Beni eve götürmeyin!

Dünya Kupası'nda turnuvanın en iyi iki takımını stadyumda izleme şansını yakalayınca, stadyum içinde kavga çıkarmaya niyetli İsveçli'nin de yakasına yapıştığım gibi yakasına yapıştım. Hazard'ın golüne değil, maç boyunca Hazard'dan bir gol bekleyen Sergei'in o golü sonunda görmesine daha çok sevindim. Puşkin'in şiirindeki gibi her şey kendi ahengideydi, İngiliz taraftarlar ise eve gitmek istemediklerini maç boyunca haykırdı!

Volkan Ağır vagir@gazeteduvar.com.tr

Dünya Kupası'nda karaborsa piyasasına dair bir kaç not aktararak başlamak istiyorum. Birincisi, çok güzel işliyor. İdeali, FIFA'ya geri satmak, sonrasında da FIFA'nın bileti tekrar satmasını beklemek. Hangimiz idealini yaşıyor ki? Tabii ki sosyal medyada kurulmuş olan gruplarda bu alışverişler daha hızlı çözülüyor. Ancak elbette ki, 'görünmez el' piyasayı kızıştırıp arttırıyor. Final maçı biletini 4000 dolara satışa çıkaran var. Alan razı ve veren razıysa bu konuda diyecek bir şeyi olan kimse suya yazı yazmayı denese daha iyi olur.

KARABORSA İYİ İŞLİYOR

Sosyal medya gruplarına dahil olma gerekçem aslında, gideceğim şehirle ilgili bilgiler edinmekti. Şanslıysam kendime uzanacak bir yatak bulurum diye düşünmüştüm. Ama olaylar çok farklı gelişti. Sosnovy Bor'dan dönüyordum. Evvelki gece Rusya Hırvatistan'a elenmişti. Yarı finalde olmayacaktı. Biletler piyasaya düşecekti. İngiltere – Kolombiya maçına bilet bulamadığım ve gitmediğim için üzülüyordum. Moskova'da bir maç izleyememek Dünya Kupası hikayemde içimde kalacak şeylerden biri. Diğer yandan da bu güzel hikayenin güzel bir sona ihtiyacı vardı. Final maçının biletine 4000 dolar verecek değildim. O yüzden üçüncülük , dördüncülük maçını kovalamaya karar verdim. Sosyal medya grubuna turnuvanın 63'üncü maçına bilet aradığımı uygun fiyat olursa almak istediğimi yazdığım mesaja cevap geldi Vietnamlı birinden. “450 dolara veririm” dediğinde, “Olmaz 375 verebilirim” dedim ve 400'e anlaştık. FIFA'da biletin fiyatı ise 265 dolardı. Biletin fotoğrafını her türlü problem ihitmaline karşı istedim. Tatmin etti beni. Ancak içimde bir şüphe vardı elbette. Dolandırıcılık çok oluyordu böyle işlemlerde. Telefon numarası alışverişi, Sosyal medyada arkadaşlık teklifleri derken yanımda arkadaşımın da olmasının güveniyle Sosnovy Bor'da ineceğimiz durağa çağırdım Vietnamlı'yı. Tanıştık alışverişi yaptık herkes yoluna devam etti. “O kadar parayı nereden buldun” , “Vaay bak işte gazeteciler iyi kazanıyor” “Hadi yine iyisin zenginsin kardeş” diye içinden geçirenler vardır illa ki. Hayatta hepimizin belli ve kritik dönemlerde öne çıkan bir 'ana' sponsoru oluyor sanırım. Şanslıydım bileti bulmakta da, almakta da.

GÖNLÜMÜ ALDIN ZENİT

Zenit futbol takımının stadında oynanacaktı mücadele. Şehrin Kuzey Batısı'nda bir adacıkta yer alıyor stadyum. Her gün kullandığım tren yerine, son günümde şehri bir de otobüsle gezerek görmek iyi fikirdi. Taraftarları stadyuma götüren bedava otobüslerden birine atladım. Her yeni stadyum görüşümde içine girmesem de konumlandırmalarına hayran kalıyorum. Leipzig'in nehir kenarındaki futbol stadyumu konumlandırma olarak beni tavlaşmıştı ilk. Sonrasında, Moskova Nehri kenarındaki konumuyla Luzhniki. Ardından Volga Nehri kenarındaki yeriyle Volgograd Stadyumu. Şimdi ise birinci sıraya Zenit Arena'yı koyuyorum. Sırtını Finlandiya Körfezi'ne vermiş, Baltık Denizi kıyısındaki stadyumun şu anda gördüklerim arasında zirveye çıkmasının diğer nedeni ise burasının sadece stadyumun olduğu bir yer olmaması. Hani diyor ya Türkiye'deki kulüplerin başkanları, “7-24 yaşayacak bir stadyum inşa edeceğiz. Burası sadece futbol stadı değil etrafındaki alanla da yaşayan bir yer olacak...” işte burası öyle bir alan. Ali Sami Yen Spor Kompleksi gibi E5'in yanında rüzgarın ortasında değil. Ya da Olimpiyat Stadyumu gibi gitmek istesen de gidemeyeceğin ama gitmek istersen de Nascar yarışçısı gibi araba kullanarak gidebileceğin bir yer de değil.

STADYUM DEĞİL, SPOR PARKI

Önce yemyeşil ağaçların kocaman bir yeşillik alanın ortasından yürünüyor. Ortadaki devasa fıskiyenin hemen yanında dev oyuncakların bulunduğu bir oyun parkı var. İlerleyince sağ tarafta herhangi bir gün gelerek piknik yapabileceğiniz şehrin stresinden uzaklaşarak dinlenebileceğiniz doğal bir göl var. Stadyuma bu güzellikleri gördükten sonra girebiliyorsunuz. Ki bunlar benim sadece görebildiklerim. Stadyumun biraz daha bir dış çeperinde bir hayvanat bahçesi ve kültür parkının olduğunu da eklemeliyim. Ayrıca başka sporların da yapılabileceği alanlar ve salonlar da mevcut, bisiklet dahil. Zaten bunları gördükten sonra içinizde varsa da bir şiddet, sakince kendini yere bırakıyor. Yeşil ve toprak elektriğinizi alıyor.

Maça girmeden evvel İngilizler'e yanaştım hemen. 3'ü de Leicester taraftarı olan Ralf, Scottie ve Roger ile takımı değerlendirdik. 1990'ı da görmüşlerdi. Şimdi bir başka yarı final daha yaşıyorlardı. Takımı beğenmişlerdi, ellerinden geleni yaptıklarını gördüklerini söylediler. Maça dakikalar kala ortadaki fıskiyeli havuzun orada ayrıldım yanlarından. Herkes çılgınca fotoğraf çektiriyordu. Dünya Kupası'nın son günüydü St. Petersburg için. Güzel bir anıya ihtiyacı vardı herkesin. Ancak maça girmeden önce çantamı da bırakmam lazımdı.

AGNE VARSA BEN YOKUM!

Tahmin ettiğimden uzun bir sıra vardı çanta bırakmak için. Bir yandan da iyi oldu bu sıra. Avustralyalı Jack ile sohbete daldım. Agne Postecoglou'nu boşuna kovduklarını söylediğimde, kabullenmedi. “Eğer o takımın başında olsaydı ben buraya gelmezdim!” dedi, şaşırdım. Agne ona Avustralya Ligi seviyesinde yeterli olabilecek derecede bir çalıştırıcıydı. Dünya Kupası için takıma çok daha önemli biri lazımdı, o da Bert van Marwijk'tı ona göre. Van Marwijk ne kadar Hollanda'yı 2010'da finale taşımış olsa da sonrasında ortalarda görülmemişti. Hollanda'yı başarıya taşırken elinde en iyi jenerasyon vardı, zaten kemik kadrosunu tutan ve biraz değişiklik geçiren takım 2014'teki Dünya Kupası'nda da 3. olmuştu. Suudi Arabistan'ın hocasını alıp Dünya Kupası'na gelmek bence pek akıllıca değildi. Bu eksende ilerleyen sohbet sonrasında çantalarımızı bırakıp ayrı kapılara yöneldik.

Maç başlayalı ne yazık ki 30 saniye olmuştu içeri giriş yapabildiğimde. Merdivenlerden koşarak yolumu ve oturacağım yeri bulduğumda ekrana baktım dakikalar 3'ü gösteriyordu ve Thomas Meunier ben koltuğu bulup oturduktan 20 saniye sonra maçın ilk golünü attı! Euro 2016'da çıkışını yapan ve turnuva boyunca Belçika'nın oyun planının en önemli parçası olan PSG'li turnuvayı güzel bitirecekti.

'YÜRÜ BE HAZARD'

Dakikalar ilerledikçe daha çok gol görürüz diye düşünüyordum. Arkamda belki 4-5 yaşlarında Sergei adında bir ufaklık vardı. Belçika takımına hayran kaldığı herhalinden belliydi. Önündeki demir parmaklığa yapışarak gözlerini ayırmadan maçı izliyordu. Top kimin ayağına gelse, annesine ve ablasına oyuncunun adını söylüyordu. “Vpered (yürü be) Hazard”

DÜNYA KUPASI'NDA KAVGA İSTEMİYORUZ

2 sıra önümde elinde, herkesin vuvuzela dediği ancak 2010 Dünya Kupası'ndan önce de tribünlerde yer alan üfleyerek ses çıkarılan o plastik kornadan olan 3 tane Rus taraftar vardı. Bir önümdeki sırada biraz sağ tarafımda ise 4 tane İsveçli vardı. İsveçlilerden biri korna sesini duydukça, sesini yükseltip “Sustur şunu” diyerek Ruslara ters bakışlar atıyordu. Gözüm ondaydı. Alkolün etkisiyle böyle davrandığı belli olsa da arkadaşlarının da onu durdurmak için bir hamle yapmaması şaşırtıcıydı. İsveçli Ruslara bağırdıkça, Ruslar da biraz inadına yapıyordu bunu. 63 maç olmuştu Dünya Kupası'nda ve ben böylesine basit bir kavga görmek istemiyordum önümde. İsveçli ayağa kalkıp Ruslara doğru bağırmaya başladığında arkasından ayağa kalkarak omzundan tuttup oturması için ittim ve, “Dünya Kupası neredeyse bitiyor ve sen kavga mı arıyorsun! Herkesin elinde var bu korna var ve yapıyorlar. Sesini ben de sevmiyorum ama senin bu yaptığın daha iğrenç! Otur ve maçın, Dünya Kupası'nın keyfini çıkar!” dedim.

ŞİİRİN İÇİNDEYDİM

Maç boyunca Meksika Dalgası'yla birlikte İzlandalılar'dan bize miras kalan 'HUH' ya da Balina Tezahüratı taraftarların en çok başvurduğu ortak eğlence biçimiydi. Hiç konuşmadan, sözleşmeden 64 bin insanın aynı bir şeyi yapabildiği anlar, evvelki gece St. Petersburg'da hayatını kaybedenler için toplu anıt niteliğini taşıyan sönmeyen ateşin etrafına gittiğimizde bir anda yanımıza yaklaşan Albert'in okumaya başladığı Puşkin'in şiirindeki gibiydi: Her şey kendi harmonisinde, her şey harikulade, her şey dünya ve tutkular üzerindeydi...

YÜRÜ BE SERGEİ!

Bir eksik vardı ama! Gol gelmedikçe, oyuncular savunmada top çevirdikçe, tribünlerde tezahüratların yerini yuhlamalar alıyordu. Dünya Kupası bitiyordu ve gol görmek istiyorduk haliyle. Sergei'den Maria'sına, İsveçli'sinden, Kolombiyalı'sına... Gol görmek istiyorduk. Neyse ki imdadımıza Belçika'nın maç boyunca tekrar tekrar gerçekleştirdiği kontraataklardan bir diğerinde Hazard'ın golü yetişti. Sergei sonunda golü attırdı. Ne Hazard'ın golüne, ne de maçta bir gol daha gördüğüme sevindim. En çok Sergei'in maç boyunca istediği o golün atılmış olmasına sevindim. Ufaklığın o gol geldikten sonraki gözlerindeki parıltılardı Dünya Kupası o an için. Hazard belki de farkında olmadan bir çocuğu daha futbola aşık etmişti!

En çok Sergei'in maç boyunca istediği o golün atılmış olmasına sevindim.

Seremoni sonrasında Belçika takımı tribünleri geziyordu. Dünya Kupası bitiyordu. Kulaklarımda yankılanan, dilimden düşmeyen, her halinden işçi kültürü akan tezahüratları vardı: “Beni eve götürmeyin, lütfen beni eve götürmeyin. İşe gitmek istemiyorum! Burada kalmak istiyorum. Tüm biranızı içmek istiyorum! Lütfen ama lütfen beni eve götürmeyin!”

Not: İngilizlerin tezahüratı Billy Ray Cyrus'ın Achy Breaky Heart şarkısından esinlenilerek bestelenmiş. Kaynak: https://www.bbc.com/news/uk-england-44711734 - Şarkının orjinali:

Tüm yazılarını göster