Ayasofya’dan sonrası

“Tuzağa düşmeme” gerekçesi etkili bir ferahlatıcı olarak sık kullanılsa da, iktidarın bir şey yapmaya kalktığında nasıl ve kim tarafından engellenebileceği sorusu giderek belirginleşiyor. İktidarın çekirdek (ideolojik) tabanı diye düşünülen kesimlerden yükselen heveslerin bu endişeyi daha da büyüttüğü anlaşılıyor. Tablo şimdilik iktidar için verimli gibi duruyor. Fakat muhalefeti taciz eden “kudurun” tayfasının rollerini fazla abartması veya taleplerini ısrara çevirmeleri iktidar açısından da –en azından koalisyonda- bazı sıkıntılar yaratabilir.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Ayasofya’nın camiye dönüştürülüp ibadete açılması, geriye doğru mahsuplaşmayı, rövanşist hevesleri ve elbette bu hareketlenmeye ilişkin endişeleri de tetikledi. Tatminin daha çok geriye doğru, endişelerin ise ağırlıklı olarak ileriye dönük yayıldığı söylenebilir. Olayın hazırlanışı, gerekçelendirilişi ve Danıştay’dan alınan kararda yazılanlar, meseleyi tarihsel hesaplaşmaya doğru bükme arzusunu zaten fazlasıyla gösteriyordu. Daha önce başka meselelerde yapıldığı gibi, “biz yaptık oldu” iddiasıyla –veya icraat övünmesiyle- yetinilmek istenmediği açıktı. Erdoğan, şimdi bir taraftan tarih yazıldığını söylerken, bir taraftan da Ayasofya’nın daha önce müze olmasını tartışmanın gereksiz olduğunu söylüyor. Tarih yazma iddiasının, yazılmışla hesaplaşma içermemesi pek mümkün değil ama kastettiği “Atatürk tartışmasını fazla uzatmamak iyi olur” şeklinde de anlaşılabilir. Devlet Bahçeli’nin Diyanet İşleri Başkanı’nın sözlerini tevil etmeye çalışan açıklamasının altında da benzer bir kaygı dikkat çekiyor. Ali Erbaş’ın hutbe konuşmasıyla ilgili yaptığı “saçma” düzeltme, bunun iktidarın medyasında ekler yapılarak “yatıştırma” gayretine çevrilmesi, Ömer Çelik’in ve İbrahim Kalın’ın açıklamaları bu pakete dahil. Başka meselelerde de gördüğümüz gibi, “biz yapacağımızı yapalım” ama tartışma ilerlerse “olay göründüğü gibi değil” kapısını da açık tutalım çabası.

Kılıçla çıkılan Cuma hutbesinin sembolik içeriği kadar, hesaplanmış göndermeleri de önemliydi. Başka muhatap olmadığı için doğal olarak Atatürk’ü hedef alan konuşmanın, geçmişle ilgili ne ima ettiği de ne söylediği de açık. Tam da anlaşıldığı gibi söylenmek istendiğine de pek kuşku yok aslında. Şimdi yoğunlaşan tevil gayretleri, söylenenlerin “gerçek anlamından” daha çok, tartışmanın seyrinin kontrolde tutulmamasıyla ilgili gibi. Kışkırtılan rövanşist heves, muhalefet tarafından daha önce başlayan “hilafet” tartışmalarına hemen eklemlendi. İktidarın engelsiz ilerleyişinden yeni heveslere kapılanlar ve endişeleri iyice tırmananlar, “şimdi değilse ne zaman” noktasında buluştu. “Yapabilirler mi? Yapsalar kim dur diyecek?” Bu sorulara verilen cevaplar: “Evet ve kimse” şeklinde olunca, bir taraftan acil direnç talebi, diğer tarafta da “durmak yok yola devam” tazyiki büyüdü. Kimi kendiliğinden, kimi organize; bazıları tam istendiği gibi, bazıları kontrolsüz bir hareketlilik ve sınırları iyice muğlaklaşan bir tartışma başladı. İktidar çevrelerinden bazı isimlerin burnuna provokasyon kokuları getiren gösteriler, Gerçek Hayat Dergisi’nin hilafet kapağı gibi örnekler çoğalmaya başladı. Sosyal medyadaki canlı tartışma halen devam ediyor. İktidar açısından, bunun kontrol edilebilir biçimde sürmesi önemli.

Semboller, siyaset oluşturmanın, siyaseti yönetmenin önemli araçları. Popülist sağ liderler (ve hareketler), sembolleri siyasete taşıma ve onlar üzerinden iktidar kurmada özel bir avantaja –bazıları buna yetenek diyor- sahip. İnanç, milliyet, ırk, gelenek gibi moral değerlerin kolay taşınır olması, hızlı bulaşabilmesi ve çabuk etki göstermesi yanında geniş bir malzeme havuzu sağlaması bu avantajı büyütüyor. Semboller, pek çok yaşamsal meselenin neden-sonuç ilişkisini bozan, özneleri değiştiren özel bir dönüştürücü haline geliyor. Ciddi kalabalıklar önlerine konulan sembollerin veya bu dönüştürücü yoluyla bozulmuş bir algının peşine kolayca takılabiliyorlar. Fakat siyaset ve iktidar için kullanılan enstrümanlar, kullananların sadece kendi taraftarlarına dönük değil. Yani iddia edildiği gibi her zaman eriyen tabanı toparlamak, yorulan metali parlatmak veya olmayan heyecanı yaratmak için –en azından sadece bu iş için- kullanılmıyor. Tıpkı savaşta çalınan davulların sadece kendi askerlerini gaza getirmeye yaramayıp karşı tarafa duyurulan gürültüyle de ilgili olması gibi. İktidarın son ataklarında, –genel inanışın aksine- başlangıçtan itibaren “karşı tarafa” etkisi çok önemsendi. Tasarruflu malzeme kullanımı yerine yıldırıcı taarruz, güç konsolidasyonu stratejisine çok daha uygundu.

Ayasofya’nın iktidarın çekirdek tabanında bir motivasyon ve daha radikal özünde ise tatmin yarattığı söylenebilir ama bunun ne kadar genelleşeceği veya sürdürülür olup olmadığı hala tartışmalı. Ancak dokunduğu sinir uçları  ve ardından gelişen hareketlilik, muhalefet çevrelerinde çok daha fazla etki yarattı. Baro, İstanbul Sözleşmesi, sosyal medya düzenlemesi gibi sağanak halindeki hamlelerle birlikte düşünüldüğünde, iktidarın yapabilirlik kapasitesi hakkında –özellikle muhalefette- kuvvetli bir algı değişimi olduğu söylenebilir. “Tuzağa düşmeme” gerekçesi etkili bir ferahlatıcı olarak sık kullanılsa da, iktidarın bir şey yapmaya kalktığında nasıl ve kim tarafından engellenebileceği sorusu giderek belirginleşiyor. İktidarın çekirdek (ideolojik) tabanı diye düşünülen kesimlerden yükselen heveslerin bu endişeyi daha da büyüttüğü anlaşılıyor. Tablo şimdilik iktidar için verimli gibi duruyor. Fakat muhalefeti taciz eden “kudurun” tayfasının rollerini fazla abartması veya taleplerini ısrara çevirmeleri iktidar açısından da –en azından koalisyonda- bazı sıkıntılar yaratabilir. Bu yüzden, bir yıl önce olduğu gibi yeniden “o kadar istikametimizi kaybetmedik” şeklinde bir toplama, bir uyarı beklenebilir. Rota veya ritim değişikliği değil de bir kontrol hamlesi olarak.

İktidarın hamle sağanağında yakın dönemde bir gevşeme beklemek gerçekçi değil. Mecliste görüşülmekte olan sosyal medya düzenlemesi ve iyice ısıtılan İstanbul Sözleşmesi tartışmaları zaten yürüyor. Kurban Bayramı molasının ardından yenilerinin de sırada olduğuna kuşku yok. Ayasofya sonrasındaki “hilafet” tartışmaları, iktidara güç gösterisi için çok verimli bir zemin sağlıyor ama bir taraftan da kontrolü zor bir alt gündem dayatıyor. Meseleye gizli ajanda “İslamlaştırma” penceresinden bakılınca, “uygun bir devam” hamlesi beklemek belki doğal. Başlayan hilafet tartışmalarını da, “alın işte, olacağı buydu” diye işaret etmek mümkün. Ancak böyle bir iddia, sadece iktidarın her şeyi yapabilir olmasıyla –önünde engel olmamasıyla- açıklanamaz. Ekonomiden dış politikaya, kültürel hegemonyadan toplumsal kabullere kadar, bu kapasitenin ve niyetin oluştuğunu göstermek için çok daha fazlasına ihtiyaç var. Bir rejim inşasından çok, iktidar konsolidasyonu üretme derdinin daha önde olduğu düşünülünce ise hamlelerin istenen sonuçları yaratması –komplikasyon üretmemesi- için, bağımsızlaşarak güç ve enerji tüketir hale gelmemesi gerek. Ne yapabilir(im) sorusu ile neden yapıyor(um) sorusu, bazen aynı cevapta buluşuyor gibi görünür ama bambaşka sonuçlara taşıyabilir.

Tüm yazılarını göster