Acayip zamanlar

Nasıl oluyor da bu kadar kolay yalan söyleniyor? Nasıl oluyor da bu yalanlara inanılıyor veya inanılmış gibi yapılıyor? Nasıl oluyor da, yalanlar ortaya çıktığında bir şey olmuyor? Çünkü, gerçek tamamen imha edilemez olsa da, yalanı anlamsızlaştırmak, mesele olmaktan çıkartmak o kadar zor değil. İnanmaya mecbur olanların üreteceği bahaneler ancak yalanın ahlaki bir mesele olarak da yeniden anlam kazanmasıyla boşa çıkar.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

"İlginç (ya da acayip) zamanlarda yaşayasın." Orijinali böyle mi veya çevirisi tam doğru mu bilmiyorum. Ancak, Çinliler bu sözü, içinde olunan durumu anlayamayacak kadar tuhaf kötülüklerin içine düşmek anlamında bir beddua olarak kullanıyormuş. Son zamanlarda Türkiye'nin durumunu ifade etmek için de sık sık kullanılıyor bu söz. Aslında dönemin ruhu açısından dünya ahvali için de geçerli sayılabilir.

Dünyada ve Türkiye'de yaşanmakta olanları, geçmiş deneyimler, çözümleme modelleri ve mevcut kavram setiyle anlamaya çalışıyoruz. Birçok açıdan "bu güneş altında söylenmemiş, yaşanmamış yeni bir şey yok" sözünü kanıtlayan aynılıklara tanık oluyoruz. Şaşırtıcı öngörülerle tanışıyor veya hatırlıyoruz. 'Aynı suda yıkanılamaz' dense de, defalarca derenin içindeki aynı kayanın üstüne atlayarak kafa yarma ısrarını görüyoruz.

Tarif etmeye, anlamaya çalıştığımız vakalar, eğilimler, dinamikler literatürdeki kavramlara çoğu zaman fazlasıyla uyuyor. Atipik olanların da nasıl bir süreçle oluştuğu üzerine doyurucu bir külliyat mevcut. Tuhaflığı yaratan, "tanımlanamayanlar" değil, tanımlı olanların değişen ilişkisi ve sonuçlarda ortaya çıkan beklenmedik durumlar. Çünkü, bütün bilimsel modeller öngörülebilirlik, kıyaslanabilirlik üzerine kurulu.

İlginç zamanlarda yaşayınca, yol gösterici akıl yürütme modellerinin, güçlü kavramların yanına "acayip" sıfatını da eklemek gerekiyor. Olanın, yaşananın çok acayip olduğunu görmek de, anlama çabasının önemli bir parçası haline gelebiliyor. "Ben bunu biliyorum", "tam da söylendiği gibi" benzeri kestirmeler, haklı çıkmak veya bir haklılığın gölgesine yerleşmeye yarasa da, her zaman açıklayıcı olmaya yetmiyor.

GERÇEK SONRASI 

Post-truth döneminin gerçekle bağları kopartan pratiği, kişisel düzeyde de, toplumsal alanda da "acayiplikler" üretiyor. Acayiplik bazen beklenmedik bir tepkiyle, bazen de beklenenin olmamasıyla kendini gösteriyor. Yüzüne karşı "yalan söylüyorsun" dediğin biri, "ama siz kaybettiniz" diye cevap veriyor. İktidarlar yarattıkları krizleri kalkan yapabiliyor. "İşçiler haklıydı ama HDP'liler gidince haksız oldular" diye cümle kurulabiliyor.

Bu post-truth devrinin en büyük küresel gösterisi 90'ların başında yaşandı. ABD'nin Genelkurmay Başkanı , BM Genel Kurulu'nda canlı yayınlanan konuşmasında herkesin yalan olduğunu bildiği şeyleri anlatmıştı. Irak'ın işgalini başlatan süreçte bu açık yalanların söylenmiş olmasını ve kabulünü sağlayan gönüllü saflığı değil de, neden buna ihtiyaç duyulduğunu anlamak zor. Acayip olan bu.

Gerçekle, doğruyla ipinizi kopartmışsanız neden başka bir "gerçek" yaratmaya ihtiyacınız olsun? Zaten sonraki dönemlerde, vehmettikleri türden bir meşruiyet ihtiyacı olmadığını idrak edip bıraktılar. Hatta daha fazlasını öğrendiler: Yalan (bahane) üretmeyi aktif ve sessiz destekçilere bırakmanın daha az masraflı ve daha sonuç alıcı olduğunu gördüler. Karşıtlarına da sapkın yeni gerçeklikleri bıraktılar.

İlginç zamanlar, sadece izleyenler, mağdurlar için değil, bu zamanların muktedirleri için de şaşırtıcı ve "öğretici". Onlar da, pay sahibi oldukları acayiplerin imkanlarını ve zorluklarını yaşayarak öğreniyor. Yapabildiklerine şaşırdıkları da oluyor. Sadece Trump performansı bile, pek çok acayipliğin planlanarak değil, yapıldıkça yapılabilir hale geldiği örneklerle dolu. Türkiye ise, bu işin cenneti.

ZOMBİ DÜZENİ 

Maliyetsiz denemeler yapabilme lüksü, yaşayarak (deneyerek) öğrenmenin önünü açıyor. Dünyadaki para ve pozisyon bolluğundan çok uzun bir süre maksimum faydalanan iktidar, içerideki desteğini de bir mecburiyet ilişkisine çevirmeyi zaman içinde öğrendi. Memnun, razı ve kıstırılmış; aktif veya sessiz destek çevresinin kendiliğinden üreteceği meşruiyet bahanelerinin zenginliğini yavaş yavaş keşfetti.

Doğru olmayan şeyleri söylemek, söylediğini terk edip tam tersini yapmaya başlamak; ağır zararlara neden olan pozisyonda ısrar etmek veya baş döndürücü manevralara kalkışmak çok şaşırtıcı değil. Ama bunun bu kadar maliyetsiz olması, risksiz biçimde denenebilmesi acayip. Krizini ileriye itmiş şirketler Ümit Akçay'ın son yazısında belirttiği gibi nasıl zombi şirketler olarak yaşayabiliyorsa, iktidarlar da geleceğe kaçarak hayatlarını sürdürebiliyor.

Türkiye'de mevcut iktidar, artık aktif, kararlı bir toplumsal ve siyasi dinamiğin üzerine oturmuyor. Uzunca bir süredir böyle. Tıpkı ekonomide olduğu gibi, siyasette de sert bir kabuğun içinde derin bir kofluk var. Ancak acayip dönemlerin özelliği olan oynak yeni gerçeklik, bu kabuğu koruyor. Uğur Gürses'in söyleşisinde yaşanacak krizle ilgili işaret ettiği gibi, "batanların bile battığını söyleyemeyeceği" bir yeni gerçeklik bu.

Nasıl oluyor da bu kadar kolay yalan söyleniyor? Nasıl oluyor da bu yalanlara inanılıyor veya inanılmış gibi yapılıyor? Nasıl oluyor da, yalanlar ortaya çıktığında bir şey olmuyor? Çünkü, gerçek tamamen imha edilemez olsa da, yalanı anlamsızlaştırmak, mesele olmaktan çıkartmak o kadar zor değil. İnanmaya mecbur olanların üreteceği bahaneler ancak yalanın ahlaki bir mesele olarak da yeniden anlam kazanmasıyla boşa çıkar.

GERÇEK VE ABARTI

"Şaka gibi" de ilginç bir deyiş aslında. Bir şeyin inanılmaz, beklenmedik ve olması gerekenden fazlalığına gönderme yapıyor. Ancak kurgulanmış ve özel olarak abartılmış olmasıyla mümkün olabilecek bir durumu anlatıyor. Acayip zamanların gerçekleri de, zaman zaman ancak abartıyla yumuşatılabilecek ölçüde ağır ve inanılmaz hale geliyor. Anlaşılan Çinliler gerçek olmasını kabul etmenin imkansız olduğu acayipliklerin yıkıcılığını bilerek beddua ediyorlarmış.

Daha dumanı üzerinde bir tartışma: Katar'dan gelen uçak. Fedakarlıktan, tasarruftan bahsedilirken talip olunan alış verişe mi, her tarafından ahlaki zaafiyet akan "hediye" savunmasına mı, "bunu konuşanlar mahkemelerde sürünecek" lafına mı, "şaka gibi" demeli? Yoksa böyle bir tartışmaya konu olacak hamleyi yaparken, bunun üzerine konuşurken bir şey olmayacağından emin olunmasına mı acayiplik demeli?

İdlib meselesindeki tablo da tamamen başka bir sahadaki tuhaflığı içeriyor. Diplomatik başarı olarak sunulan şu: Tahran'da Putin: "Nasıl ateşkes yapalım, masada cihatçılar yok ki" demişti. Soçi'de Erdoğan: Mealen "ben onları yönetebilirim" diyerek ateşkes muhatabı olarak saha sorumluluğunu üstlendi. Şimdi örtülü itiraf sayılabilecek bu pozisyona mı hayret edelim, sağlanan "faydayı" mı merak edelim? Acayip iş.

Son günlerin bu iki vakası bile, bu iktidarın ideolojik, sınıfsal, ekonomik, kültürel, siyasi, küresel ve daha bir çok tanımlı pozisyonu ile çok kolay açıklanamayacak acayiplikler olarak duruyor. Her şeyin hesaplı, planlı, öngörülerek ve hazırlanılarak yapılmadığı -kabul edilmesi biraz zor olsa da- düşünülmesi gereken bir durum. İlginç zamanlarda yaşamanın, acayipliklere maruz kalmak gibi bir gerçeği, acayiplik yapabilme gibi bir lüksü var.

Tüm yazılarını göster