Beyoğlu... Akşam yolları arasından

Beyoğlu’nun yarım asırlık cila ustası Cemal Usta düğme kutuları, aynalı konsollar, yazı masaları, komodinler, büfeler için ayrı defterler açar. Ömrü boyunca bir Beyoğlu gecesi anısını özleyerek yaşar. Dört sene boyunca çıraklığını yaptığı Eftim Usta'dan hep sevgi ve şefkat görmüştür. Hayatının ilk yılbaşı kutlamasını da "olağanüstü güzel bir şekilde" Eftimiyadis’lerin evinde yaşar. 1955’in 6-7 Eylül'ünde, aklına Eftim Usta gelir...

Berken Döner berkendoner@gmail.com

Tophane, bir akarsu deltası gibi yayılır İstanbul atlasının üzerine. İkindi vakti, sırtı batan güneşe dönük yürüyen hiç kimse buradan geçmez. Kentin ardına değin oyulmuş kuyu yokuşu dinler, gölge bahçe kapısı eşiğinde aydınlanır… Göçe zorlayan yangından fırlatılmış insanlar, göğe çekilmeyi bekler gibi oraya sığınırlar. Kapılar kilitlenir, yollar kapanır, yabancı adımlar balçığa gömülür… Biraz ilerde balıkçı teknelerinde karpit lambaları yanar. Gecenin kıyılarını silen ışığın buradan geldiği söylenir. Bu semtte sadece çocuklar düş gören ile uyanık kalanı birbirinden ayırabilir. Bir de Cemal (Aydınlık) Usta. Elleri, ipek elbiseler ve şapkalar için ayrılmış gardıropların kapağını aralayan, sedef aynalarda yakasını nizamlayan… Beyoğlu’nun yarım asırlık cila ustasıdır. Düğme kutuları, aynalı konsollar, yazı masaları, komodinler, büfeler için ayrı defterler açar. Ömrü boyunca bir Beyoğlu gecesi anısını özleyerek yaşar. 

TOPHANE: BİR TEDİRGİNLİKTEN

Cemal Usta, Karabaş Mahallesi’ni, Kumbaracı Yokuşu’nu, Boğazkesen’i sokakları ve insanlarıyla birlikte tanır. Tophane’yi kervansarayı ve mezarlığıyla birlikte hatırlar:

“1940 yılında Tophane’de doğdum. Şimdilerde İşçi Bulma Kurumu olan yerde, eskiden Anadolu’dan gelenleri misafir eden ahşap bir kervansaray vardı. Hemen arkası mezarlıktı. Ailem, Tophane’ye Siirt’ten gelmiş. O yıllarda Tophane’nin yarısı Siirtliydi. Aralarında Arapça konuşur, pek Türkçe bilmezlerdi. Çocukluğumda nüfusun kalan yarısını Romanlar, Rumlar ve Yahudiler oluştururdu. Babamı (Salih Aydınlık) beş yaşında tanıdım. Doğduğum yıl Van’a, askere gitmiş; beş yıl dönmemiş. Annem (Emine Aydınlık) beni yoksulluk içinde büyüttü. Buna rağmen semtimizde vicdan, merhamet ve sevgi vardı. Yoksulluğu çocuklara fark ettirmezlerdi. Babam, Tophane’de arabacılık yapar, gün boyu iki atın çektiği arabasıyla Kemeraltı Caddesi’ni turlardı. O vakitler Liman Lokantası’nın oradan Avrupa’ya gemiler kalkardı. At arabacılarının iskelesi, kahvehanesi oradaydı. Babam işi çıkmamışsa kahvede otururdu. Çok çalıştığı için bana ayıracak zamanı yoktu. Kılıç Ali Paşa Camii önünden tramvaylar geçerdi: Bebek-Eminönü, Beşiktaş-Fatih, Ortaköy-Aksaray… Babamla tramvaya bindiğimi hiç hatırlamıyorum. Bazen birlikte Kılıç Ali Paşa Hamamı’na yıkanmaya giderdik. Ailecek birbirimize doyamadan, ben sekiz yaşına geldiğimde annem vefat etti. Anne kaybı seksen yaşında da sekiz yaşında da aynıdır. Ben daha acımı yaşayamadan babamın yeniden evlendiği öğrendim. Mahalleden, Safiye Hanım diye biri vardı. O da eşini kaybetmiş. Mahalleli ikisini buluşturmuş, babamla Safiye Hanım evlenmiş. Peş peşe hem anasız hem evsiz kaldım. Babaannem (Sultane Aydınlık), üvey anne elinde büyümeyeyim diye beni yanına aldı. Oysa ki Safiye Hanım iyi bir insandı. Babamın yeni eşinden dört çocuğu oldu. Katiyen onların yanına dönemezdim. Babamla yollarımız kesin suretle ayrıldı.  Kısa bir zaman geçti, babaannem de öldü. Bu kez sahiden kimsesiz kaldım. İşte benim çocukluğum o gün bitti.”

Cemal Usta ve Tophane'den komşuları, Cemal Usta'nın sünnet töreni.

ESKİ BİR SOYKÜTÜĞÜNDE: CİLACI EFTİM EFTİMİYADİS

Cemal Usta’nın sekiz yaşına kadar süren çocukluğu, içinde eski bir dünyanın özlemi gibi parıldar. Dokuzunda, gün ışığının bağrından geçen arkadaşlarının arkalarında bıraktıkları bir kırlangıçtır. “Kimsesiz kalmıştım. Berber bir amcam vardı: Cici Berber/ Kerim Aydınlık. Onun yanına sığındım. Berber dükkânında çırak olarak işe başladım. Amcam biraz asabi bir adamdı. Beni haddinden fazla kısıtlardı. Günlerim korkunç bir kederle geçiyordu. Bir gün hayatımı elime almam gerektiğine karar verdim. Aklıma, uzaktan da akrabamız olan, Tophaneli Arnavut Maksut geldi. Onun yanına gittim. Bana bir iş bulmasını rica ettim. ‘Peki’ dedi. Birlikte Galata’ya kadar çıktık, Lüleci Hendek Sokak’a geldik. Bir dükkândan içeri girdik: Cilacı Eftim Eftimiyadis. O gün hayatımın dönüm noktalarından biridir. Eftim Usta’nın yanında çırak olarak işe başladım.  İşim, her sabah dükkânı açmak, yerleri süpürmekti. Kendimi büyük adam olmuş saydım. Artık bir dükkânın anahtarı bendeydi. İşime dört elle sarıldım. Dükkânın karşısında bir kahvehane vardı. Ağa Can adlı bir Acem işletirdi. Müşterileri ilginç insanlardı. Kahvehanenin biraz ilerisinde Yahudi bir aile otururdu. Kadın eşini uğurlarken balkondan seslenirdi: “Askiyaaa, gelirken öteberi almayı unutmaaa.” Sesleri hâlâ kulağımda. Kısa sürede o sokakla bütünleştim. Adeta sanki Lüleci Hendek Sokak’ta doğmuştum. 15 lira haftalık alıyordum. Artık karnım doyacaktı, ölmeyecektim! Her sabah 2,5 liramın 50 kuruşuyla börek, öğlen 1 lirasıyla köfte ekmek alırdım. Akşam da kalan bir lirayla helva, ekmek, çay.” Zor yıllardır… Cemal Usta buna rağmen yorgunluktan ve açlıktan yakınmaz. Yağmurları alçak pencerelerden izler. Bir günlüğüne keçeleri, pamukları, süngerleri, vernikleri unutur. Halatlar ve zincirler hoşça kal derler ona. Sadece bir odadan bir odaya yürümektir onun özlediği. “Dükkânda yatar kalkardım. Ustam Eftim ve karısı Katina Yenişehir’de yaşarlardı. Öğlenleri Lüleci Hendek’ten Boğazkesen’e çıkar, Yenişehir’e ustamın öğle yemeğini almaya giderdim. İkisi de sevgi dolu insanlardı. Yılbaşında beni tepeden tırnağa giydirir, kuşatırlardı. Ustam çırak ve kalfalarını evlerine yılbaşı kutlamaya davet ederdi. Hayatımın ilk kutlaması olağanüstü güzel bir şekilde Eftimiyadis’lerin evindeydi. Dört sene boyunca çıraklığını yaptığım Eftim Usta’dan sevgi ve şefkat gördüm”. Cemal Usta bu dört yıl boyunca hayata tutunmaya çalışır. İç cebinde sakladığı anahtarlar ellerinden daha eskidir. Yaşı, zamanının dışına düşer. Yüzü, dağılıp giden yaz anlamı taşır.

YAKIN SESSİZLİKTE: TANAŞ, DİMİTRO VE MAİSON PSALTY

Yine de o zamanlar daha kolaydır, bulanık camın ardında tanıdık bir yüz görmek. “Bekir (Beşer) akrabam ve kader arkadaşımdı. Bekir, mektebe hiç gitmedi. Ben iyi kötü bir ilkokul bitirdim. Bunun dışında her şeyiyle bana benzerdi. Bir şey hariç, babası ona harçlık verirdi. Buna çok imrenirdim. Hâlâ kalbimde bir sızıdır. Bekir, Tophane’de Marangoz Skarpeli’nin dükkânında çalışırdı. Skarpeli Usta’nın dükkânına öyle gürültüyle giremezdin. Önce âdâbı bilmeliydin. Bekir’le her akşam buluşur, cebimizdeki 10 kuruşla Tophane’ye tahin helvası yemeye inerdik. Bu bizim en büyük mutluluğumuzdu. Param yetmese de etrafımızda açılan pastanelerle, meyhanelerle, sinemalarla çok ilgiliydim. Bir gün oralara gidebilmenin hayalini kurardım. Yaşım biraz ilerleyince Galatasaray pavyonlarına gitmeye başladım: Londra Pavyonu, Karavan Pavyon, İstanbul Pavyonu, Moulen Rouje, Papirüs, Paris, Mutlu, Picadilli…. Karavan Pavyon’da Erol Büyükburç çıkardı. Orkestrası ile birlikte, her akşam orada program yapardı. Dans etmeye giderdim. Parasız pulsuz, işçi insanız ama ben de diğer insanlar gibi dans etmeyi çok severdim.” Cemal Usta, dans etmeyi Galatasaray pavyonlarında öğrenir. Bu konuda çevresinde hatırı sayılır bir ün yapar. On beşinde bir Beyoğlu fotoğrafhanesinde rüzgârda salınır gibi poz verir. On altısında bir çerçeveye yerleştirir kendini. Solgun bir gül, iri harflerin yanında: Nisan,1956/ Sakızağacı Sokak. “Bekir de ben de dükkân köşelerinde kalıyorduk. On altı yaşındayken, Tarlabaşı’nda diş hekimi Louis Karakaşlı’nın muayenehanesinin bir odasını tuttum. Bekir ile birlikte oraya taşındık. Oda toplam dört metrekareydi. Divan aldık, sığmadı. Oda tutmuştuk ama yatacak yerimiz hâlâ yoktu. O kadar ufak bir odaydı ki! Çareyi ağaç alıp, tam ölçüsüne göre ranza yapmakta buldum. Bir masa koyduk ortaya, birkaç çerçeve duvara… Ev gibi olmuştu! Seksen lira kira veriyorduk. Geçinebilmek için daha fazla paraya ihtiyacım vardı. Çok sevmeme rağmen Eftim Usta’nın yanından ayrılmak zorunda kaldım. Dönemin en meşhur cilacılarından, Tanaş Usta’nın dükkânına geçtim. Tanaş Usta, Maison Psalty’den yetişmişti. Maison Psalty benden bir kuşak öncenin en meşhur mobilya mağazası. Atölyesi, Şişhane Yokuşu’ndaydı. Psalty, Macardı. Yanında kırk kişi çalışırdı, hemen hepsi Rum’du. Ben oradan yetişen ustaların yanında çalıştım. İlk ustam Eftim de Psalty’den yetişmiş bir cilacıydı. Psalty, mobilya mağazasıydı ama yanında dekoratör, marangoz, cilacı, mimar da çalışırdı. Hatta öyle bir çalışmak ki, adeta ibadetvâri! Bir yatak odası yedi ayda çıkardı. Psalty İstanbul’dan gittiği zaman yirmi yeni dükkân açıldı. Onun yanında çalışan Rumlar’ın hepsi dükkân açtı: Sofyanos, Arap Yanni, Kumbarapulos, Paydas, Hristo, Trikopis … Ustalarım, Psalty’nin yanında çalışmayı büyük gurur kabul ederlerdi.”

Küçükparmakkapı Lâle Kıraathanesi, sağda oturan Cemal Aydınlık

Psalty’nin İstanbul’dan gidişiyle duvar ölçülerinin hesabını tutan defter kayıplara karışır. Müellif Sokağı’nın sınırları, Beyoğlu haritasına çekilmeye hazırlanır. Bıçakla yontulmuş abanoz ağaçları Tanaş Usta’ya geçer. “Tanaş Usta’nın da şartları aynıydı. Tanaş, kendi döneminin en büyük cila ustalarındandı. Bir sene onun yanında çalıştım. Bu benim meslek hayatım için prestijdi. Dükkânın yeri Galata Kulesi’nden aşağı inerken, Sen Jorj Hastanesi’nin oradaydı. Tanaş Usta, Yorgo Papadopoulos ile ortaktı. Tanaş Usta, mobilyaların içini ve arkasını bana cilalatırdı. Görünen dış kısımların cila işini ustalar yapardı. Mesleğin inceliklerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamıştım. Tanaş Usta’dan sonra Dimitro Arapoğlu’nun yanında çalıştım. Artık kalfa olmuştum, on dokuz lira yevmiye alıyordum.  Dükkânı bahçe içinde olduğu için ustama ‘Bahçeli Dimitro’ derlerdi. En az kendisi kadar çalışkan bir karısı vardı: Marika Arapoğlu. Ustamın karısı ev işlerinden geriye kalan vaktinde eşine yardım ederdi. Alt katımızda Marangoz Emilios ve ortağı Yordan’ın dükkânı vardı.  Gomalak yapmasını orada öğrendim. Artık bir mobilya terzisiydim.  Gomalak yapmak, mobilyaya elbise giydirmektir. Böylece ağacın hava alması sağlanır. Gomalak, elle, pamukla yapılır. Ayrı bir sanat dalıdır. Bunun merkezi o devirlerde Kuledibi’ydi. Dimitro Usta, yoksul olduğumu, hayata şanssız başladığımı gördü. Bana baba şefkati ile yaklaştı. Tek sıkıntım, şımarmam kaygısı ile bana çok sert davranmasıydı. Bir gün bu davranışlarından bunaldım ve kaçtım. Ustam gelip, beni buldu. Hafifçe tokat attı, ‘Doğru dükkâna gidiyoruz!’ dedi. O tokat beni kendime getirdi. İşimi bütün inceliğiyle öğrenmeye kendimi adadım. Bekar odamı da tutmuştum… Daha ne isteyeyim! İş çıkışı koşa koşa odama döner, üstümü değiştirirdim. Şık giyinmeye meraklıydım. Elbisem eski bile olsa her zaman temiz ve ütülüydü. Aç bile kalsam daima yeni bir ceketim olurdu”. Cemal Usta’nın hayattaki en büyük tutkularından biri şık giyinmek olur. İpek gömleği, lacivert ceketiyle Beyoğlu’na her çıkışında muhakkak Küçükparmakkapı’ya uğrar. Artık serçe parmağını ateş yüzükleriyle süslüyordur. Küçükparmakkapı’da, Lâle Kıraathanesi’nin sahibi Arap Salih, dayısıdır. Onun yanında hayatı daha yakından tanır.

AÇIK KAPININ ARDINDA: 6-7 EYLÜL

1950’lerin ikinci yarısı kara odalarda başlar. Derin bir sessizlikte, ikiye bölünür uykular. “1955’te, Kasımpaşa’da Haliç Tersanesi’nde çalışmaya başladım. Gemilerin mobilyalarına cila yapıyorduk. Orada beş-altı ay çalıştım. Bir akşam her zamanki gibi tersaneden çıktık, Şişhane’ye doğru yürüyoruz... Saat 18.00-19.00 arası, daha karanlık olmamıştı. Galata Kulesi’ne kadar çıktık. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hemen anladık. Bir gürültü, uğultu etrafta… Dükkânlar talan ediliyordu. Ellerinde kırmızı sopalarla koşturan insanlar yanımızdan geçiyordu. Sopaların hepsi birbirinin aynısıydı, tornadan yeni çıktıkları belliydi. Tanıdığım Rumların dükkânlarına saldırıyorlardı. Aklıma Eftim Usta geldi. Çok zor koşullarda dükkâna ulaşmayı başarabildim. İyi ki gelmişim! Biraz daha geciksem bir vahşete tanık olacaktım. Ardımdan, peş peşe ustamın iki eski kalfası daha geldi: Ömer Usta, Sait Usta. Ustamızı dükkânın içinde emniyetli bir yere oturttuk, sakinleştirdik. İyi olduğuna emin olduktan sonra onu içerde bırakıp, sokağa çıktık. Kepenkleri indirdik. Böylece dükkânı talan edilmekten, ustamı da canından edilmekten kurtardık. O gün telafisi mümkün olmayan acılar yaşandı. Olaylar yavaşlayınca Tophane’ye doğru indim. Bütün akrabalarımız Tophane’de yaşadığı için, o yaşıma kadar Tophane’deki herkesi Siirtli Arap sanıyordum. Meğer ne çok Rum varmış! Bunca yıl komşuluk yaptık, biz bilmiyoruz ya da ilgilenmiyoruz kökeniyle… Onlar nasıl biliyorlardı?” Cemal Usta, bilemez hangi yönden geldiğini ihanetin. Eftim Usta’yı kurtarır ama diğer komşularına yetişemez. Bir süre her şeyi yanlış bildiğine inanır. Pencerelerden, aynalardan, camlardan geçer… Yüzüne unutur. Bir gün, göğünden yağmur eksik olmayan Bursa Sokağı’nda Leylâ ile karşılaşır. Aynanın arkasındaki yüzünü hatırlar.

Leylâ Hanım ve Cemal Usta'nın nikah fotoğrafı. Sol başta: Tesisatçı Velizar Pavloviç, Sağ baştan ikinci: Kırtasiyeci Yorgo

ESKİ BİR YAĞMURDA: LEYLÂ...

 “Leylâ ile tanıştığımızda ikimiz de çok gençtik. Onu görür görmez büyülenmiştim. Adına yakışır kapkara saçları, iri siyah gözleri vardı. Leylâ’nın ailesi Üsküp’teydi. Bir vesile ile tek başına İstanbul’a gelmiş. Bir süre flört ettik. İş çıkışlarında sinemaya, tiyatroya giderdik. 1970 senesinde evlenmeye karar verdik. Fakat benim de onun da kimsesi yoktu. Nikah için şahit gerek… O yıllarda Billurcu Sokak’ta bir bekar odasında kalıyordum. Sainte Pulchérie Lisesi’nin karşı sokağında çok sevdiğim iki kardeş vardı. Kırtasiyecilik yaparlardı: Niko ve Yorgo. Gidip Yorgo’yla konuştum, ‘Benim yarın nikahım var, bana şahit olur musun?’ dedim. Yorgo benim nikah şahidim oldu. Leylâ’ya da bir şahit bulmamız gerekiyordu. Kaldığım dairenin karşısında Santral Otel vardı. Orada çalışan, su tesisatçısı Velizar Pavloviç’le zaman içinde ahbap olmuştuk. Ondan rîca ettim, seve seve kabul etti.” Çiçeği burnunda Aydınlık çifti, nikah sonrası bir fotoğraf çektirir. Pavloviç solda; Yorgo sağda. Leylâ fotoğrafı, aynalı konsolun önüne, ajurlu çerçeveye yerleştirir. “Evlendikten altı-yedi ay sonra şu anda da yaşadığım Cihangir’deki daireye geçtik. Bizden önce Niko Çaçaki adında bir Rum yaşarmış. Ev sahibimiz Klavdiya Bahlas da Rum’du, Atina’da yaşardı. Yıllık 7 bin liraya ondan kiraladım. Çok mutluyduk. Bir gün ev sahibimiz evi satmaya karar verdi. Leylâ yeni muhitine çok alışmıştı, ayrılmak istemiyordu. 1973 yılında, 300 bin liraya oturduğumuz evi satın aldım. Maddi olarak çok zorlandığım bir dönemdi. Leylâ ile el ele verip, bütün güçlükleri aştık. Tıpkı ustalarımdan gördüğüm gibi bir evlilik hayatı kurmak için çabaladım. 1976 yılında oğlumuz Ümit dünyaya geldi. Pazar günlerini aileme ayırırdım. Gündüz bebeğimizi açık havaya çıkartır, parklarda bahçelerde oynamaya götürürdük. Akşama doğru Leylâ giyinir kuşanır ya Boğaz’a balık yemeye gider ya da Beyoğlu’na çıkardık. Hayatımın en güzel yıllarıydı. Benim de bir ailem, yuvam vardı!”

Tevfik Hüsam Usta ile Cemal Usta

DENİZE YAKIN ODALARDA

Cemal Usta, artık kolalı, ütülü, el nakışı gonca güllü mendiller kullanıyordur. Cihangir’deki evin pencere önünü menekşeler süsler. Pelur kağıtlar, kurdeleler, düğmeler, çiçekler için yer açılır. “Bu dönem iyi para kazanmaya başladım. Beyoğlu’nda Elpida Frangopoulos adında bir avukatla tanıştım. Taksim’de büyük bir dairede oturuyordu. Büyükada’dan giden Rumların pek çoğu evlerinin anahtarını ona teslim etmişler. Bir gün birlikte Büyükada’ya gidip, o boş köşkleri gezdik. İçindeki mobilyaların cila işini bana verdi. Ben cila yaptım, o sattı. Fakat henüz bir dükkânım yoktu. Tesadüfen Avram Usta’nın öldüğünü, varislerinin kendilerine kalan dükkânı ve depoyu satışa çıkardığını öğrendim. Depo, Galatasaray Hamamı’nın karşısındaydı. Doğruca dayıma gittim, ‘Avram Usta’dan kalan ne varsa çalışanları ve malzemeleri ile birlikte satın alalım’ dedim. Dayım da kabul etti. Böylece hayatıma Avram Usta’dan yadigâr Tevfik (Hüsam) Usta girdi. Tevfik Usta ile çalışmak bir onurdur. Marküterinin çok sevildiği bir dönemde marküteri ustasıydı. Öylesine kıymetli! Birlikte çok iş yaptık. Sonrasında ben yurtdışına yerleştim. 1978-1981 yılları arasında Almanya’da yaşadım. Döndüğümde Mecidiyeköy’de Antikacılar Sitesi açılıyordu. Benim gönlümde Horhor’da bir dükkân tutmak yatıyordu. Sık sık oraya giderdim. Antikacı Aynur (Söylemezoğlu) Hanım’ı tanırdım. Bir ziyaretimde, Horhor’dan Mecidiyeköy’e taşınacaklarını öğrendim. Bana ‘Siz de bizimle gelin’ dediler. Benim de aklım yattı. Mecidiyeköy Antikacılar Çarşısı’nda 71 numarayı tuttum. Seksen üç dükkân vardı, sekseni kadındı. Dayanışmanın yüksek olduğu bir yerdi. İstanbul’un elitlerini orada tanıdım. Hemen hepsi müşterim oldu. Çok iyi bir devirdi, emeğimin karşılığını alıyordum. Bu mutluluk ev hayatıma da yansıyordu. Hayattaki bütün ideallerimi gerçekleştirmenin nikbinliği içindeydim. 2000’lerin başında gönül rahatlığıyla dükkânımı kapattım. Artık sadece özel müşterilerime hizmet veriyorum.”

Cihangir’deki evde, odalardan odalara yürüyorum.1856, Paris damgalı piyanonun önünde duruyorum. Pelesenk ağacındanmış, en önemli özelliği sarı çizgilerinin bronz olmasıymış. Cemal usta, geriden geriye… “Piyano sandın, değil mi? Oysa ki değil!” Cemal Usta, bu kez kendi anılarına cila çekiyor, duyumsuyorum. Zamanında Beyoğlu’nda bir kömürlükte bulmuş. Yağmurda su çekmiş, tuşlar, pedaller paslanmış. Notalarını kaybedince piyano vasfını yitirmiş. Cemal Usta’nın ellerinde şık bir yazı masasına dönüşmüş. Çekmecelerinden birini açıyorum. Bir şarkı sözünün notaları düşüyor: Sadi Işılay, “Mânâda Güzel Ruhta Güzel”. Bir zamanlar yepyeni olan bu evden sessizlik yayılıyor. Usulca ayrılıyorum…

Tüm yazılarını göster