YAZARLAR

Altın Koza Günlükleri... Memleketten haller!  

30'uncu Adana Altın Koza Film Festivali’nin en çok merak edilen bölümü ulusal uzun metraj yarışmasında film gösterimleri başladı. Yarışmanın ilk dört filmi Filiz Kuka’nın “Yüzleşme”, Fikret Reyhan’ın “Cam Perde”, Esra Saydam- Malik Isasis ikilisinin “Öte” ve Umut Subaşı imzalı “Sanki Her Şey Biraz Felaket” filmlerine dair dair kısa notlar…

Adana Altın Koza Film Festivali, ilk kez 1969 yılında gerçekleştirilmiş olmasına rağmen politik, ekonomik ve doğal afetler nedeniyle ara vermek zorunda kaldı. Ama bütün bu zorluklara rağmen bu yıl 30’uncu yaşına giren olgun bir festival artık.

Festival kapsamında uluslararası kısa film, öğrenci filmleri, belgesel ve Adana temalı kısa yarışmaları da gerçekleşiyor ama gözler tabii ki ulusal uzun metraj bölümünde olacak. Burada film festivallerinde eleştirmenlere “bizim filmlerimizi izleyip değerlendirmiyorsunuz” diyen kısa ve belgesel sinemacıların haklı olduklarını belirtelim. Ancak, kısa bir zamanda yoğun bir program söz konusu oluyor ve bu festivallere gelme şansını bulan eleştirmenler de ister istemez en çok ilgi gören alana bakabiliyor. Kısa ve belgesel filmlerin gösterildiği etkinliklerin sayısının artması ve bu disiplinlerdeki filmleri izleme fırsatı bulma dilekleriyle bağlayalım.

Altın Koza’da da en çok merak edilen ulusal uzun metraj yarışma filmleri salı günü üç filmin gösterimiyle başladı. İlk olarak Filiz Kuka’nın yönettiği “Yüzleşme” buluştu seyirciyle. Bir sırrın ortaya saçılıp aile dinamiklerini dönüştürmesini anlatan “Yüzleşme” hakkında İstanbul Film Festivali vakti yaptığım değerlendirmeyi şuraya bırakayım.

KARANLIK BİR 'CAM PERDE'

Günün ikinci filmi de ilk gösterimini İstanbul’da gerçekleştiren ve jüri özel ödülünü kazanan Fikret Reyhan imzalı “Cam Perde” oldu. Filmi festival vaktinde izlemiş, notlarımı almış ancak yazmaya fırsat bulamamıştım. Bu festivale kısmetmiş. ‘Aile işleri’ Fikret Reyhan sinemasının alametifarikasına dönüyor giderek. İlk filmi “Sarı Sıcak”ta çekirdek ailenin başında olduğu bir tarım işletmesi çevresinde yaşananları anlatıyordu. Evin oğlunun hayalleriyle babanın tutuculuğu arasında üretim ilişkilerinin dönüşümü de yansıyordu perdeye. Reyhan, ilk filminde iyi bir sınav vermişti. İkinci filmi “Çatlak” ise beklentilerin, hayal kırıklıklarının, küçük hesapların, hasetlerin büyük bir ailenin ilişkileri arasında nasıl da onarılamaz durumlara neden olduğu hakkındaydı. Titizlikle yazılmış, merkezine aldığı aile içindeki dinamikleri anlatının organik bir parçası haline getirmiş ve kalabalık oyuncu kadrosunda ‘takım ruhunu’ inşa etmeyi başarmış olgun bir film vardı karşımızda.

“Cam Perde” ile bir kez daha ailenin sınır boylarında gezinen Reyhan bu kez önceki yapımlarındaki doğal anlatı düzeyine çıkamıyor maalesef. Belli ki şiddet gördüğü için eşinden ayrılmış ve dört yaşındaki oğluyla birlikte yeni bir hayat kurmak isteyen Nesrin, uzaklaştırma kararına rağmen eski kocası Ömer’in tacizlerinden kurtulamamaktadır. Yeni sevgilisi Selim ise bir yandan Nesrin’i koruyormuş gibi görünürken, diğer yandan kadının üzerine daha fazla yük, sorumluluk bindirip, baskı kurduğunun farkında değildir.

Fikret Reyhan, böylesine hassas bir konuya girerken kadın karakterinin katmanlı yapısını erkekler için kuramıyor bence. Nesrin, endişe ve kaygılarıyla, korku ve umutlarıyla perdede güçlü bir şekilde temsil edilirken, Ömer ve Selim’in benzer şekilde kurulduğunu söylemek zor. Ömer’in altında tehdit içeren ısrarlarının, Selim’in sevgilisini anlamaktan uzak erkek egolarının başlarda iyi kurulduğunu ama giderek filmi monotonlaştıran tekrarlara düştüğünü, hikayeyi bir yere götürmekten uzaklaştığını söylemek gerek. Özellikle Ömer ile Nesrin arasındaki ilişkinin, daha doğrusu adamın kadın üzerinde kurduğu baskının seyirciye geçmesinin murat edildiği anlar tanıdığımız Fikret Reyhan sinemasından uzak kalıyor. Nesrin’in Ömer’le neden görüşmeye devam ettiğini filmin kendi dinamiklerinden değil, bu ülkede tanık olduğunuz binlerce hikayeye dair belleğimizden tamamlıyoruz çoğu zaman. Yani film temasının etki gücünü sinematografisinden değil, seyircinin o konuya dair hafızasından alıyor kimi yerlerde.

Reyhan, İstanbul sonrası filmin kurgusunda küçük oynamalar gerçekleştirmiş. Adana’da 4-5 dakika kısaltılmış versiyonuyla gösterilmiş film. Belki biraz daha atmosfer işini çözmüş olabilir. Çünkü atmosfer Fikret Reyhan sinemasının en büyük gücünü oluşturuyor. Hikayenin içinde, karakterlerinin çok yakınında ve hareket halindeki kamera kullanımı da bu atmosferin en büyük dayanağını oluşturuyor. Olay örgüsünün sağlam kurulması, karakterlerin ‘rol kesmeden’ hikayeyi sürüklemesi önemli. Burada eksiklik senaryonun sıkıntılarından kaynaklanıyor sanki. Ama öte yandan oyuncular hikayenin karşılığını fazlasıyla veriyor, özellikle de Nesrin karakterinden Selen Kurtaran.

Tabii bütün bu değerlendirmenin, festival ya da memleket sineması vasatına göre değil, Reyhan’ın kendi sineması ölçeğinde yapıldığını hatırlatalım. Memleket sineması ortalamasının, festival vasatının çok üzerinde bir seviyeden tartışıyoruz. “Cam Perde”, İstanbul’da olduğu gibi burada da festivalin en güçlü yapımlarından ve muhtemelen birçok ödüle değer bulunacak.

'HER ŞEY' OLMASA DA PEK ÇOK ŞEY

Adana’ya İstanbul aktarmalı gelen bir diğer yapım ise Umut Subaşı’nın yazıp yönettiği “Sanki Her Şey Biraz Felaket”. İstanbul’da olumlu eleştiriler alan, geçen hafta Ayvalık’ta ‘Yeni Bir…’ ödülüne değer görülen yapım da jürinin dikkatinden kaçmayacaktır. “Sanki Her Şey…” yirmili yaşlarını süren kuşaktan dört insanın dünyasına götürüyor seyirciyi. Yalnızlıktan ve günlük gelişmelerin getirdiği tehlikelerden mustarip Zeynep, ülkeden ayrılma hayalleri kuran ev arkadaşı Ayşe, beyaz yaka hayatına rağmen mutlu olamayan Ali ve evli bir mühendis olan Mehmet…

Film, bu dört gencin son yirmi yılda şekillenen memleket hallerinden kaynaklı endişe ve kaygılarını mizahi bir dille anlatmayı deniyor. Kimi riskli tekrarlara rağmen bunu başarıyor da. Filmin en güçlü yanı senaryosu. Bir kuşağa sirayet etmiş umutsuzluğu, atıllığı ve endişeleri gösterirken karakterleriyle eğleniyor da. Yani meselenin kendisini ciddiye alırken, karakterlerini fazla ciddiye almıyor. Bu filmin mizahını daha da yukarılara taşıyor. Ama yukarıda da bahsettiğim tekrarlar komedi açısından işlevli olsa da anlatıyı akamete uğratıyor, karakterleri giderek pasif bir noktaya çekiyor. Onların ruh hallerinin mizahına fazla alan açmak karakterleri her şeyi kabullenmiş, öfke/ isyan duygusundan arınmış resmediyor. Kim bilir belki de öyledir!

Bu tatlı mizah, filmle ilgili hoş bir tat bıraksa da görsel dünyasının melez olduğunu düşünüyorum. Yani yeni nesil dijital platformlarda yer alan yapımların estetiğine daha yakın duruyor. Atmosferden çok duruma odaklanan, seyircide toplam bir his uyandırmak yerine anlık tepkilerin peşinden koşan bir görsel anlatı evreni inşa etmiş Umut Subaşı. “Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var” adlı kısa filmiyle adından söz ettiren yönetmenin bu ilk uzun metrajı festivalden eli boş dönmeyecektir.

DOLU DOLU ANADOLU!

Ulusal yarışmanın ilk gün gösterimlerinin sonuncusu “Öte”yi izlerken sıkça “bu filmi yarışmaya nasıl almışlar, 11 film yerine 10 film olsa da olurmuş” gibi serzenişler duyuldu etraftan. Daha önce Nisan Dağ ile birlikte çektikleri “Deniz Seviyesi” ile Altın Koza’da ödüller kazanan Esra Saydam’ın  bu kez Malik Isasis ile birlikte çektiği “Öte”nin hikayesinin amacını, karakterlerinin motivasyonunu anlamak mümkün olamıyor bir türlü.

Film memleketin en batısından doğuya doğru yolculuk eden Amerikalı Lela, turizm bakanlığı sponsorluğunda gerçekleştirildiği izlenimi veren, ‘dolu dolu Anadolu’ temalı bir reklam filminin ana karakteri gibi duruyor. Ege'nin muhteşem denizi, Pamukkale, tarihi yapılar, Ani harabeleri, Doğu Ekspresi gibi turistik görüntülerin aralarında kadına yönelik şiddet, okutulmayan kızlar, oryantalizm eksik olmasın diye araya eklenen ut taksimi geçit töreni yapıyor. “Rakı kebap çok güzel yine gelecek ben” vasatlığında, 90’ların magazin basınının pek sevdiği “Olga Türk erkeklerini öve öve bitiremedi” düzeyinde bir hikaye inşa edilmiş yapımda. Filmin Türkiye’ye bakışının hem turistik denilebilecek kadar dışarıdan, hem de yerli gazete manşetlerini hatırlatacak kadar içeriden olması en büyük mahareti olarak kabul edilebilir.

Peki biraz ciddileşelim dediğimizde ise ana hikayeye dair cevapsız onlarca soru geliyor akla. Birkaçını sıralayalım: Lela’nın Ermeni arkadaşının köyüne, evine gitmesinin ardındaki motivasyon ne? O evde ne olmuş misal, hayret nasıl olmuş da arkadaşının ailesi Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış? Türkiye- Ermenistan, Türkiye halkları ile Ermeni halkı arasındaki tek sorun iki ülkeyi ayıran bir nehrin varlığı mıdır?

Son olarak buradan üniversitelerde, sinema okullarında teknik konularda ders veren hocalara çağrı yapmayı da görev bilelim. Kadraj nasıl olmaz, mizansen nasıl kurulmaz, kötü müzik kullanımı nedir ve ses tasarımında uzak durmanız gereken hatalar başlıkları için örnek bir film var karşımızda.