Bayramda çocuk düşmanlığı üzerine düşünmek

Çocuk düşmanlığı, temel olarak, çocuklara kötü davranılmasını, onların yetişkin dünyaya ait bir mülk olarak görülmesini, onlar üzerinde mutlak bir otorite kurulabileceğini ve çocuğa karşı önyargıların içselleştirilmesini ifade ediyor.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

“Toplumsal sistemde muktedir olanlar,
eşitsizlik düzeyinin derinliği oranında kötülük üretmek zorundadır.
Yoksa çark onlara karşı döner.”
Cemal Dindar

Çocukluk çalışmalarında uzun bir süredir çocuğu artık yetişkinlik perspektifinden ele alan veya çocuğu “yarınlarımız” olarak araçsallaştıran yaklaşım terk ediliyor.

Çocuğu yetişkinliğin iktidar alanına bağlı bir nesne ve hatta mülk olarak gören yaklaşım artık yerini, çocuğu kendi eyleme kapasitesi, kendi kararları, kendi özü ve kendi sözü olan, kendi öznelliğini geliştirmiş, hak sahibi bir özne olarak gören bir anlayışa bırakıyor.

Her çocuğun yaşamının biricik olduğu, tek bir çocukluktan bahsedemeyeceğimiz malum. Her bedene uygun düşen tek bir çocukluk çerçevesi de yok.

Ancak öznel farklılıkların ötesinde, bütün çocukların az ya da çok maruz kaldığı ayrımcılıklar, düşmanlıklar, kötülükler, istismar örnekleri var. Bunlar da birbirine görünmez iplerle bağlı bir sistemin parçaları.  

Çağdaş çocukluk çalışmaları, işte tüm bu hak ihlallerinin yapısal bir sorun olduğu gerçeğinden yola çıkarak, çocukları birer hak sahibi olarak yeniden güçlendirmenin yol ve yöntemlerini tartışıyor.

Çocukluğa dair bu okumalarda bir süredir “çocuk düşmanlığı” (childism) üzerinden tartışmalar alevleniyor.

Çocuk düşmanlığı, temel olarak, çocuklara kötü davranılmasını, onların yetişkin dünyaya ait bir mülk olarak görülmesini, onlar üzerinde mutlak bir otorite kurulabileceğini ve çocuğa karşı önyargıların içselleştirilmesini ifade ediyor.

Bu düşmanlık hali, çocuk işçileri, çocuk yaşta zorla evlilikleri, çocuk istismarını, çocuk mahkumları normal görüyor, çünkü bu şekilde çocuklar, yani “zayıf halka” üzerinden otorite yeniden üretilmiş oluyor.

Bir süredir Türkiye’de çocukların merkezde olduğu sorunlar ve krizlere baktığımda aklımda hep aynı soru: İnsan çocuklara neden düşman olur ki?

Türkiye’de çocukların intihar ettiği tarikat yurtlarında da, yüzlerce yıl geride kalmış bir “eğitim” mekanı olarak medreselerden birinin yakınındaki ahırda yaşamına son veren 12 yaşındaki Abdülbaki Dakak için de aynı düşmanlık...

Ve bayramda bu çocukların halen gözü yaşlı ailelerinin evine kameralar eşliğinde yapılan ziyaretlerle bu düşmanlık yok edilemiyor.

Altı yaşında H.K.G. ve daha nicelerini evlendirmeyi hak sayan karanlık zihniyetlerde veya çocukların yük asansörlerinin altında can vermesini normalleştiren atölyelerde aynı düşmanlık...

Tüm bu şüpheli ölümlerin ebeveynler tarafından sorgulanmadığı, “yapacak bir şey yok” dendiği ortamlarda da aynı düşmanlık...  

Benzer şekilde, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Acil Yardım Hattı’nın son 15 yıllık ev içi şiddet rakamlarına göre, çocuk istismarı vakalarının yarısından fazlasında failin aile içinden biri olması da, “içimizdeki” düşmanlık...

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı ve 188 ülkeyi kapsayan İnsan Kaçakçılığı Raporu'nda zorla çalıştırma ve erkek çocukların ticaretindeki artışın konu edildiği raporda, Türkiye’nin 2. kategoride yer almasına gündemde sadece birkaç dakika yer verilmesi de aynı düşmanlık...   

Ailesinin yanında kalıp yardıma muhtaç durumdaki çocukların sayısının artmasına dair veriler de aynı düşmanlığın bir sonucu... Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre üç yıl önce Sosyal ve Ekonomik Destek (SED) hizmetinden yararlanan çocuk sayısı 129 bin iken, bugün bu oranın 200 bin seviyesine yaklaşması da yoğun gündemde istatistiksel bir veri olarak tablolarda yerini almakla kalıyor.

Hâlâ atama bekleyen 1 milyona yakın öğretmen varken, ilkokuldan itibaren hiçbir pedagojik formasyonu olmayan imam, vaiz, müezzin ve Kuran kursu öğreticilerinin “manevi danışman” olarak görevlendirmelerinin sürmesi, on binlerce öğrencinin değerler eğitimi adı altında hedefli ve bilim-dışı bir endokrinasyona hedef olması, özel okulların bu süreçte kendilerini “kurtarılmış bölge” olarak konumlandırmalarıyla bir kat daha derinleşen eğitimde fırsat eşitsizliği ve laik düzenin peyderpey yıkılması da bu düşmanlığın aynadaki bir diğer yansıması...

“İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”, diyen Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” gerçeğini anımsatan Atatürk’ü her gün yeniden andığımız günlerden geçiyoruz.

Çocuk düşmanlığı çocuğu hem yok sayıyor, onu zifiri karanlığa teslim ediyor, ona hoyratça kırıp döktükleri oyuncak muamelesi yapıyor; hem de onu “kimsenin ağzının tadı kaçmasın diye” yönetmeye çabalıyor.

Bunu yaparken de ona bir rol ataması yapıp, çocuğun bu çerçevenin dışına çıkmamasını bekliyor: Çocuk olarak daima uysal olmalı, söyleneni yapmalı, yaşadığı hak ihlallerini susmalı, ne de olsa “su küçüğün, söz büyüğün”.

Geçtiğimiz 21 yılda en az 888 çocuk Türkiye’de iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmişse, burada apaçık bir çocuk düşmanlığı vardır.

Ve bu çocuk düşmanlığı görmezden gelindikçe, kötülük sıradanlaştıkça, tüm bunların birer toplumsal kurgu olduğu açığa çıkarılmadıkça, yaşı büyütülen Erdal Eren’in henüz 17 yaşında boynuna geçirilen urganın ardındaki baskıcı zihniyet ve bir ahırda başka bir iple kendini asan ufacık bir çocuğun yaşadığı mezalim sorgulanmadıkça, bu düşmanlık hali daha da derinleşip bir hesap vermezlik zırhına bürünüyor.

Suskunluğun ve aldırmazlığın gölgesinde oturanlar, tepkileri anlık isyanların veya sosyal medya paylaşımlarının ötesine geçmeyenler, bir şekilde bu yanlış düzenin parçası oluyor. 

Çocuk düşmanlığı kapsamında çocukların cinsel istismara karşı korunmasına ilişkin en değerli yasal araçlardan olan Lanzarote Sözleşmesi’nden çekilmek dahi tartışılır hale geliyor; çocuk işçiliğiyle mücadele konusunda tüm ulusal eylem planları tozlu raflara terk edilirken, yüzlerce çocuk iş cinayetlerinde katlediliyor.

Çocuk düşmanlığı ancak ve ancak çocuk-dostu bir medya ve bilinçli bir hak savunucusu çevresinin etkisiyle ayyuka çıktığında mahkeme önüne birer vaka olarak geliyor. Bunun haricinde çocukluk can çekişiyor.

Çocuk düşmanlığı konusunda en güncel kaynak, 2011 yılında yaşamını yitiren akademisyen-psikanalist Elisabeth Young-Bruehl’in Türkçeye Aksu Bora çevirisiyle mükemmel şekilde kazandırılan Çocuk Düşmanlığı-Çocuklara Karşı Önyargıyla Yüzleşme kitabı.

Yazara göre; çocuk düşmanlığıyla (İng; childism) mücadele etmek, tıpkı ırkçılıkla, cinsiyetçilikle, antisemitizmle yapılan mücadele kadar gerekli ve önemli.

Son 40 yıldır ivme kazandığını söylediği çocuk düşmanlığını en çok gerçekleştirenler ise, “baby boomer”, yani bebek patlaması kuşağı. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1946-1964 yılları arasında doğan kuşak, kendi ebeveynleriyle çocukluklarında kurdukları paternalist ilişkiyi kendi çocuklarına taşıyorlar ve onları denetleyip disipline etme çabalarına aslında kendi çocukluklarındaki travmalar ve narsisist yaralar eşlik ediyor.

Çocuk düşmanlığı, farklı sosyal ortamlarda farklı biçimlere bürünebiliyor ve bu ayrımcılık biçimlerini siyasette, toplumsal ilişkilerde, okulda veya aile içinde ayırt etmek gerekiyor. Çünkü ayrımcı pratikler rutinlerin arasına gizlenebiliyor; bu yüzden siyasi tartışmalarda gözden kaçabiliyor.

Young-Bruehl, çocuk düşmanlığının yok edilmesi için istikrarlı ve geniş çerçeveden programların hazırlanıp, aileleri ve çocuk hakları savunucularını da sürece dahil edecek şekilde uygulanması gerektiğine dikkat çekiyor.

Bunun için de ülkelerin taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi araçlar tüm çocuklara istisnasız uygulanmalı; ulusal politikalar sadece sokakta yaşayan çocukları veya çocuk işçileri değil, risk altında olsun veya olmasın tüm çocukları kapsamalı.

Çocuk düşmanlığını sonlandırmak için İsveç’te iki nesli içine alacak şekilde uygulanan bir program, bu açıdan “iyi örnek” olarak sunuluyor, zira sürecin sonunda çocuklara yönelik bedensel cezalandırmada ciddi bir gerileme kaydedildi. 

1960’larda, tüm dünyada olduğu gibi İsveç’te de “bedensel cezalandırma” onaylanır, “terlik, cennetten çıkma” kabul edilirken, “kızını dövmeyen dizini döver” şiarının izinden gidilirken, İsveç’te bir grup çocuk gelişimcisi bir araya geliyor ve çocuk düşmanlığının böylesine normalleştirilmesine karşı çıkıyor ve bir eğitim kampanyası başlatıyorlar.

Önce çocuklara bedensel cezalandırmaya dair kendi deneyim ve düşüncelerini soruyorlar; bu uygulamadan utandıklarını, kendilerini aşağılanmış hissettiklerini söyleyen çocukların bu anlatıları temel alınarak İsveç meclisine sunulmak üzere bir yasa tasarısı hazırlıyorlar.

Sonuç ise muazzam: 1969’da bedensel cezalandırmayı yasaklayan yasa tasarısı meclisten geçiyor.

Yasa geçti, herşey artık güllük gülistanlık demiyorlar. Tüm ebeveynleri de içine alacak şekilde bir bilgilendirme kampanyası başlatıyorlar; “çocuğunu dövmeden onu eğitemeyeceğini” düşünenlere ücretsiz terapi desteği bile veriyorlar.

Koruyucu kamu sağlığı programı, yaklaşık on yıl içerisinde hedefine ulaşıyor; ebeveynler de çocuklar da tokat, şaplak, terlik gibi “terbiye” yöntemlerinin yanlış ve kabul edilemez olduğu fikrini artık özümsüyorlar.

Dolayısıyla, “Bu çocuk düşmanlığı nasıl biter?” sorunsalı etrafından bir ülke, spesifik bir sorunu kısa bir süre içerisinde çözümledi ve birçok ülkeye de bu girişimiyle örnek oldu.

Bir toplumsal sorunu ancak ismi konduğunda tanımlayıp çözebilirsiniz.

Dolayısıyla, Türkiye’de de yapmamız gereken bu: Çocuk düşmanlığı gibi bir toplumsal sorunun “adını koymak” ve ona karşı örgütlü bir sivil toplum mücadelesini, bilinçli ve çocuk dostu bir medyanın gücüyle taçlandırmak, oradan da siyaset üzerinde ciddi bir sivil izleme mekanizması kurmak...

Bu süreçte de çocuk düşmanlığının saptandığı alanlarda yetişkinlerin de, çocukların da eğitilmesini sağlamak gerekiyor.

Ancak böyle bütünlüklü bir eylemden sonra çocuk yetiştirme biçimlerinden sosyal programlara, devlet politikalarından sivil toplumun yerel eylem planlarına dek birçok alana içkin çocuk düşmanlığı pratiklerine yönelik nokta atışları yapılabilir. Yani, hikayenin bütününü görmek gerekiyor.

Örneğin, okullarda ücretsiz bir öğün yemeğin sağlanması tartışılırken, “Siz çocuklara düşman mısınız?” diye sormak gerekiyor.

“Yok canım, olur mu öyle şey? Siz beni yanlış anladınız herhalde” şeklinde bir yanıt geldiğinde, “Hayır, siz çocuğun üstün yararını gözetmiyorsunuz ve bu yaptığınız çocuk düşmanlığı, nedeni de şu” diye açıklamak ve ardından da bu düşmanlığı sonlandıracak çözüm önerilerini (“bütçede çocuklara ücretsiz bir öğün yemek için kaynak ayırın”) ortaya koymak, yetişkinleri de bu süreçte eğitmek gerekiyor.

Rabia Naz Vatan’dan Berkin Elvan’a, Oğuz Arda Sel’den Abdülbaki Dakak ve daha nicelerine dek yıllardır dozu ve sıklığı giderek artan, görünür hale gelen, yürek burkan, isyan ettiren tüm çocuk hakkı ihlalleri ve yok edilen çocukluk hayalleri karşısında artık “bu çocuk düşmanlığını nasıl sonlandırırız” konusunda düşünmenin zamanı geldi.

Evet, şu anda yaşanan tüm “bayram havasına” rağmen bazı çocuklar için bayram yok, belki hiç de olmayacak. Herkes için allı pullu balonlarla süslü bir çocukluk da yok.

Ortada yetişkinlerden çocuklara yönelik, ismi konmamış ciddi bir düşmanlık var ve bu düşmanlık sadece fabrikadaki, medresedeki, tarladaki çocuğu değil, tüm çocukları etkiliyor.

Çocuğu sadece korunması ve kurtarılması gereken zayıf varlıklar olarak değil, eylem kapasitesi artırılmış, kendi haklarını koruması öğretilmiş bireyler olarak güçlendirdikçe ve özgürleştirdikçe, çocuk düşmanlığı da peyderpey önlenecek.

Yağmur damlaları ve güneş ışınlarının dansı sonucu ortaya çıkan gökkuşağını yasaklamak için bile ortaya konan “canhıraş mücadele”nin milyonda biri, çocuk düşmanlığıyla mücadele için verilse, gökkuşaklarının renkleri çok daha parlak, çocukluk çok daha yaşanılası, bugün ve yarın çok daha aydınlık olacak.

Tüm yazılarını göster