Demokrasi ittifakı yanılsaması

2017’de kimimiz sırtından itilerek, kimimiz balıklama atlayarak geçtiğimiz yeni düzende bir tasarımdan söz etmek güç. Yapım için zorunlu hafriyat faaliyeti var, inşaat bir türlü başlamadı, gelecek inşaatın yolunu açacağı umulan hafriyat bizatihi başat etkinliğin kendine dönüştü. Özetle, yıkım sürüyor kuruculuk iddiası kalmadı.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Hassasiyetler, hoşgörü, kardeşlik: Şu üçünden birini duyarsanız, oradan koşarak uzaklaşınız. Zira bunların olduğu yerde hukuk, temsil, özgürlük, eşitlik yoktur. Son dönemde sıkça duyulan “demokrasi ittifakı” yahut “demokrasi bloku” da benzer bir yol ayrımında. Düşünceden ziyade niyete, ağzı büzülü torba yasalar gibi içine ne doldurursan gidecek ancak biçimi belirsiz bir duruma dönüşmek üzere. Başka deyişle, kabuk var anlam yok. Demokrasi ittifakı denilen, bir yerden bir yere gidilecek bir otobüsten çok, bir otobüs durağında zoraki ve biteviye bekleşen bir tesadüfi topluluğu çağrıştırıyor.

Daha önce de yazmıştım pek çok kez, kurucu önder Kemal Atatürk de doğal olarak herkes gibi türlü açılardan eleştirilebilir. Tasarımın uygulamaya yansımadığı, esasen tasarımın baştan yanlış olduğu, tasarımın doğru olduğu ancak uygulamanın sonradan bozulduğu da ileri sürülebilir. Tüm bunlar tartışılır ancak ortada bir “tasarım” olduğu yadsınamaz. 2017’de kimimiz sırtından itilerek, kimimiz balıklama atlayarak geçtiğimiz yeni düzende ise bir tasarımdan söz etmek güç. Yapım için zorunlu hafriyat faaliyeti var, inşaat bir türlü başlamadı, gelecek inşaatın yolunu açacağı umulan hafriyat bizatihi başat etkinliğin kendine dönüştü. Özetle, yıkım sürüyor kuruculuk iddiası kalmadı.

Geçilenin ikinci değil, “birbuçukuncu cumhuriyet” olduğu söylenebilir. Gereksinim duyulan ise ikincisi. Kürt konusunu, “Kürt” derken onun arkasına saklanan çoğulculuk, ifade özgürlüğü, yerinden yönetim, meşru temsil, hukukun üstünlüğü, eşitlik gibi temel sorunlarımızın istisnasız tamamını nihayet kalıcı biçimde çözmek zorundayız. Güncel “cumhur” ve “millet” ittifakları arasındaki sözde iktidar mücadelesi ile ilelebet köşede tek ayak üzerinde bekletilen HDP görünümü bir yanılsama ve bizleri yani toplumu gerçeklerden uzak tutmaya yarıyor. Son yaşanılan DİB Erbaş’ın, Büyükelçi Rıza Türmen’in yerinde saptamasıyla, AİHM’ye başvurulsa “nefret söylemi” olarak mahkûm edilmesi kaçınılmaz söylemine verilen tepkiler bu durumu kim bilir kaçıncı kez sergiledi.

Tarihsel olarak bakarsak, aşılamayan bir patrimoniyal* devlet meselemiz var. İktidar sahibi iktidarını yardımcıları (kabinesi vs.) ve yerelle paylaşmadığı gibi, iktidarının denetlenmesi ve dengelenmesine de olanak tanımıyor. Üzerine bir de iktidarın barışçıl, meşru yollardan el değiştirmesi ve oyunun kurallarının da keyfi biçimde değiştirilmesi gibi ek sorunlar ortaya çıkıyor.  Yoksa özünde “başkanlık” denilen düzende sorun yok, sorun başına getirilen “Türk tipi” tamlamasının içerdiklerinde. Dolayısıyla ben de merhum Chirac’ın RPR’inden apartarak “Cumhuriyet İçin Birlik” öneriyorum. RPR’i Chirac, dögolcuları (yani kendini) VGE ve Mitterand’ın ardından yeniden cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşıyacak bir araç olarak yaratmıştı.

Bu işler, tatlı tatlı ağzımızda şeker varmış yahut geviş getirirmiş gibi konuşarak, feryat edip yakararak, aralar bozulmasın, ağzımızın tadı kaçmasın diyerek, siyaseti kongrecilikten, dernekçilikten ve demeç vermekten ibaret sanarak yapılacak işler değil. Tedaviye başlamanın ilk adımı hastalığın kabulü. Her akşam bir büyük devirip, her gün iki paket sigara içerek, ayna karşısında sarkan göbeği sıvazlayarak “zaten bir numarayım, fazla çabalamaya ne gerek?” diye hayıflanmakla olmuyor. Hele “bugün konuşulacak şeyler değil” yahut “halkımıza anlatamıyoruz, dinlemiyorlar” demekle hiç mi hiç olmuyor. Erdoğan’ın ardından ne “Erdoğancı” bir sistem kalacak, ne “Erdoğancı” partiler olacak. Ancak bu bilgi, ne kazanmaya takati, ne gelecek tahayyülü olmayan bir muhalefeti kendiliğinden iktidara taşımayacak.

Jül Sezar da dört yüz yıl süren bir cumhuriyeti sona erdirip, “diktatör” olmuştu, hatta halkın temsilcilerince öyle atanmıştı, malum beka meselesi Roma’da da vardı. De Gaulle ise II. Dünya Savaşı aşağılanması, Çinhindi ve Cezayir savaşları, Soğuk Savaş geriliminin sırtında yüzen bir hamleyle gelip, hem Cezayir’in bağımsızlığını tanımayı hem V.Cumhuriyeti yaratmayı becerdi. Atatürk’ün yaptığı da direniş, başkaldırı, kuruluş, ardından kendi iktidarını sağlamlaştırmak olarak basitçe şematikleştirilebilir. Bunları konuşmakta bence beis yok. Sıkıntı ne hukuk ne siyaset zemininin, darala darala, artık yok olmak üzere oluşunda. Elde demokrasi unsuru olarak sonuçlarının kabulü dahi belirsiz seçimler kaldı. Cumhuriyetimizi baştan yaratmak için kurtuluş hamlesine, kuruluş iradesine, kurumsallaşma sebatına ihtiyacımız var.

*Sedat Pişirici’nin, Ord.Prof.Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile “Monarşi, meşrutiyet, cumhuriyet” yayınını izlemenizi öneririm.

1848 devriminin ardından Fransa’da (1852’de Bonaparte darbesiyle son bulacak) II. Cumhuriyet’in ilânını ve Lamartine’in kızıl bayrağı reddini betimleyen bir resim
İspanya’da II. Cumhuriyet 1931’de ilân edildi, 1939’da iç savaşla birlikte sona erdi
İtalya’da II. Cumhuriyet, anayasal/kurumsal bir tanım değil, 1992-94 ile 2018 arası dönem için kullanılan siyasal bir yakıştırma. Görseldeki pankartta “Hırsızlar meclisten dışarı” yazılı.
Tüm yazılarını göster