Bir 'aynen cumhuriyeti' olarak Türkiye

Türkiye şu anda bir “aynen cumhuriyeti”. Tamam, evet, tabii ki, neden olmasın, bence öyle, senin gibi düşünüyorum, katılıyorum falan hepsi kalktı yürürlükten. Her şeyin, hayati olan olmayan, mühim olan olmayan, enteresan olan olmayan her konuşmanın cevabı o. Bu sokaktan çıkmıyorsa köşedeki sokaktan kafasını gösteriyor. Şu an, ben bu yazıyı yazarken yahut siz bu yazıyı okurken, bu saniyede binlerce kişi “aynen” dedi.

Mehmet Said Aydın msaydin@gazeteduvar.com.tr

Rahmetli Hakkı Devrim’in Radikal’de yazdığı yazıları çocuk yaşımda okurdum. Sanıyorum bir şeyler de öğrendim o yazılardan dile dair. Fakat dil konusundaki hassasiyetim, homurdanan ve kimi zaman elinde sopa tutan rahmetli Devrim’inki gibi değil de, Nişanyan’ınkine yakındır. E-mail yerine elmek, faks yerine belgegeçer dilde yerleşmediyse buna hayıflanmanın anlamlı olmadığını düşünüyorum. Diller birbirini dövmek için ringe çağrılan oyuncular da değildir, “dil canlı bir şeydir” gerçeğini bunca somutlaştırmaya ne hacet? Gündelik dilin dinamizmini de, kendi iç dinamiklerini de severim, neden sevmeyeyim? Hitaplar, kısaltmalar, iç dillerin de iç dilleri, okuldan okula hatta sınıftan sınıfa değişen genç jargonları, meslek argoları, aile lehçeleri ilanihaye.

İnternet, henüz hayatın tamamını belirlemezken bile oradaki dil dinamizmine çok büyük sempati beslemiştim. “Entry” kelimesini şimdi kim “giri” olarak telaffuz ediyor Ekşi Sözlük hakkında konuşunca? Ya da Ekşi Sözlük’ün içinden çıkan yeni dil: Sandalyeden düşmek, ayar vermek, trollemek, seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım... Nihayetinde hayatın tamamını kaplayan sosyal medyaların dahil olması ardından. Önce bir çarşı pazar olarak Facebook, ardından kısa ve öfkeli Twitter, onun da ardından üçüncü göz olarak Instagram. Oradan yapılan yeni medya iletişimleri, muhabbet dilinin her mecrada değişimi, kimi zaman kısa sürede değişiveren trendler. Periscope’un hızlıca dahil olup, yöntemini aynı hızda büyük mecralara kaptırarak sahneden çekilmesi gibi. Yahut Ekşi Sözlük’ün karşısında pek varlık gösteremeyen öteki sözlük klonları ve oralardan doğan yeni diller gibi.

Buralarda doğan, yeşeren yahut ölen dillere sempati mesafesinde bakıyorum. Homurdanacak değilim asla. Fakat son zamanlarda artık gündelik hayatın çok büyük maymuncuğu haline gelmiş bir kelimeden, daha doğrusu yeni bir hayat tarzından bahsetmek istiyorum: Aynen.

Türkiye’nin belki en iyi liselerinden birinde okumuş, ardından gene belki de en iyi devlet üniversitesinin mühendislik bölümlerinden birinden mezun olmuş, yetmemiş bir de işletme yüksek lisansı yapmış bir uzak arkadaşla zaman geçirdik geçen hafta. "Zaman geçirmek zorunda kaldık" demek gerekiyor gerçi. Birbirinden berbat yaşam alanları olan alışveriş merkezlerinden birine randevu verdi. Israr etmişti, biz de "hayra sadır olacak bir iş var, bize anlatmak istediği bir şeyler var belli ki" diyerek, o berbat alışveriş merkezine gitmeyi göze almıştık. Enteresan bir bardağa konuldu diye, elli kuruşa mal edilip beş liraya satılan haşlama çay içmek için neden oralara gidiliyor, anlamak güç. "Bari kitapçının haşlama çayını içelim" dedik. Bahsi geçen arkadaş geldi. Konuya nasıl gireceğini biliyor gibiydi, kurtlandığı da açıktı. Dediğim üzere, biz bekliyoruz ki ortada “hadise” var ve bu yüzden oraya davetliyiz. Hadise falan yokmuş.

“Sunum için bilgisayarı çıkarayım, internete bağlanmak için biraz bekleteceğim kusura bakmayın,” dediğinde biraz kıllandım ama iş işten geçmişti. Her ne yapacaksa, bir süre katlanacaktık mecburen. Her ne diyecekse, her ne yapacaksa “satış” olmamasına dua ediyordum. Pazar günü, havanın limonata misali mis olduğu şu güzel günde, bu uğursuz alışveriş merkezinde satış mesaisine maruz kalmak istemiyorduk. Ki, bir şey satın almak istesek zaten muhakeme gücümüzü kullanmayı tercih ediyorduk. Neden birinin bizi çağırdığı saçma yere gidip, üstüne bir de zaman harcayalım?

Açtı bilgisayarını. Sağ elinin tırnakları uzun, belli ki gitar çalıyor. Halen niyetimiz iyi, gördüğümüzü iyiye yormak gayretindeyiz. Bilgisayar bize doğru döndü, haşlama çaylar masada. İlk slayt her şeyi açıklıyordu: Kaliteli yaşam, A planının yanında B planı, zamandan tasarruf etmek, iş ortaklığı, katılımcı performansı, para biriktirmek ve dahası. Kaç slayt geçti, o arada söylenen “business” tabirlerinin hangisinden ne kadar tiksindik, tartması zor. Ama sebatla bitirmesini bekledik. Bitti. Hedef kitlesinin aşırı uzağında olduğumuzu bildiren, (umarım) nezaket kurallarını ihlal etmeyen birer açıklama yaptık. Kalktık. İşte burada bahsini ettiğim maymuncuk girdi devreye. Az evvel bizi işe ortak etmek için ne kelimeler, ne çılgın “Türkingilizce” kullanan adam gitti, yerine gündelik dilde anlaşabildiği tek kelime gelmişti: Aynen.

Türkiye şu anda bir “aynen cumhuriyeti”. Tamam, evet, tabii ki, neden olmasın, bence öyle, senin gibi düşünüyorum, katılıyorum falan hepsi kalktı yürürlükten. Her şeyin, hayati olan olmayan, mühim olan olmayan, enteresan olan olmayan her konuşmanın cevabı o. Bu sokaktan çıkmıyorsa köşedeki sokaktan kafasını gösteriyor. Şu an, ben bu yazıyı yazarken yahut siz bu yazıyı okurken, bu saniyede binlerce kişi “aynen” dedi. Ahfeş’in keçisi derler, bir mesel vardır. Ahfeş diye bir adam yaşarmış tarihin bir yerinde. Bu adam köylük yerde konuşmasıyla değil de onaylanma ihtiyacıyla herkesi bezdirmiş. Söylediklerine kafa sallamakla mukabele etmeyen herkesle ilişkisini kesmiş. Zamanla etrafında onu dinleyecek tek insan kalmamış haliyle. O da keçisini almış karşısına, konuşup konuşup, keçisinin sakalını tutup aşağı yukarı hareket ettirmeye başlamış. “Aynen” maymuncuğu herkesin içindeki Ahfeş’in keçisini çıkardı son yıllarda. Her şeyin sonu aynen, çünkü.

Instagram’ın “iyi ki”leri (hatta “#iyiki”leri) üzerine de yazacağım haftaya inşallah.

Dersini almış da ediyor ezber. Aynen kardeşim, aynen.

Tüm yazılarını göster