağarcığındaki anılarından aslında hiç kaybedilemeyecekleri çıkartıp bizim önümüze getirdiği için teşekkür etmek gerek. Üstelik bunu, herkes gibi kendisi için de çok acılı bir süreç olmasına rağmen, garip bir iyilik hissiyle okutmayı başaracak biçimde yazdığı için. Alıp okursanız emin olun siz de çarpıcı bir yüzleşme eşliğinde, hatırlamanın kıymetinin iyi hissettirdiğini fark edeceksiniz. Henüz, oğlu için bir mezar yeri isteyen Elmas annenin bu isteği yerine gelmedi ama artık Hayri’nin diğer oğlu tarafından yazılmış bir kitabı var. Ve Hayrettin Eren de, tam böyle hatırlanmayı, kardeşinin kendisini tam da böyle anlatmasını isterdi galiba.

Tüm yazılarını göster