Devleti çeteden ayıran nedir?

Kaçırma iddiaları, kamu gücü kullandığı halde yasa ile sınırlanan yetkisinin dışına çıkan ve suç teşkil eden eylemlerde bulunan bir gruba işaret ediyor. Bu iddialar karşısında devlet katındaki tutumlar ise reddetme, mağduru suçlama veya suskunluğun ötesine geçmiyor. Hükümeti denetleme görevi hâlâ kâğıt üzerinde var olan TBMM’nin Başkanı Mustafa Şentop’un bu konuda söyleyecekleri var mıdır örneğin?

Dinçer Demirkent dincerdemirkent@gmail.com

18.02.2021’de, gün ortasında, Ankara’da üç öğrenci kaçırıldı. Öğrencilerin ifadelerine göre “Boğaziçi olaylarına katılmayacaksın”; “Evini adresini biliyoruz, eylemlerde bulunmayacaksın”; “Devlete itaat etmeyi öğreneceksin”; “Boğaziçi eylemlerine katıldığını biliyoruz, hepinizi tek tek toplayacağız”; “Seni döve döve memleketine göndereceğiz”; “Seni öldürürüz, çok göze batıyorsun” gibi tehditlerde bulunup Ankara’nın üç köşesinde ıssızda, öğrencileri arabalardan attılar. Öğrencilerin kaçırıldığını öğrenen arkadaşları avukatlara, avukatlar da emniyete ulaştılar. Fakat resmi bir işlem yapılmamıştı. Yani öğrencileri kaçıran, öğrencilerin ifadelerine göre kabzalarında bayrak olan silahlar ve telsiz taşıyan, arabada öğrencilere ters kelepçe yapan, bir öğrenciyi hareket halindeki araçtan atan kişiler saatler boyunca üç öğrenciyi hukuk alanının dışına çıkardılar. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, TBMM’nin denetim araçlarından biri olan Meclis Araştırması yapılması için önerge verdiğini açıkladı. Hükümetin 1990’lı yıllardaki zorla kaybetme uygulamalarının sembolü olan “beyaz Toros”lara atıf yaptı.(1)

Bu sırada, yurttaşların hürriyet ve güvenliğinden sorumlu olan İçişleri Bakanı, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ailelerine telefon açmakla meşguldü. Çocuklarının suç işlemediğini, çocuklarının rahat bırakılmasını talep eden aileleri “ideolojik” ifadesiyle hedef gösteriyor, hukuk önünde her biri kendi eyleminden sorumlu olan, anayasal hak ve sorumluluklarının farkında olan öğrencilerin ailelerini hangi yasal yetkiye dayanarak aradığını ise açıklama gereği bile duymuyordu. Üniversitenin eski rektörü Üstün Ergüder’i, Prof. Dr. Ayşe Buğra’yı, Melih Bulu’nun atanmasını protesto eden öğretim üyelerini de hedef göstermeyi de unutmuyordu.(2)

Aynı günlerde, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, insan onuruna en ağır saldırı olan işkence yöntemlerini meşrulaştırmakla meşguldü. Kadınlara yönelik çıplak arama iddialarının etkili soruşturmasının önünü kesecek söylemlerin zeminini kurmak için argüman üretiyordu. Üretebildiği argümanı tekrarlamaktan utansam da not düşmem gerek: “Onurlu kadın uğradığı işkenceyi söylemek için bir yıl beklemez.”(3)

Bunlar yaşanırken insan hakları mücadelesine bir ömür vermiş, en ağır dönemlerde en ağır insan hakları ihlallerini gündeme getirmiş, milletvekili olduğu her gün ihlallerin takipçisi olmuş Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun aldığı ceza, azınlık oyunda da gösterilen açık anayasal gerekçelere karşın, Yargıtay tarafından onandı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı iken attığı bir tivit gerekçesiyle insan hakları savunucusu Şebnem Korur Fincancı’ya, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı görevindeyken kamu görevlisine hakaretten ceza verildi. İHD Eş Başkanı Eren Keskin OHAL KHK’si ile kapatılan Özgür Gündem gazetesinin 2014-2015 yıllarında Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı için 6 yıl 3 ay ceza aldı. Bu esnada, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu İnsan Hakları Derneği için “canı çıkacısa dernek” demişti…(4)

İşte tam bu günlerde tanıdık bir ismin, Yeni Şafak gazetesinde, hangi konularda muhalefet yapılabileceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekiyordu. Mehmet Ağar, Gare operasyonuna ilişkin sorumluluk tartışmalarına katılmış ve “Diğer hangi konularda muhalefet yapılacaksa yapılsın. Ama bu konular olmaz” diyerek sahnede yerini almıştı.(5) Gerçi bu sahne kurulalı sanırım çok oluyor. Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemde Susurluk Davası kapsamında “cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturduğu” iddiasıyla beş yıl hapis cezası alan Ağar, 2012’de girip bir yıl ağırlandığı cezaevinden çıkarken “bir devlet görevini daha yerine getirdiğini” söylemiş, “Devlet gel dedi geldik, git dedi gittik” demişti.

YÜZEYDEKİ ÇETE, DERİNDEKİ DEVLET

Ayşegül Sabuktay, Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri: Susurluk Olayına Hukuk Siyaset Kuramından Bakış başlığı ile 2010 yılında yayımladığı doktora tezinde Susurluk yakınlarında meydana gelen kaza ile gündeme oturan devlet içindeki çetenin siyasal soykütüğünü, bilinenlerin elverdiği ölçüde, devlet kuramındaki anlamı bakımından incelemişti. Devletin bütünlüklü bir ayaklanma bastırma stratejisi içinde oluşturduğu yasanın ötesindeki aygıtların nasıl işlediğine ilişkin çıkarımlarına dayanak olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş tarafından hazırlanan (sansürlenmiş) raporu almış ve devletin somut görünümü anlamak bakımından kuramsal bir katkı yapmayı hedeflemişti. Kaza, kamu gücü kullanmak üzere yetkilendirilmiş kişiler ile devlet adına yasanın dışına çıkan kişilerin bir arada olduğunu kanıtlıyordu.

ABD tarafından “komünizmle mücadele” için dünyanın dört bir yanında desteklenmiş örgütlerden birinde yetişmiş, Türkiye’de birçok cinayetin faili ve şüphelisi, yurt dışında uyuşturucu kaçakçılığından tutuklanmış ve cezaevinden kaçmış, İnterpol tarafından aranan Abdullah Çatlı; Doğru Yol Partisi Milletvekili ve korucu aşireti olarak bilinen Bucak aşiretinin lideri Sedat Bucak ve eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ aynı arabadaydı. Arabada silahlar ve susturucular vardı. Çatlı, İçişleri Bakanlığı tarafından verilmiş bir yeşil pasaport, Mehmet Ağar’ın imzaladığı silah ruhsatı taşıyordu.(6) Bu çetenin işlediği cinayetler, köy yakmalar, zorla kaybetmelerin bir kısmı ortaya çıktı. Yargılamalar ise bildiğimiz gibi oldu. Daha olay ortaya çıktığında suçlular kahraman ilan edilmişti. Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandı. Meclis Araştırma Komisyonu’nun raporunda ve mahkemelerde ortaya çıkan olgulara rağmen 2001 yılında Ankara’ya öğrencilik için geldiğimde Korkut Eken’in kahramanlığını anlatan sticker'ların Ankara’nın her köşesine yapıştırılmış olduğunu hatırlıyorum. 2002 yılında girdiği cezaevinden 2004 yılında çıktığında, devlet için yattığını söyledi. Mehmet Ağar gibi. Ne de olsa eski Genel Kurmay Başkanı dahil, komutanlar onun bir kahraman olduğunu ilan etmiş, yargının kararına rağmen Eken’in yaptıklarını sahiplenmişlerdi. 90’larda çeteler yüzeydeydi, 2000’lerin ilk on yılında çağrıldıklarında gelebilecekleri yerde kaldılar. Peki bugün?

İNSAN HAKLARI SORUNUMUZ

Sevgili hocam Gökçen Alpkaya, 1995 yılına zorla kaybetmeler konusunda Türkiye’de ilk akademik yayını yaptı. 136 kayıp vakasını, 18 Aralık 1992’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen Herkesin Zorla Kaybedilmelere Karşı Korunmasına İlişkin Bildirge çerçevesinde Türkiye’de kayıplar sorununu inceledi. Henüz Susurluk’ta kaza gerçekleşmemişken “devlet içinde yapılandığı ileri sürülen örgütlerin yasadışı faaliyetlerinden”, Faili Meçhul Siyasal Cinayetler Konusunda Meclis Araştırma Komisyonu'nun raporunda da ciddi biçimde yer verilmesi bağlamında söz etti. 1991’de yoğunluk kazanan ve makalenin yazıldığı 1995’e kadar artarak süren kayıp iddialarına karşı devlet katındaki tutumları, “suskunluk, yadsıma, karşı suçlama ve gözdağı ve duyarlılık kategorilerinde” inceledi. 1995’te tespit edilen “duyarlılık” tutumu, duyarlılık gösterenler bakımından bugün için dikkate değer: TBMM Başkanı ve İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanları.(7) Bugünkü karşılıklarını hep birlikte düşünelim…

Ankara’da kaçırılıp hukukun koruduğu alanın dışına çıkarılarak ölümle ve işkenceyle tehdit edilen üç öğrencinin yaşadıkları münferit değil. TİHV 2019 yıllık raporunda, “4’ü teşebbüs olmak üzere 15 ayrı olayda toplam 16 kişinin kaçırıldığı veya kaçırılma girişimine maruz kaldığı tespit” edildi.(8) Her vakada işkence ve kötü muamelenin de olduğu belirlendi. İnsan Hakları Derneği, “2020 Yılı Baskı ve Tehdit Yöntemleriyle İfade Alma, Mülakat Yapma, Ajanlaştırma ve Kaçırma Olaylarıyla İlgili Özel Rapor”una göre 2019 yılında 13 kişinin, 2020 yılında 10 kişinin kaçırıldığı bilgisi yer alıyor ki bunlar yalnızca İHD’ye yapılan başvurular. Baskı ve tehditlerden dolayı insan hakları örgütlerine ve cumhuriyet savcılıklarına başvurmayanlar da düşünüldüğünde kaçırılma ve tehdit vakalarının yaygınlığını tahmin etmek zor değil.

Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezi, kendisine gelen 7 başvuru üzerine 27 Haziran 2019’da yayımladığı raporda kayıp vakalarını inceledi ve bu inceleme sonucunda çıkan rapora dayanarak Baro tarafından savcılığa suç duyurusunda bulunuldu.(9) 2018 yılında CHP’den Sezgin Tanrıkulu, 2020 yılında HDP’den Oya Ersoy ilk imzacılar olarak geçmişte yaşanan zorla kaybetmelerin araştırılarak gerekli yasal düzenlemelerin yapılması için araştırma önergeleri verdiler. Cumartesi Anneleri'nin direnişi ile bir insan hakları sorunu olarak siyasal topluluğumuzun gündemine taşınmış olan zorla kaybetme olaylarının son yıllardaki artışı düşünüldüğünde, 2018 yılında Cumartesi Anneleri’nin 700. Haftası’na yapılan ağır saldırının nedenini kavramak mümkün.

Kaçırma iddiaları, kamu gücü kullandığı halde yasa ile sınırlanan yetkisinin dışına çıkan ve suç teşkil eden eylemlerde bulunan bir gruba işaret ediyor. Bu iddialar karşısında devlet katındaki tutumlar ise reddetme, mağduru suçlama veya suskunluğun ötesine geçmiyor. Hükümeti denetleme görevi hâlâ kâğıt üzerinde var olan TBMM’nin Başkanı Mustafa Şentop’un bu konuda söyleyecekleri var mıdır örneğin? Yoksa Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun Boğaziçi Üniversitesi olaylarındaki işkence iddialarına ilişkin verdiği soru önergesini iade etme gerekçesinde olduğu gibi iddiaları "kaba ve yaralayıcı" mı bulacaktır? AKP Meclis Grubu adına Özlem Zengin, 18.02.2021’de üç öğrencinin kaçırılmasına ilişkin Meclis grubu adına, “örgüt evinden kaçırıldılar” diye başlamayan bir açıklama yapar mı? Yaparsa, açıklamasında insan onuru hakkında da bir şeyler söylemek ister mi? Cumhuriyet savcılıkları, anayasa ve uluslararası sözleşmelerdeki yükümlülüklere uygun etkili bir soruşturma yapar mı?

Bu yapılmadığında kamu gücü ve ayrıcalıklarını kullanan devlet görevlileri ya da devlet görevlisi olmayan kişilerin yasanın ötesine geçen eylemleri ile kamu görevlilerinin yasa kapsamındaki eylemlerinin birbirine karıştığı, çete ile devleti birbirinden ayırt etmenin olanaksızlaştığı bir sahadayız demektir. Ki son altı yıldır bu egemenlik sahasına anayasal haklarından soyularak çıplak bedenler haline getirilen milyonlarca insan atıldı. İşte bakmamız gereken odak da burada. Birbirine bağlanan bütün hak arayışlarının karşısında bu amorf siyasal form ve onun yasanın sınırlarını sürekli belirsizleştiren çıplak egemenlik pratiği çıkıyor.

En başta insan onurunu hedef alıyor. Ve karşısında en başta ve en güçlü haliyle insan onurunu esas alan mücadele biçimlerini buluyor.

(1) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ozgur-ozel-kacirilan-ogrenciler-icin-tbmmye-arastirma-onergesi-sundu-1815418

(2) https://www.birgun.net/haber/soylu-dan-tuhaf-bogazici-aciklamasi-ideolojik-aileler-siz-karismayin-dedi-334967

(3) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56127241

(4) https://bianet.org/1/17/239415-soylu-dan-ihd-ye-cani-cikasica-dernek

(5) https://www.yenisafak.com/yazarlar/nedretersanel/mehmet-agar-bu-olaylar-neticesinde-baska-siyasi-beklentiler-var-ise-acik-soyleyeyim-o-olmaz-2057662

(6) Sabuktay, Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 21.

(7) Gökçen Alpkaya, “Kayıp”lar Sorunu ve Türkiye’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 1995, c. 50.

(8) https://tihv.org.tr/yillik-insan-haklari-raporlari/2019-yillik-insan-haklari-raporu/

(9) http://www.ankarabarosu.org.tr/upload/HD/Donem65/2020/diger/20200213_ihmrapor.pdf

Tüm yazılarını göster