Bayramlık beyhude* dünya turu

Doğru, vizyon sahibi olmak başka, halüsinasyon görmek başka. Ancak bu ayrılık düşünsel cüret eksikliği, felç durumu da yaratmamalı. Çünkü sükunet ile atalet de başka.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Sanki zırva (absürt?) bir sıkışmışlık, bir donuk tarihsel an içindeyiz. Boşunalık (İngilizcesiyle “futility”, eski dilde “beyhudelik”) duygusu insana egemen oluyor ister istemez. Küresel olarak terörle mücadele denilen etkinliğin de, ulus kurmak çabası diye tanımlanan etkinliğin de boşunalığı iyice açığa çıktı. Bu kavramlar, o bildik halleriyle, çabucak köhneleşti gitti.

Başka bazı dosyalarda ise akılcı, işe yarayacak, çözüm üretecek siyasa seçenekleri önermek aynı biçimde. Örnekse Afganistan böyle: Batı/ABD/NATO açısından, çekilsen bir türlü, kalsan bir türlü. İki seçeneğin yanlışlığını ortaya koyacak gayet ikna edici savlar türetilebilir.

Yine örnekse yasadışı göç de böyle: Bitmez tükenmez, bitmedikleri, ne zaman sönümlenecekleri belli olmadığı gibi aksine dallanıp budaklanan çatışmalar, toplumsal adaletsizlik, gelir dağılımı eşitsizliği, ekonomik fırsat yokluğu, geleceğe ilişkin karamsarlık gibi etmenlerden ötürü kabaca bir yarım küre zengin ve güvenli, diğer yarım küre fakir ve tekinsiz oldukça bu göç deviniminin durdurulması, önlenmesi, kısa, orta veya uzun her erimde olanaksız görünüyor. Tıpkı yasadışı narkotik ticareti dosyasında da olduğu gibi. 

Ayrıca iklim değişikliği ve demokrasilerin otoriter yönetim ve önderlerce iğdiş edilmesi sorunları ortada küresel ölçekte ve yukarıda saydığım göç konusuyla nedensellik bağı da yaratarak duruyor. İkincisine ilişkin, ne müzakerecilik (havuç-“engagement”), ne yaptırımlar (sopa-“sanctions”) pek iş görüyor. Perakende ortaklık ve gerçekçilik adı altında günü kurtarmaya yönelik fırsatçılık, sözde diplomasi ve devletlerarası ilişkilerin gereği adı altında bizlere yutturuluyor. Bu anlamda dönem girişimcilerin değil muhasebecilerin dönemi. Oysa borsadan zengin olmuş, temel uzmanlığı bilanço okumak olan muhasebeciye pek ender rastlanır.

Doğru, vizyon sahibi olmak başka, halüsinasyon görmek başka. Ancak bu ayrılık düşünsel cüret eksikliği, felç durumu da yaratmamalı. Çünkü sükunet ile atalet de başka. Son NATO Liderler Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nden de görüleceği üzere Çin ve Rusya iki temel küresel sınama. Herhalde bunların birbirlerinden ayrılması da zorunlu. Çin ve Rusya dosyalarını birbirlerinden ayırırken her ikisini de iklim değişikliğinin önlenmesi mücadelesine ortak etmek de zorunlu. Nasıl olacak? Orası zor.  

Değişenler var ve aynı kalanlar var, hep olageldiği gibi. ABD anayasasındaki “yaşam, özgürlük ve mutluluğun (dilediğince) peşinden gitmek” ülküsü sanıyorum yerkürenin her yanında aynı. Ve bu sırayla: Önce hayatta kalacaksın, kendinin ve yakınlarının, sevdiklerinin güvenliklerinin sağlandığından emin olacaksın. Sonra o güvenliği sağlayan ve adına “devlet” denilen örgütün kafana çöküp, “güvenlik-özgürlük dengesi” safsatasıyla haklarını, yurttaşlığını ve insanlığını elinden almasına direnecek, izin vermeyeceksin. Sonra kendi mutluluğunun durmaksızın peşinden gidecek, başkalarının aynını yapmasına da karışmayacaksın.

Öne çıkan başat küresel sınama Çin ve daha düşük ölçekte Rusya bir yana adeta her köşeden alarm sinyalleri geliyor. Sözde en büyük demokrasi ve laikliğin kalesi Hindistan, ABD ve AB’nin işbirliği ortaklığında sorun görmedikleri Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin güncel karneleri ortada. Ne kurallara dayalı devletlerarası düzeni, ne evrensel değerler ile insan haklarını takan var. Üstelik bir dönem burada bizim gibilere örnek gösterilerek neredeyse dersi okutulan “başarılı” barış süreçleri birer ikişer patlıyor gibi: Kuzey İrlanda, Kolombiya, hatta belki Güney Afrika’da olduğu gibi.  

Dibimizdeki İsrail’den dört seçim üst üste aynı sonuç çıkınca ancak ayılıp yalnızca (evet hiç utanıp, sıkılmadan yalnızca) “Netanyahu’yu uğurlamak” önceliğinde birleşerek kurulan “beş benzemez” koalisyonundan söz etmiştim. Fransa’daki son bölgesel seçimlerde yaşı 18-25 arasında olan gençlerde yüzde 85’lere varan ölçülerde sandık boykotunu ve, hem önceki belediye seçimlerindeki başarılarından hem Almanya’daki kardeşlerinin yükselişinden yüreklenen, Yeşiller’in nasıl düş kırıklığına uğradıklarından da. Hatta oradaki yarı-başkanlık düzeninde Macron’un yerel seçimlerden 2022 cumhurbaşkanlığı seçimleri için hiç bir ders çıkarılamayacağını vurguladığını da aktarmıştım.

Bize uzak iki kıta Güney Amerika ve Afrika’dan da mesajlar var, yine daha önce yazdığım. Peru’da, ülke tarihinde görülmedik kalabalıklıkta adayın yarıştığı başkanlık seçiminin ilk turunun ardından, birbirlerinin tümüyle karşıtı iki aday Fujimori ve Castillo ikinci tura kalmıştı. Nihayet, seçime dek adını neredeyse kimsenin duymadığı ilkokul öğretmeni Castillo topu topu ellibin oya varmayan bir farkla kazandı. Castillo, toplumun en alt, en yoksun katmanından gelen bir yerli ve Aydınlık Yol’la yeri geldiğinde elinde silâh mücadele etmiş bir sosyalist.

Şili’de darbeci diktatör Pinochet’nin görev süresinin uzatılmasına “hayır” yanıtı verilen referandumundan başlayıp, geniş koalisyonlar elbirliğiyle yürütülen sabırlı geçiş sürecinin ve kitlesel direnişlerin ardından varılan anayasayı yenileme referandumunu da yazmıştım. Fransa gibi gelecek başkanlık seçimini 2022’de yapacak Brezilya’daysa sağcı popülist Bolsonaro’yu sandıkta devirmek kendi döneminde ve sonrasında boğazına kadar yolsuzluğa batıp, sonunda hapse de giren eski “çalışkan ama çalan” solcu başkan Lula’ya nasip olacak gibi duruyor. Meksika’da başkent belediye başkanlığından gelen keza solcu Obrador’un başta pandemiyle mücadele olmak üzere başarısızlıkları da anımsanabilir.       

Afrika’da ise Somaliland, Ambazonia benzeri gri alanlar çoğaldığı gibi, Güney Sudan gibi yeni devletçiklerin belirmesi olasılığı da bence artıyor. Nüfus artışı, gençlerin umutsuzluğu, Müslüman ve Hristiyan toplumların dalgalar halinde birbirlerine çarptığı ülkeler, yeraltı yerüstü zenginliklerinin yağması, su kıtlığı, Sahra Çölü’nün denetimsiz bir cihatçı sığınağına dönüşmesine dek tüm ibreler kırmızıda. Pek çok ülkede sosyal devlet de, adil ve şeffaf seçim süreçleri de yok, görülebilir bir gelecekte olacağa da benzemiyor.

Bakiyesine bir başka yazıda dönmek üzere Afrika’dan tek bir örnek vermekle yetinelim: Etiyopya. Hani başbakanı Abiy Ahmed’in, Burma’nın sonradan Rohingya kıyımına göz yuman ve o kıyımı yürütenlerce yeniden ev hapsine alınan Aung San Kyi’si gibi Nobel Barış Ödülü aldığı, çok resmi dilli, çok etnili, çok bölgeli ama şimdi anladığımız üzere çoğulculuğu meğer kağıt üzerinde kalmış, kültürü zengin ülke. Abiy, Eritre’yle onyıllardır süren savaşı bitirmiş, sonra o Eritre’yle bir olup Tigray’nın tepesine binmişti. Tigray önce ezildi, sonra doğruldu** ve Etiyopya ordusunu bölgeden çıkarıp kendi bayrağını göndere çekti.

Kısa dünya turumuzu tamamlayıp, bize, buraya ve girişteki zırvalık ile boşunalık bahsine geri dönelim. Bu defa ben sormuş olayım ve siz bana söyleyin lütfen, 21. yüzyılın ikinci onyılına geldik, bu denli saçma silâhlı mücadele, bu denli saçma terörle mücadele, bu denli saçma barış süreci, bu denli hepsine birden saçma sapan muhalefet -hani öyle deniyor ya- olabilir mi, dünyanın neresinde var? Yukarıda betimlemeye çalıştığımız dünya bu denli zırva, yürütülen politikalar da bu denli boşuna olursa, “neden olmasın?” karşı sorusuyla yanıtlayabiliriz belki kendi sorumuzu. 

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanıtı ise, özgün mü bilemem ama farklı. Çok beğeni alan ve kendi de çok beğenmiş olacak ki sabitlediği tüviti şöyle: “Dünyaya sesleniyorum: Beni Erdoğan’la karıştırmayın. Kuvayi Milliye geleneğinden geliyorum. Kimse kaçtığı yere askerimi bekçi; ülkemi de mültecilere açık hapishane yapamaz! Ben haram yemedim. Geliyoruz ve şimdiden söyleyeyim, çok çetin müzakereler sizi bekliyor. Yok öyle!” Hemen altındaki İngilizce çevirisi ise hasıma dehşet salıp, hısıma güven verecek bir başka âlem nitelikte.

Her biri yekdiğerinden veciz nice ifadeleri bulunan Erdoğan’ın da henüz dün Kıbrıs’ta söyledikleri böyle: “Ne dışarıdan verilen mesajların ne de içeriden yürütülen girişimlerin bizim nazarımızda boş teneke gürültüsünden öte bir kıymeti yoktur.” Pekiyi birbirlerine taban tabana zıt kutupların sözcüleri olduğu iddia edilen iki liderin düşün dünyaları arasında, bu ifadelerden yola çıkarak, özgürlük ve çoğulculuk ve hepsini geçtim diplomasi anlayışı bakımlarından hangi fark göze çarpıyor? Bu ne yaman çelişki, öyle değil mi anne?

Son olarak, “bir umudum sende anlıyor musun?” diye sormaya cüret ederek HDP’ye dönelim. Ne siyaset kirli bir uğraş, ne pazarlık ayıp. HDP’nin mecazi omuzlarında kilit parti olmanın gerekleri ve sorumluluğu var. Barış ve cumhuriyetin demokratik dönüşümü hedeflerine erişmek adına yürütmeye ortak olmak ve kalıcı anayasal yurttaşlık güvenceleri sağlamak için en çetin müzakereleri yapmak da hakkı. Koşulsuz, önkoşulsuz da demiyorum: Demirtaş’tan Mızraklı’ya tüm “siyasilere” özgürlük ve kayyumlarla “helâlleşme” o meyanda ilk aklıma gelenler.

Bana soran yok, onu da gayet iyi biliyorum ama bence “diyalog”, İmralı ile Kandil arasında MİT raportörlüğünde mektup getirip götürmeye indirgeniyorsa, o artık HDP’nin işi değildir, olmamalı. Aynı bağlamda, Ankara ve İstanbul’da yeni hizmete alınan devasa karargâhları, emrindeki olağanüstü teknik ve personel olanakları ile on küsur yıllık deneyimli başkanı Hakan Fidan’la MİT orada dururken, Erdoğan adına Kandil’e iletildiği söylenen son mesajı neden üç kişilik sivil ve isimsiz bir heyet taşır, onu da bilemiyorum. Ya TBMM ne işe yarar? Kürtlerin partisi, PKK’nin sivil uzantısı değil adı adınca halkların demokratik partisi olan HDP neden siyasetten dışlanır?

Hangi yöne ilerleyeceğimizi bilerek küçük adımlarla yürümeye şimdi başlamazsak, hiç bir zaman doyasıya koşamayacağız korkarım. Hepinize iyi bayramlar dilerim.

* beyhude. Farsçadan. sıfat. 1. Yararsız, anlamsız: “Beyhude münakaşalar olacağını anladı.” -P. Safa. 2. zarf. Boşuna: “Beyhude kendini öldürteceksin.” -R. N. Güntekin.

** Tigray’nın beklenmedik geri dönüşünün ardındaki beynin General Tsadkan olduğu belirtiliyor. Linkini paylaştığım BBC’de yayımlanan ilginç yaşam öyküsünü dileyenler okuyabilir, öneririm.

Tüm yazılarını göster