Bir davada DEM belediyeciliği

Kayyım uygulamalarından bağımsız olarak merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki vesayetinin Kürt kentlerindeki uygulaması uzun uzadıya incelemeyi hak eden bir devlet pratiğini oluşturuyor. 31 Mart seçimleri Kürt siyasetinin bir kez daha bu katı idari vesayet mekanizmasıyla yüzleşeceği ve bu vesayeti kırmaya dönük gücünü test edeceği bir dönüm noktası olacak.

Hamza Aktan hamzaaktan@gmail.com

“Sanık Gültan Kışanak Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumunda bulunmaktadır. Belirli gün ve saatte celse açıldı, açık yargılamaya devam olundu. İddianame ve duruşma zabıtlarının sanık Gültan Kışanak’a cezaevi aracılığıyla tebliğ edildiği görüldü.”

Selahattin Demirtaş’tan Gültan Kışanak’a, Sabahat Tuncel’den Selçuk Mızraklı’ya yüzlerce Kürt siyasetçinin yargılandığı yüzlerce davadan herhangi birinin herhangi bir duruşmasının tutanağı böyle başlıyor. Kürt siyasetçilere yönelik 1980’lerden bu yana istikrarlı şekilde yürütülen yargılamaların esas amacını sindirme olduğu kadar bu siyaseti ve temsilcilerini kamuoyunda sürekli sanık olarak göstermek ve temsilcilerini hep bir savunma hattında tutmak oluşturuyor. Ana akım siyasetçilerin milyon dolarlık yolsuzluklarından siyaseten ayrıştırıcı dil ve politikalarına hiçbir uygulaması incelenip yargılama konusu edilmezken Kürt siyasetçilerin her konuşması, her uygulaması didik didik ediliyor, mevzuattan uygun ceza maddeleri mahsusen incelenip uygun olanlarıyla yargılama yapılıyor.

Yukarıdaki duruşma zaptıyla yargılaması yapılan konu da gözünün üstünde kaş var yargılamalarından biri sadece. Ana sanıkları 2014’te Diyarbakır Büyükşehir Belediye eş başkanlığını kazanan Gültan Kışanak ve Fırat Anlı. Diğer sanıklar da belediyenin encümenleri. Suçlama ise belediyenin 2014-2016 yılları arasında sokak, park, cadde ve kavşaklara verdiği Kürtçe isimler. Bir meydana Şeyh Said ismi verilmesi, bir park adının Vedat Aydın Parkı olarak değiştirilmesi suçlama konusu yapılmış.

Mevcut hukuk düzeninde herhangi bir Kürt’ü yargılamak kadar kolay başka iş yok. Anayasa’dan ceza hukukuna, idare hukukundan yerel yönetim hukukuna aleyhe mevzuat bulmak, bu mevzuattan suçlama üretmek son derece basit. Geçen hafta İstanbul’da, yıllar önce bir yürüyüşe katılan HDP’lilere saldıran bir grup “esnaf”ın mağdur, saldırıya uğrayan HDP’lilerinse sanık olarak yargılandığı bir davanın duruşması vardı. Müştekiler ifadelerinde yürüyüşe katılanları uzun süre kovaladıklarını, ardından “temas” sağladıklarını ve bu sırada yaralandıklarını anlatmıştı. Savcı ve mahkeme ise bu kişilere “niye bu insanları kovaladınız, hangi sebeple ‘temas’ sağladınız” diye sorma gereği duymamıştı.

Kışanak’ın yargılandığı bu dava da hem benzer bir keyfiyetin ürünü olması hem de HDP-DEM belediyelerinin kayyım atanmadan da nasıl bir merkezi idare ve yargı kuşatması altında olduğunun çarpıcı bir örneğini oluşturması bakımından dikkate değer. Kayyım atamalarından çok önce İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin soruşturmalarına maruz kalan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde neticede yargılamaya konu edilecek malzeme edinilmiş ve tüm belediye meclisinin dahil edildiği bir dava kurulmuş.

Bilindiği gibi mevcut yerel yönetim sisteminde kaynağını Anayasa’nın 127. maddesinden alan çok güçlü bir merkezi idare vesayeti bulunuyor. Bu maddeye göre “merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.” Bu maddenin paralelinde düzenlenen Belediye Kanunu’na göre de belediye meclislerinde alınan kararlar mülki idare amiri olan valinin onayıyla yürürlüğe girer. Kanunun 81. maddesinde de cadde-sokak isimlerinin değiştirilmesine dönük kararların dahi valinin onayı olmadan yürürlüğe giremeyeceği düzenleniyor.

Dolayısıyla böyle bir anayasal-yasal düzlemde bir belediye başkanı milyonlarca oy da alsa alacağı her bir kararın onayı valinin insafına terkedilmiş durumda. Ancak uygulamada HDP-DEM dışındaki belediyelerde bu idari vesayete pek ihtiyaç duyulmadığı, belediye ile valilikler arasında bir tür eşgüdümün olduğu da malum. HDP-DEM belediyelerinde ise bir sokak isminin değişmesi dahi hikmetinden sual olunmaz valinin onayına ihtiyaç duyuyor.

Kışanak ve Anlı’nın yargılandığı davanın iddianamesinin kaynağı da bu idari vesayet. İddianameden anlaşıldığına göre, Belediye Meclisi’nin aldığı cadde ve sokak isimlerine dair kararlar valilik onayına gönderilmiş ancak valilik herhangi bir karar vermeyip sessiz kaldığından, dolayısıyla idare hukuku bakımından bu başvuruları zımnen reddetmiş olduğundan tüm bu kararlar hukuken onaylanmamış sayılıyor. Onaylanmamış kararların uygulanması da -iddianameye göre- görevi kötüye kullanma suçunu oluşturuyor. Yargılama, Osman Baydemir’in başkanlık yıllarından olan 2011’de 60 cadde ve sokağa isim verilmesini ve valiliğin bunları -sessiz kalarak- zımnen reddetmesini de kapsıyor.

Dönemin Diyarbakır belediye yönetimi görevi kötüye kullanma suçlamasıyla yargılansa da bu suçun oluşabilmesi “kişilerin mağduriyeti veya kamunun zararının” oluşmasına bağlı. Yargı makamı sokaklara Kürtçe isim koymanın kişilerin mağduriyeti veya kamunun zararına yol açtığını kanıtlayamayacağına göre dava bir tür gözdağı vermenin ötesinde bir anlam ifade etmiyor.

Ancak yargılama bununla da sınırlı değil. Davaya konu edilen bir başka husus belediyelerdeki eş başkanlık sistemi. İddianame mevzuatta böyle bir kadro olmamasından hareketle, bu görevi üstlenen belediye meclis üyesi olan Fırat Anlı için de TCK’nın 262. maddesinde düzenlenen “Kamu görevinin usulsüz olarak üstlenilmesi” suçundan ceza istiyor. Buna göre “bir kamu görevini, kanun ve nizamlara aykırı olarak yerine getirmeye teşebbüs eden (…) kimseye üç aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.” Ancak bu suçta da birçok Yargıtay kararından anlaşıldığı üzere kişilerin aslında olmadıkları bir görevdeymiş gibi davranıp başkalarını kandırmaya dönük davranışları cezalandırılır. Yani aylarca seçim kampanyası yürüterek yüzbinlerce seçmenin karşısına “eş başkan adayı” olarak çıkıp oy alarak seçilmekten kastedilmiyor. Zira burada birilerinin kandırılması değil, aksine rızalarının alınarak bir siyasi misyonun üstlenilmesi söz konusu.

Görüldüğü gibi, herhangi bir HDP-DEM belediyesi veya siyasetçisine şöyle uzaktan bakmak dahi dava açmak için malzeme üretmeye yeterli. Ancak AKP’li bir belediyenin veya Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’un herhangi bir yerinde bir sokak ismini bile değiştiremediğini düşünün. Milyonlarca insan oy verecek fakat oy verdikleri belediye başkanları veya belediye meclisleri sokak isimlerinde dahi söz sahibi olamayacak. Biraz uçuk bir varsayım gibi görünse de Kürt belediyeleri için durum tam olarak böyle.

Bu açıdan kayyım uygulamalarından bağımsız olarak merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki vesayetinin Kürt kentlerindeki uygulaması uzun uzadıya incelemeyi hak eden bir devlet pratiğini oluşturuyor. 2016’dan bu yana kesintisiz şekilde yürütülen kayyım uygulamaları gösteriyor ki bu idari vesayet dahi mevcut iktidara yeterli gelmiyor, Kürt siyasi partilerinin yerel yönetimlerde en ufak bir hareket kabiliyetinin olmaması için elden gelen her türlü çaba sarf ediliyor. İdari vesayete yargı vesayeti de eklenince geriye pek bir şey kalmıyor. Önümüzdeki 31 Mart seçimleri Kürt siyasetinin bir kez daha bu katı idari vesayet mekanizmasıyla yüzleşeceği ve bu vesayeti kırmaya dönük gücünü test edeceği bir dönüm noktası olacak. İki direnç noktasından hangisinin öne çıkacağını da seçmenin iradesi belirleyecek.

Tüm yazılarını göster